Hangi ev annesiz gerçek sıcaklığa, gerçek aydınlığa sahiptir? Kaç yaşında olursak olalım anne dediğimizde tarifsiz bir duygu hissetmez miyiz? Öncelikle tüm annelerin, daha sonra anne olmak isteyip olamayan, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırk, hangi din, hangi etnik kökenden olursa olsun çocukların yaşadığı acıları yüreğinde duyan kadınlarımızın, annesini kaybetmiş yüreği acılı evlatların Anneler Günü’nü kutluyoruz. Annelerimizi hatırlamak için ille de Anneler Günü’ne ihtiyacımız yok, öyle değil mi?
1. Adalet Ağaoğlu (1929 – ) – Şiir ve Sinek (Şiir ve Sinek), 1982
David Seymour – Viyana, 1948
Adalet Ağaoğlu, öyküde ev kadını bir annenin evine ve kızına bağımlı kapalı dünyasıyla, başka bir şehirde üniversitede okuyan, edebiyata ve gezmeye meraklı kızının dışa açık dünyası arasındaki uçurumun nasıl büyüdüğünü ironik bir dille anlatılıyor. Okul tatilinde annesini ziyarete gelen kız, annesi için yazdığı şiiri ona okuyacak zaman bulmaya çabalarken, annenin şiirden çok eve giren sinekle ilgilenmesi, kızın dayanma sınırını zorlayarak tatilini yarıda kesmesine ve evden ayrılmasına neden oluyor.
“Anaların, diyor Şükriye Hanım’ın kızı Güler, anaların yüreği hep ağzında. Hep böyle oldular. Uykularında uyanıklıklarında ölülerimizi görür oldular bütün bütün. Analara, analara, en çok onlara yazılmalı şiirler çocuklar, en çok onları anlatmalı. Hep anlatmalıyız, okul kapılarına varamayan, hiç değil her akşamüstü, oh çok şükür sağ salim geldi bugün de diyemeyen, her günün her akşamını bile bekleyemeyen, yarına dayanmak için her günün her akşamüstü olsun sevinemeyen, hep uzaktan, aylar ucundan kıvranıp duran anaları, onları anlatmalıyız. Şiirleri onlar üstüne, onlar için yazmalıyız çocuklar. Anaları çocuklar, insanları çocuklar, tutarsa şiirimiz ayakta tutar. En yakınımızdan başlamalı, onlara, onlar için en güzel şiirleri yazmalıyız.”
2. Füruzan (1932 – ) – Piyano Çalabilmek (Parasız Yatılı), 1971
W. Eugene Smith – Kuzey Carolina, 1951
Füruzan’ın öykülerinde çocuk ve anne motifi önemli bir yer tutar. Çocukluk ilk öykülerde daha baskındır. Kahramanlar sürekli çocukluğa döner, geçmişle hesaplaşır, yüzleşirler. Piyano Çalabilmek’te varlıklı ve saygın bir aileden gelip yaptığı evlilikle yoksul bir yaşam süren Müberra ile kızı arasındaki ilişki, Müberra’nın geçmişte yaşaması, varlıklı yaşamını özlemesi ve eşini kendisine yakıştıramaması, alt sınıfa dahil olmayı kabul edemeyişini anlatır.
“Annem, “Cumartesileri çamaşır yıkamaları çok günah,” dedi. “Hele bulaşık sularını geceleri kapıya dökmüyorlar mı?” Annemin diktiği bayramlıklarla üstten bağlı sağlam erkek kunduralarıyla, kafamda koca bir saten kurdeleyle kapının eşiğinde dimdik oturuyordum. Kadınlık kolay değil. Hiç yoktan yakıştırmak. Bak o basmayı Sümerbank’dan kaça aldım. Bastım suya çirişleri gitti. Bir de ütüledim. Bayrama, yetiştirip dikiverdim. Bunlar çocuklarının burnunu bile silmiyorlar. Ben konaklarda büyüdüm. Gel de anlat bu mahalle karılarına. Utum, piyanom, ellerimin güzelliği…”
3. Halide Edip Adıvar (1884 – 1964) – Ana Hisleri (Harap Mabetler), 1911
Erich Lessing – Avusturya, 1953
Halide Edip’in romanları, tarihi konuda yazdığı eserlerinin yanında öyküleri de vardır. Bu öykülerinde çoğunlukla Milli Mücadele Dönemi’ni, birçok işkenceye ve acıya maruz kalan kadınlarımızın yaşadıklarını anlatmıştır. Alıntıladığımız öyküsü ise bir annenin yaşadığı acıyı anlatır. Halide Edip Adıvar, Ana Hisleri adlı öyküsünde, üvey kızının ölen annesinin yerini almaya çalışan üvey annenin, yaşadığı karmaşık hislerini anlatıyor.
“Anne, anne!” dedi ve bir fısıltı derecesine indirdiği sesinde müşfik bir samimiyetle devam etti. Kardeşim için korkuyorsun değil mi? Fakat benim annem kaç senedir orada, korkma kardeşimi koynuna alır yatar, hem bilsen nasıl sarılır da insanı ısıtır. Ben koltuğun üstünde hıçkırırken, o ufak kolları boynumda “Ben artık senin çocuğun olayım olmaz mı?” dedi. Şimdi benim küçük öksüze ihtimamlarım beyhude olmadığına, yavrumun harap mezarlıklarda bir kadın şefkatine, bir kadının boş kollarına sığındığına yanık ruhum inanmak istiyor, küçük Nesrin annesine arkadaş yolladığım kardeşine mukabil kalbimi ısıtıyor ve boş kollarımı dolduruyor.”
4. Halikarnas Balıkçısı (1890 – 1973) – Yol Ver Deniz! Bir Ana Taşıyoruz (Merhaba Akdeniz), 1962
Wayne Miller – Amerika, 1948
Selim İleri “Cumhuriyet öykücülüğüne denizi, denizden ekmeğini kazananları getiren yazarımız Halikarnas Balıkçısı’dır. Ege kıyılarından ile başlayarak günümüze değin, konusunu denizden alan birçok öykü yazmıştır. Anadolu uygarlığını dönemlere, tarihsel olaylara ayırmaksızın bir toprak bütünlüğü içinde kavramak istemesi öykücünün ürünlerinde de karşımıza çıkar. Yalnız Halikarnas Balıkçısı’nın anlayışı yapay, özentili, yersellikten uzaklaşmış bir özellikle rastladığımız mitolojik sözcükler, kavramlar bile okuru tedirgin etmez.” diyor. Yol Ver Deniz! Bir Ana Taşıyoruz, fırtınalı denizde, doğaya meydan okuyan gemicilerin teknesinde, bir doğumun öyküsüdür.
“Fatma’yı sedyeyle gemiye taşıdılar. Kayığın ambarına koydular. Fırtınaya rağmen geminin bütün yelkenlerini açacaklardı. Çünkü kadını ölmeden yetiştirmek gerekti. Yelkenleri issa ederken yirmi gemici hep bir ağızdan “Savulun dalgalar, engine gidiyoruz… Yol ver deniz biz denizciler geliyor” şarkısını tutturdular. Tam pupa gidecekti. Ön ve arka direklerin büyük randa yelkenlilerinin birini sancak, ötekisini iskele tarafına ayı kulağı açtılar. Bu iki yelkenden başka bez namına kayığın ne kadar kanadı varsa hepsini üst üste gerdiler.”
5. Necati Cumalı (1921 – 2001) – Annemin Yüzü (Yalnız Kadın), 1954
Henri Cartier-Bresson – Paris, 1953
Necati Cumalı edebiyata yalın şiirlerle ve güçlü Sabahattin Ali etkileri taşıyan hikayelerle girmiş, giderek özgün bir soluk oluşturmuş usta bir Türk edebiyatçısıdır. Semih Gümüş “Necati Cumalı bireyler arasındaki çelişkileri duyarlı bir anlatımla verdiği öykülerinde başarılı oldu. Ege yöresinin insanlarının sorunlarını işledi. Makedonya 1900 gibi kitaplarında öykücülüğümüzde anlatılmamış yaşamların içinden getirdiği gözlemlerle ustalığını gösterdi.” diyor. Yazarın ilk öykü kitabı Yalnız Kadın’da en içten öykülerinden biri Annemin Yüzü.
“Annem söze karıştı:
– Sevincini bozma çocukların. Korkutma boş yere…
– Boş yere mi?
– Boş yere elbet, ya ne? Anlatacaksan sevdikleri şeyler anlat…
– Senin istediğin ne, dinsiz mi yetişsinler, Allah korkusu nedir bilmesinler mi?
– Allah korkusu başka, Allah sevgisi başka. Daha ne günahları var ki Allah’tan korksunlar? Çocukları korkutma akşam akşam. Sonra rahat uyuyamıyorlar, söyleniyorlar, terliyorlar uykularında…
Babam kızmış görünüyordu:
– Sana kalsa büsbütün dinsiz yetiştireceksin hepsini…
– Ne olmuş dinlerine? Ben bildim bileli eylül hep böyle fırtına ile çıkar. Dinle imanla ilgisi ne fırtınanın?
– Hadi bırak, söyletme, günaha sokma beni çocukların önünde…
– Söyle ne söyleyeceksen! Benim korkacak hiçbir şeyim yok. Günahım da yok! Ömrümde pişman olduğum tek şey yapmadım. Ben hep sevinç duyarım içimi dinledim mi, korku duymam! Ölümden, mezardan da korkmam…
Sevgiyle anneme bakıyor, dediklerini dinliyordum.”
6. Nezihe Meriç (1925 – 2009) – Keklik Türküsü (Bozbulanık), 1953
Leonard Freed – Amsterdam, 1964
Nezihe Meriç, bireyi ön plana alarak, çalışmalarının odağına yerleştirdiği kadın karakterlerin, iç dünyalarına, yaşantılarına, duygu ve düşüncelerine cesaretle eğilmiş ve onların toplumdaki konumlarını sorgulamıştır. Yapıtlarında sergilediği özgün tarzıyla ilgi çeken yazar, ortaya koyduğu ürünlerde, benzer karakterde kadınların sorunlarını dile getirmiştir. İlk öykü kitabı Bozbulanık onun en başarılı çalışmasıdır. Kadın sorunlarını geçim sıkıntısıyla örtüştürerek ilk kitaplarda pek rastlanmayacak bir ustalık sergiler. Sait Faik etkisi gözden kaçmaz ama kişilikli bir öykü de kendini gösterir. İki öykü dışında tiplerin/kahramanların tümü kadındır. Keklik Türküsü adlı öyküsünde Oya adlı genç kızın vapurda başlayan aşkı anlatılır. Genç kız, Kadıköy vapurunda gördüğü adama ilk bakışta aşık olur. Oya’nın annesi ise aşka şans tanımaz, kızı toplum tarafından beğenilecek birisiyle evlenip kendisini gururlandırmalıdır.
“- A tabi ayol, erkek kısmısı anlar mı ?
– Sonra ele güne ne diyeceğimi şaşırdım. Ona olmaz, buna olmaz, tutup insana ya sevdalı derler, ya bir korkusu var. Herkesin ağzı var. Oya’nın genç vücudu birdenbire dikleşti. Hırçın bir sesle:
– Anne rica ederim şu adi sözleri bırak! dedi. Korkusu var ne demekmiş. Allah Allah hem elalem bana vız gelir. Ne demek canım elalem ne demek? Benim elalemle ne işim var? Annesi Makbule hanım, yanakları ve göğsü pençe pençe kızararak:
– İşte böyle bu kardeş, dedi. Köpek gibi hırlar insanın yüzüne. Karşına alıp evladımdır diye iki lakırdı söyleyemezsin. Cehennemin dibine git! Oya aksilendi:
– Orası benim bileceğim iş.
– Çenen tutulsun…
– Anne Allah aşkına asabımı bozma zaten…”
7. Tahsin Yücel (1933 – 2016) – Dokuz Ay On Gün (Haney Yaşamalı), 1955
Rene Burri – Çekoslavakya, 1955
Öykülerde, özellikle bireysel eğilimlerden yola çıkan Tahsin Yücel, iç çözümleme ve yansıtma yöntemleriyle, gelenek ve modernizm çatışmasını özdeşliğini kullanarak okuru düşünmeye yönlendirir. Kimi zaman gelenekle modernizmin birbiriyle çelişen yönlerini, kimi zaman da hem çelişen hem de bağdaşan yönlerini aktarır. Yücel, öykülerinde insandan ve dünyadan yola çıkar. Kimi zaman Anadolu kültürü ve geleneğini, onun günlük yaşamına dair gözlemlerini, kimi zaman da Dünya-Batı kültürü ve edebiyatını kaynak olarak kullanır. Dokuz Ay On Gün adlı öyküsünde sosyoekonomik şartların toplumun yapı taşı olan aile kurumu üzerindeki etkilerini anlatır.
“Hiçbir şey istememişti senden, ama herşeyini vermişti. Hep geleceğim demişti, gelmişti de. Çocuğumuz da burada doğacak ondan sonra hiç gitmeyeceğim diye fısıldamıştı kulağına. İşte bekliyordun, hesabın tamamdı, kuşkun yoktu geleceğinden. Çoktandır görünmüyordu ama ne çıkardı? Sancılar içinde de olsa gelecekti bu akşam biliyordun. Gözlerini yollara diktin, uzun uzun yollara baktın. Yanakları pembe pembe bir bebek düşündün. Adını Yılmaz koyacağım dedin. Yanakları pembe pembe bebek bütün sisleri dağıtıverdi birden, karanlıkları eritti. Şıkır şıkır bir dünya doğdu içine. Gözlerini kapadın, gülümsedin. Ama birdenbire irkiliverdin birden, arkalarda bir yerden dertli bir türkü yükselmişti.”
8. Tarık Dursun K (1935 – 2015) – Anneciğini Hatırladıkça Bak (Bahriyeli Çocuk), 1976
Leonard Freed – Napoli, 1958
Adnan Özyalçıner “Tarık Dursun K., sıradan insanların yazarıydı. Kentin kenar köşelerindeki mahallelerin, yoksul insanlarını, genellikle İzmir ve yöresinde geçen çocukluk günlerini, gençlik serüvenlerini, hızla kapitalistleşen kenti, kentleri, bu kentlerin büsbütün yoksullaşan mahallelerindeki emekçileri, fabrika, yapı, deniz işçilerinin, esnaflarla küçük memurların yaşama savaşını anlattı. Öyküleriyle romanlarındaki bu insanları yaşamla, doğayla, toplumla olan ilişkileriyle, yer yer çelişkileri de işin içine katarak anlatmıştır.Gerçekçi bir anlatımı olan Tarık Dursun’un gerçekçiliğinin duygu yüklü, serüvenci bir yanının olduğunu da belirtmek gerekir. Gözlemlere dayanan anlatımında görsellik ön plandadır. Onun için onun öyküleriyle romanlarının görüntüsel, canlandırmacı anlatıma dayalı bir yanı vardır. Tarık Dursun K., Bahriyeli Çocuk öykü kitabındandaki hikayelerde çocukluk ve ilk gençlik yıllarını dile getiriyor.
“Fotoğrafın arkasındaki “Anneciğini hatırladıkça bak” yazısı, sağ alt kenar üçgeninden sol alt kenar üçgeninin ortasına doğru yürüyor. İşlek, açık bir yazı. Bir kadın elinden çıkma. Yine de annemin değil. Bir komşu kızına yazdırmış mutlaka. Annem yeni yazıyı öğrenemedi. Uğraşa didine okumasını söktü, yazmaya gelince ilkokul birinci sınıf öğrencilerininkini andırır, büyük büyük harflerle bir imza atmayı bildi, o kadar. Gazeteleri okurdu, kitap okurdu, ağabeyimden gelen mektupları okurdu. İki satırlık bir karşılık yazmak gerektiğinde de ya benim başımın etini yerdi ya da bir bir komşu öğrenci çocuğunun. Hiç kimseden yardım görmedi mi oturur, eski yazıyla kendi yazardı.”
9. Yaşar Kemal (1923 – 2015) – Sarı Sıcak (Sarı Sıcak), 1955
Constantine Manos – Karpathos, 1964
Yaşar Kemal’in öykü dalında verdiği ilk eser olma özelliğini taşıyan Sarı Sıcak, çoğunlukla Çukurova’da geçer ve 22 öyküden oluşur. Yaşar Kemal bu öykülerde Anadolu insanının açlık, pislik, hastalık, sefalet ve çevre koşulları içinde verdiği yaşam mücadelesini anlatır. Sarı Sıcak adlı öyküde ise acımasız babası Osman’ı uykusundan uyandırıp ekin tarlasına ırgatlığa yollar, büyüyünce tembel olmasın diye. Çaresiz anne buna dayanamayıp isyan etse de baba zorla Osman’ı çalışmaya yollar.
Çocuk, “Anam,” dedi, “Anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.” “Gene uyanmazsan?” “Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.” Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı. “Ya gene uyanmazsan?” “Öldür beni.” Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Cannn!” dedi. “Uyanmazsam…” Çocuk düşündü, birden: “Ağzıma biber koy,” dedi. Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü. Çocuk boyuna yineliyor: “Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..” Ana: “Can!” diyor. “Biber çok acı olsun.” Şımarıyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor: “Acı biber, kırmızıbiber… Bir yaksın ki ağzımı… Bir yaksın ki… Hemencecik… Hemencecik uyanayım.” Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. Bunaltıcı bir yaz gecesi… Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay… Yatak ekşi ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar: “Sabaha kadar uyumam.” Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu işe anası!”
10. Mustafa Kutlu (1947 – ) – Umutsuz Bir Aşkın Muhasebesi (Yoksulluk İçimizde), 1981
Ara Güler – İstanbul (Anadolulu göçmen işçilerin düğünü), 1959
Mustafa Kutlu’nun hikayelerinde karakterlerin modern yaşamın unsurlarıyla tanışması onlarda bir bocalamaya neden olsa da bağlı oldukları kültürel ve geleneksel kodlar sayesinde hayata tutunabildikleri görülür. Karakterler, iç dünyalarında savrulmalar yaşar, ancak bu kodlar (gelenek, din) aracılığıyla toparlanabilmeleri çoğu defa mümkün olur. Yoksulluk İçimizde’de ana izlek kar-zarar, zenginlik-yoksulluk kavramlarıdır. Burada gönül zenginliğinden mal zenginliğine evrilen anlayışın ağır eleştirisi yapılırken, “Gerçek zenginlik nedir?” sorusunun cevabı için okurla birlikte yolculuğa çıkılır.
“Her neyse görüldüğü gibi gelinle damadı bekliyoruz. Annemle bir köşeye çekilmiş ayakta dikiliyoruz. Anneme bu bir köşeye çekilip ayakta dikilmeyi zor kabul ettirdim. Daha doğrusu ben gidip bir köşede dikildim. O da aslında şöyle nikah masasının yakınlarında bir yere oturup davetlilere, imza merasimine, Şükran ve kocasının elbiselerine, takılarına, yüzlerine oldukça yakın olmayı, “Ah ah… işte Şükran kızımın mürüvvetini de göreceğiz” diye evden çıktığımızdan beri ağzının içinde geveleye geveleye bana bir şeyler duyurmaya, bana birşeyler hissettirmeye çalışa çalışa kurup durdu ama, peşimden gelmeyip, gidip orda, kendi istediği yerde oturmayı göze alamadığından kuzu kuzu gelip yanıma dikiliverdi. Zavallı anneciğim. Bu zavallı sözünden utanıyorum. İçimden bir şeyler alıp götürüyor bu sıfat. Bu sıfat içimden neleri alıp götürüyor? Bunları anlatmanın sırası değil şimdi.”
11. Selim İleri (1949 – ) – Annemin Sardunyaları (Pastırma Yazı), 1971
Bruce Davidson – Amerika – New York, 1962
Selim İleri Pastırma Yazı’nda bireyi toplum içindeki yerine oturtma çabası, bireyselle toplumsalın iç içe anlatımı söz konusudur. Öykülerde çocukluk zamanlarının izdüşümleri yansıtılırken toplumsal panoramaya açılma çabası ve 12 Mart döneminin birey üzerindeki tedirgin edici etkilerini anlatır. Annemin Sardunyaları’nda, Selim İleri çocukluk günlerinde annesiyle olan ilişkisini anlatıyor.
“Annem sardunyaları dikmişti hemen o akşam. Feridun Bey’den aldıklarımız tutmadıydı demişti o akşam bana. Ben balkonda kum kaşıklamıştım, su döküp tünel yapmak istedim ama olmadı dağılı dağılıverdi. Açacak demişti annem, bütün kış savaşacak toprakla, sonra açacak çividi, sarı, bunların yapraklarını ovalarsan elinde, sakız sakız kokar demişti. Şimdi olmaz demişti, yaz gelince çok yaprakları olunca. Ben o gece anneme, ben babamı, babaannemi sevmiyorum dedim. Böyle söyleme dedi annem, baban seni çok sever dedi. Babaannem diyor ki nesi var diyor, etsiz butsuz bir kızdı, görgüsüzdü diyor, nelerine güvenirler bilmem ki.”
12. Samim Kocagöz (1916 – 1993) – Mektup (Bütün Öyküleri), 1991
Werner Bischof – Macaristan, 1947
Kocagöz, toprak sahibi zengin bir çiftçi (ağa) olması, zenginliği ve İsviçre’de tahsil yapmış bulunması nedeniyle sosyal gerçekçi ve köy romancısı denilenler arasında yadırganan bir isimdir. Nitekim kendi sınıfına karşı çıkışında samimi olup olmadığı tartışılmıştır. Marksist, sosyalist görüşlere, acaba sırf bir entel heveskarlığı ile mi bağlandığı sorulmuştur. Birkaç hikaye ve romanının dışında çok iyi tanıdığı için yazdığını söylediği Ege’yi, özellikle Söke çevresini, oradaki vakalar ve kişileri, tarım ve işçilerini, toprak, deniz ve göl çalışanlarını konu edinmiştir. Kendi ifadesine göre romanlarında “Değişen insanın insanla, toplumla ve tabiatla ilişkilerini ama daima devrimci açıdan kaleme almıştır. Kocagöz’ün, bazı hikayeleri, uzatılmış hissi veren çoğu romanlarına göre daha güçlü ve okunaklıdır. Bu hikayelerindeki Sabahattin Ali, Sadri Ertem geleneği ve (sonraki hikayelerinde) Sait Faik etkileri, onları konu, kişi ve çevreler yönünden zengin, çeşitli, çeşnili hale getirmiştir. Mektup’ta 3 yıldan sonra annesine kavuşan babası uzakta çalışan küçük bir çocuğun duygularını anlatıyor.
“Korkuyla birden başını küçük odaya çevirdi. Sabahın alacakaranlığı henüz odadan çıkmamıştı. Köşedeki yatağın içinde oğlunun başı, siyah saçları görünüyordu. Yüzü duvara dönüktü. Nefes almıyormuş gibi geldi. Kalktı, dizleri, elleri titreyerek yavaşça yaklaştı. Yüzünü gördü, yanağını yanağına koydu. Rahat sakin uyuyordu oğlu. Ondan beş yaşındayken ayrılmış. sekiz yaşındayken ona kavuşmuştu. Geçen kış kendisi yokken okula başlamıştı. Bu yaz, iki aydır yeniden annesine kavuşmanın sevincini yaşıyordu. Hele annesiyle bir odada olmak, yan yana yataklarda yatmaktan çok mutluydu. Kendisi de köyüne gelmekten, anasıyla, babasına kavuşmaktan çok mutluydu.”
Kaynak
Necati Güngör – Benim Annem Güzel Annem, Seçilmiş Anne Öyküler, Füruzan’ın Öykülerinde Anne-Kız İlişkisi, Necip Tosun, Arif Ay – Anne Hikayeleri, Selim İleri’nin Romancılığı, Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Cumhuriyet Dönemi 2, Şükran YURDAKUL, 1994, Evrensel Basım Yayın