Online kitabevi idefix.com’un verilerine dayanarak, 2016’da Dünya Edebiyatı’nın en çok okunan kitaplarını ve bu kitaplardan etkileyici sözleri derledik.
Listemize eklenebilecek daha da fazla kitap olduğunun farkındayız, ancak okuma kolaylığı açısından 13 kitapla sınırlandırdık. Siz de bu kitaplardan okuduklarınızı, okumayı düşündüklerinizi ve okuduklarınızla ilgili yorumlarınızı bizimle paylaşabilirsiniz.
2016’da Türk Edebiyatı’nın En Çok Okunan Kitapları isimli yazımıza da göz atabilirsiniz.
1. George Orwell (1903 – 1950), 1984 (1949)
Eero Nicolai Järnefelt, Portrait of Arvid Järnefelt
Bir distopya olan 1984’ü çeviren Celal Üster “Bana kalırsa, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz insanlığı bekleyen bir total totalitarizm tehlikesine karşı edebiyatın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır.” der.
“Nereye baksanız, siyah bıyıklı surat karşınızdaydı. Biri de hemen karşıki evin ön cephesindeydi. BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazan posterdeki kapkara gözler Winston’ın gözlerine dikilmişti. Sokakta, bir köşesi yırtılmış başka bir poster rüzgârla inip kalktıkça, altından İNGSOS sözcüğü bir görünüp bir yok oluyordu. Uzaklarda bir helikopter damların arasından al çaldı, kocaman masmavi bir sinek gibi bir an havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi ileri atıldı. Pencerelerden insanların evlerini gözetleyen polis devriyesiydi bu. Ne ki, devriyeler önemli sayılmazdı. Bir tek Düşünce Polisi önemliydi.”
2. William Golding (1911 – 1993), Sineklerin Tanrısı (1954)
Clark Kelley Price, Reading In The Hayloft
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, İngiliz romancı ve şair William Golding, Sineklerin Tanrısı’nda (Lord of the Flies) günümüzde bir atom savaşı sırasında, bir uçak kazasıyla ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın bütün uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki korkunç bir gerçeği ortaya koymalarını dile getirir. Karakterlerin yaşları her ne kadar küçük olsa da, kitap çocuk kitabı gibi görünse de aslında yetişkinler için yazılmış bir kitap. Sineklerin Tanrısı, insanın içindeki iyi ile kötünün savaşını alegorik biçimde, oldukça başarılı bir şekilde ele alıyor. İyiyi-kötüyü, hırsı, barışı, sevgiyi çocuklar temsil ediyor.
“Birinden korkunca ondan nefret edersiniz ama boyuna da düşünüp durursunuz onu. Kendi kendinizi aldatırsınız; aslında kötü değildir dersiniz. Ama onu görünce, tıpkı nefes darlığına tutulmuş gibi olursunuz, soluk alamazsınız.”
3. Albert Camus (1913 – 1960), Yabancı (1942)
Rene Xavier Prinet, Au Salon à Luxeuil, Réunion Chez Les Desgranges
Albert Camus’un Yabancı (L’Etranger) adlı romanında, her şeye boş veren hayatın anlamsızlığına ve saçmalığına karşı mücadele eden, etrafında cereyan eden olayları anlayamayan ve anlamak için de hiçbir gayret göstermeyen Mersault adlı bir başkahraman vardır. Mersault’un hikayesi, yıllar önce huzurevine yatırdığı annesinin ölümü ile başlar. Annesinin cenazesi sırasında sergilediği umursamaz tavırlarından ve ilgisizliğinden dolayı yabancı damgası yedikten sonra kahraman, hayatının zaten pek de yolunda gitmeyen ama umursamadığı akışını saçma ve nedeni belli olmayan bir cinayetle bozar.
“Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu’ndan bir telgraf aldım: “Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü. İhtiyar Yurdu Marengo’dadır, Cezayir’den seksen kilometre uzakta. Saat ikide otobüse biner, öğleden sonra oraya varırım. Bütün gece başında bekler, yarın akşama da dönerim. Patrondan iki günlük izin istedim, ortada böyle bir mazeret varken hayır diyemezdi. Ama pek de hoşnut görünmüyordu. Hatta ona “Bunda benim bir suçum yok.” dedim. Karşılık vermedi. O zaman, böyle söylememeliydim diye düşündüm. Hem özür dilemek için neden de yoktu. Asıl onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. Öbür gün beni yas elbisesiyle görünce, diler elbette. Şimdilik sanki anam pek ölmemiş gibi. Ama gömüldükten sonra, tam tersine, mesele kapanmış olur ve her şey daha resmi bir kılığa girer.”
4. Gabriel García Márquez (1928 – 2014), Kırmızı Pazartesi (1981)
Charles James McCall, Portrait of William McCall
Gabriel García Márquez, Kırmızı Pazartesi (Crónica De Una Muerte Anunciada) romanında, Kolombiya’nın bir kasabasında herkesin bildiği, sadece öldürülen masum Santiago Nasar’ın bilmediği bir namus cinayetini anlatır. Bu cinayet gerçektir ve Gabriel García Márquez bu cinayetin çocuk tanıklarından biridir. Gabriel García Márquez, romanda namus cinayetini ele alarak toplumsal değerlerin birey üzerinde baskı yapışını ve bireyin davranışlarını etkileyişini ele alır.
“Annesinin gözünün önünde oğlundan kalan son hayal, yatak odasının içinden şöyle bir geçmesi olmuştu. Banyodaki ecza dolabında el yordamıyla aspirin bulmaya çalışırken annesini uykusundan uyandırmış, kadın da ışığı açınca, elinde bir bardak suyla, kapıda durduğunu görmüştü; sonsuza dek unutamayacağı bir görüntüydü bu. Santiago Nasar işte o sırada anlatmıştı gördüğü rüyayı ama annesi ağaçları hiç önemsememişti. “Kuşlarla ilgili tüm rüyalar hayırlıdır.” demişti ona.”
5. J.D. Salinger (1919 – 2010), Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951)
Lionello Balestrieri, Man Reading
J.D Salinger’ın tek romanı olan, Türkçe’ye ilk olarak Gönülçelen (The Catcher In The Rye) ismiyle çevrilen kitap daha sonra Çavdar Tarlasında Çocuklar ismi ile çevrilmiştir. Kitapta 16 yaşında anti-kahraman Holden Caulfield’ın üç günü kendi ağzından anlatılmaktadır. Kitap bazı ülkelerde ve Amerika’nın bazı eyaletlerinde yasaklanmış, bazılarında da okunması teşvik edilmiştir.
“Arabalar örneğin,” dedim. Ama çok sakin bir sesle söyledim bunu. “Örneğin insanların çoğu arabaları için deli oluyorlar. Arabaları hafifçe çizilse üzülüyorlar, durmadan mil başına ne yaktıklarını konuşuyorlar. Arabalarını aldıkları gün, başlıyorlar daha yeni bir arabayla nasıl değiştiririz diye düşünmeye. Ben, eski arabaları bile seviyorum. Beni hiç ilgilendirmiyor arabalar. Lanet bir atım olsa, daha iyi. Atlar en azından insana yakın, Tanrı aşkına. Atlar en azından…”
6. Franz Kafka (1883 – 1924), Dönüşüm (1915)
Nikolay Bogdanov-Belsky, New Fairy Tale
Kafka’nın dilimize Dönüşüm ve Değişim (Die Verwandlung) adıyla çevrilmiş eseri 20. yüzyılın en önemli romanlarından biri kabul edilir. Eserde güçlü bir toplum eleştirisi yapılır ve modern toplumda insanın yabancılaşması işlenir. Kafka’nın yaşam öyküsü incelendiğinde, Dönüşüm’de Kafka’nın öz yaşamıyla paralel pek çok unsurun bulunduğu göze çarpar. Sade bir dille yazılmış bu kısa hikaye güçlü bir kurguya sahiptir. Bu kurgu sayesinde, masalımsı ve gerçekdışı bir havada başlayan hikaye, okuyucunun beyninde gerçekçi çağırışımlar yaratmaktadır.
“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içersinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.”
7. Aldous Leonard Huxley (1894 – 1963), Cesur Yeni Dünya (1932)
František Kupka, The Book Lover
20. yüzyıl önemli İngiliz düşünür ve yazarlarından olan Aldous Leonard Huxley’in romanı Cesur Yeni Dünya’nın (Brave New World) olay örgüsü F.S. 632 yılında Londra’da geçer. Burada yaşayan toplumun genel özellikleri zaman zaman her şeyi bilen anlatıcı tarafından, zaman zaman ise karakterler arasında geçen konuşmalarla ifade edilir. Cesur Yeni Dünya bilimdeki ve teknolojideki hızlı gelişmelerin, insanlığın geleceğine dair bir kabusu okura aktarması ile distopya türünde önemli bir örnektir. Mutluluğu bulma yolunda halüsinasyon yaratan uyuşturucu ilaçlara olan ilgisini Cesur Yeni Dünya’ya da konu eden yazar, 1955 yılında ilk kez LSD kullanmış ve aldığı ilaçların etkilerini The Doors Of Perception isimli makalesinde anlatmıştır. Bu makalesi 1960’lı yılların sonunda Hippiler tarafından kutsal kitap ilan edilmiştir.
“Hiçbir suç, davranış bozukluğu kadar bağışlanamaz değildir. Cinayet sadece insanı öldürür, sonuçta insan nedir ki?” Elinin tersiyle, sıra sıra mikroskobu, deney tüpünü ve kuluçka makinesini işaret etti. “Kolayca yeni bir insan üretebiliriz, hem de istediğimiz kadar. Uyumsuzluk, bir tek insanın hayatından çok daha fazlasını tehdit etmektedir; doğrudan, toplumun kendisi için tehlike oluşturur.”
8. Stefan Zweig (1881 – 1942), Satranç (1941)
Brigit Ganley, The Dramatist
Stefan Zweig, Satranç’ta New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic ile Nazi döneminde esir düşen Avusturyalı Dr. B’nin şampiyona maçı için bir araya gelmelerini konu alır. Esir kaldığı süre boyunca tesadüfen ele geçirdiği bir kitapla satranç sanatının tüm inceliklerine hakim olan Dr. B’nin oyun süresince uyguladığı stratejiler umduğu gibi gitmez. Kitaplarında psikolojik çıkmazları etkili bir şekilde işleyen Zweig, Satranç kitabında Dr. B karakteriyle deliliğin sınırlarında gezinmekte olan insan psikolojisini tüm ayrıntılarıyla ele almaktadır.
“Delikanlıyken lisede ötekilerin çoğu gibi benim de sıkıntıdan zaman zaman bir satranç tahtasının yanına uğradığım olmuştu. Ama bu kuramsal şey benim ne işime yarardı ki? İnsan bir rakip olmadan satranç oynayamaz ki, hele taşlar ve tahta olmadan hiç oynayamaz. Yine de belki okunacak bir şey, bir giriş, bir yönlendirme yazısı keşfederim diye sayfaları isteksizce karıştırdım; ama her bir usta oyununun çıplak, kare diyagramları ve altlarında ilk önce anlayamadığım a2a3, aflg3 gibi işaretlerden başka hiçbir şey bulamadım. Bunların hepsi anahtarını bulamadığım bir çeşit cebir gibi geldi bana.”
9. John Verdon (1942 – ), Aklından Bir Sayı Tut (2011)
Jeffrey Hein, Man Reading by Lamplight
John Verdon’un polisiye serisinin ilk kitabıdır Aklından Bir Sayı Tut (Think Of A Number). Emekli bir cinayet masası dedektifi olan Dave Gurney, üniversiteden okul arkadaşı olan Mark Mellery’den gelen yardım talebiyle kendisini seri cinayetlerin ortasında bulur. Akıcı bir dile sahip romanda Dave Gurney’in eşi ve oğlu ile yaşadığı sorunlarda bolca işleniyor.
“Gözler her zaman işin en zor kısmıydı – gözler ve ağız – ama anahtar noktalardı. Bazen küçücük bir noktanın duruşu ve yoğunluğu üzerinde saatlerce çalışırdı. O kadar uğraşmalarına rağmen bazen çok iyi sonuçlar ekle edemezdi. Yeterince iyi olmadıkları için, bu sonuçlardan Sonya’ya ve tabii ki Madelein’e bahsetmezdi. Gözlerin sırrı, gerilimi ve çelişkiyi her şeyden daha iyi yakalayabilmesindeydi. Gurney’in, birlikte kayda değer vakit geçirme şansına sahip olduğu katillerin gözlerinde gördüğü, acımasızlık izlerinin delip geçtiği çekingen bir uysallıktı. Jorge Kunzman’ın (en son çıktığı kişinin kafasını buzdolabında saklayan ve yeni bir sevgili bulduğu an buzdolabındaki kafayı yenisiyle değiştiren Walmart marketi çalışanı) sabıka fotoğrafını dikkatle incelediğinde de aynı bakışı yakalamıştı.”
10. Adam Fawer (1970 – ), Olasılıksız (2006)
Norman Rockwell, Crackers In Bed
Düşündüğünüz insan ile birdenbire karşılaşmanız, birilerinin şans oyunlarını kazanırken sizin kazanamamanız, birşey yaparken içinizden bir hissin size ne yapacağınızı söylemesi, arada sırada dejavu tarzında hissetmeniz ve buna anlam verememeniz, rüyanızda gördüğünüzü gerçek hayatta bire bir yaşamanız ya da rüya mı gerçek mi diye karıştırmanız… Adam Fawer’in Olasılıksız (Improbable) romanı içinde tüm bu soruların ve benzeri soruların cevabını bulunduruyor. Hayatta şans ya da olasılık olarak adlandırdığımız yaşanmışlıkları bilim, felsefe ve gerçeklik ile harmanlayıp size hayatı anlatıyor.
“Oyunun en muhteşem yanı, akıllı bir oyuncunun masaya bakıp, o an için en iyi elin ne olabileceğinin hesaplayabilmesiydi. Caine açılan kartlara baktığında üç kart görmüyordu, yüzlerce olasılık görüyordu. Onu en çok ilgilendiren olasılık ise kendi kazanma olasılığının ne olduğuydu. Şimdiki eliyle bu yüksek bir olasılıktı. Elinde bir çift as vardı. Kupa ası ve karo ası. Açılan kartlar da sinek ası ve iki tane maçaydı. Maça altlısı ve valesi. Caine aslında 161 en sağlam kartları elinde tutuyordu. Yani masadaki en yüksek olasılık onun elindeydi, ama yine de birçok olasılık vardı. Her bir olasılığı aklından hesaplayarak, gerçekleşme olasılıklarını kestirmeye çalıştı. Caine, aklında rakamlar uçuşurken, kokunun var olduğunu iddia eden beyin dalgalarını birkaç saniyeliğine bastırabildi.”
11. Harper Lee (1926 – 2016), Bülbülü Öldürmek (1960)
Henry Stacy Marks, The Odd Volume
1960 yılında yayınlandığından bu yana bir dünya klasiği olan, bütün edebiyatseverlerin gönlünde özel bir yer edinen, Pulitzer Ödüllü Bülbülü Öldürmek (To Kill A Mockingbird) Amerika’nın güneyinde yaşanan ırkçılığı, eşitsizliği bir çocuk kahramanın, Scout Finch’in gözünden anlatıyor. Harper Lee, kullandığı yalın ama çarpıcı dil aracılığıyla adalet, özgürlük, eşitlik ve ayrımcılık gibi hala güncel temaları, Scout’un büyüyüş öyküsüyle birlikte dokuyarak, iyilik ve kötülüğü hem bireysel hem de toplumsal olarak mercek altına alıyor.
Bir siyahinin haksız yere suçlanması üzerinden gelişen olaylar, önyargılar, riyakarlık, sınıf ve ırk çatışmalarıyla beslenen küçük Amerikan kasabasının sınırlarını aşıp, insanlar arası ilişkide adaletin ve dürüstlüğün önemini anlatan evrensel bir hikayeye dönüşüyor. 1962’de çekilen film uyarlaması da üç dalda Oscar Ödülü’ne değer görülmüştür.
“Gerçek şudur. Bazı zenciler yalan söylerler, bazı zenciler kadınlara karşı saygısızdır, beyaz kadın olsun, siyah kadın olsun, fark etmez. Fakat bütün bunlar yalnız bir ırkı değil, bütün insanlığı ilgilendiren suçlardır. Bu salonda hayatında yalan söylememiş, ahlaksız bir davranışta bulunmamış bir insan olabileceğini sanmıyorum.”
12. Hermann Hesse (1877 – 1962), Siddhartha (1922)
Joseph Lorusso, Be Mine
Nobel Ödüllü Alman yazar Hermann Hesse’nin Siddhartha adlı eseri özünü bulmak için ruhsal bir yolculuğa çıkan Siddhartha karakterini ele alır. Siddhartha kelimesi Sanskrit dilinde siddha elde etmek, başarmak, artha aranan anlamına gelmektedir. Bu nedenle kitaba adını veren Siddhartha kelimesi aradığını bulan, amacına ulaşan anlamına gelmektedir. Siddhartha’nın amacı Nirvana’ya ulaşmaktır. Ateşin sönmesi anlamına gelen Nirvana istek ve tutkuların yok olduğu, ızdırabın etkileyemeyeceği, kişinin benlikten soyunduğu bir iç barışa ulaşmaktır.
Siddhartha, tıpkı Buddha gibi bir prenstir. Gerçek bilgiye ulaşmak için babasının uzun süreli direnişine aldırmayarak sarayını, gençliğini ve ailesini geride bırakarak ormanlara çekilir. Gezgin bir dilenci olarak yaşamını sürdürdüğü uzun bir dönemin ardından Buddha ile karşılaşır ve aralarında uzunca bir sohbet geçer. Buddha ona, Budizm’in içrek yapısını ve felsefi derinliğini anlatır.
“Siddhartha, içinde bir hoşnutsuzluk beslemeye başlamıştı. Ve hissetmeye başlamıştı ki, babasının sevgisi, annesinin sevgisi, ayrıca dostu Govinda’nın sevgisi onu her zaman mutlu kılamayacaktı, açlığını gideremeyecek, karnını doyuramayacak, ona yetmeyecekti. Saygıdeğer babası ve öbür öğretmenleri, bilge Brahmanlar bilgeliklerinin en büyük ve önemli kısmını kendisine sunmuş, kendi feyizlerini onun beklenti içindeki testisine akıtmışlardı ama Siddhartha testinin bir türlü dolmadığını, aklının bu kadarla yetinmek istemediğini, ruhunun dinginliğe kavuşup gönlündeki açlık ve susuzluğun giderilemediğini sezmeye başlamıştı.”
13. Laurent Gounelle (1966 – ), Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer (2012)
Edward Thompson Davis, Sunday Afternoon
Fransız yazar Laurent Gounelle bir psikiyatr. Yazar kimliği için, hayatın anlamı ve insanın doğası hakkında kişisel gözlem ve düşüncelerini aktarmayı sevdiğini söylüyor. Laurent Gounelle’nin kitapları, klasik kişisel gelişim kitaplarından farklı, didaktik değil. Gounelle’nin anti-kahramanları var kitaplarında. Okuduğumuz hikayeler de onların değişim hikayeleri. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer’de Alan Greenmor, babasız büyümüş, kısa süre önce sevgilisi tarafından terk edilmiş, işinde mutsuz, özgüveni eksik bir gençtir. Kaderin, kendini ölüme yönlendirdiğini düşündüğü bir gece yarısı intihar etmek için Eyfel Kulesi’ne tırmanır. Tam atlamak üzereyken, bir yabancıyla karşılaşır. Bir anlaşma yaparlar ve Alan atlamaktan vazgeçer.
“Sonra, ufak tefek işlerin birinden diğerine geçti. Her seferinde, yükselebileceğini, nihayet ödüllendirileceğini, yaşamını daha iyi kazanabileceğini sanıyordu. Birini elinde tutabilme, yeniden bir aile ocağı kurabilme umuduyla bir aşıktan diğerine koştu. Sanırım bir gün, yaşamıyla ilgili bütün bu umutların nafile olduğunu anladı ki o an bana odaklandı. Onun başarısız kaldığı yerde ben başaracaktım. Öyle çok para kazanacaktım ki o da yararlanacaktı. O andan itibaren benim eğitimim onun mutlak önceliği oldu. İyi notlar getirmemi buyurmuştu. Sofradaki konuşmalarımız, lise, öğretmenlerim, sınav sonuçlarım etrafında dönüp duruyordu. Annem benim antrenörüm olmuştu; ben onun yetiştirdiği çıraktım. Onunla Fransızca, geri kalan herkesle İngilizce konuştuğumdan, doğuştan çift dilliydim. Elimde çok önemli bir koz olduğunu dönüp dolaşıp tekrarlıyordu. Kesindi. Ya uluslararası bir işadamı olacaktım ya da büyük bir tercüman.”
Kaynak
Modern Örgütlerde Yabancılaşma ve Kafka’nın Dönüşüm Romanının Bu Bağlamda Analizi, Sineklerin Tanrısı, Kitap Yorumu, Aldous Huxley’in Ütopya Dünyası: Cesur Yenidünya ve Ada, Stefan Zweig – Satranç, Dinle Küçük Adam, Franz Kafka ve Değişim İsimli Eseri
7 tanesini okuyup 2’sini yarıda bırakmışım.
Hepsi birbirinden değerli kitaplar, okuyun.