Edebiyatın eski Ramazanları’nı, İstanbul’da yaşamayı tam anlamıyla içselleştirmiş yazarların anılarından, roman ve şiirlerinden okuyoruz. Çoğu 19. yüzyıla ait görünümler, insanlar, kahvehaneler, evler, camiler, sokaklar, eğlence mekanları… Ramazan geleneklerinin anlatımı ve bu geleneklerin toplumsal bireysel yaşamdaki etkileri, izleri…
İstanbul’un eski Ramazanları, mahyalar, ışık donanımları, imsakiyeler, zengin iftar sofraları, yoksullara iftar sonrasında verilen diş kirası, davulcular, maniler, sahur yemekleri, ramazan sohbetleri, direklerarası eğlenceleri, Bektaşi fıkraları ve daha pek çok sosyokültürel yaşam motifleriyle edebiyat eserlerine doğrudan ya da dolaylı yansımış durumda. Eski Ramazanlar imgesi, bu eserlerin etkisiyle, zihinlerde eski İstanbul’a dair pek çok çağrışımı harekete geçiriyor. Edebiyat toplumsal yaşamı ne kadar kucaklayabiliyorsa, edebiyatın dile getirdiği eski Ramazanlar da bambaşka bir rüya alemi yaşatıyor okuyanlara.
1. Halide Edib Adıvar (1882 – 1964) – Mor Salkımlı Ev, 1963
Hoca Ali Rıza – Çubuklu Sırtlarından Boğaz’a Bakış
Mor Salkımlı Ev, Halide Edib Adıvar’ın çocukluk günlerinden 1918’e kadarki hatıratıdır. Halide Edib’in çocukluk döneminin bir kısmı, yazarın otobiyografik eserine adını veren Mor Salkımlı Ev’de geçmiştir.
“Ramazan başlamıştı. Önce sokaktan geçen erkeklerin ve çocukların ellerinde bir yandan öbür yana salladıkları fenerler, odanın perdelerinde ışıktan yarım daireler çizerek geçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul… O günlerde İstanbul’un bu kısmı sadece eski ve geniş saçaklı ahşap evler ile dolu idi. Sütnine elimi yakaladı ve beni camiye götürdü. Sokaklar, yüzü peçeli gençler, renk renk çarşaflı kadınlar, ellerinde tespih çeken erkeklerle dolu idi. Her cami avlusu, renkli ve değerli taşlardan yapılmış tespihler, çubuk, sigara ağızlıkları, kuruyemiş, baharat ve akla gelmeyen şeylerle dolu idi. O evde, Ramazan gecelerinde Ahmet ağa beni Karagöz’e de götürürdü. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynarlardı. Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk hatta büyükler kahvenin bahçesine dalarlardı. Sinekli Bakkal’daki kız Tevfik bu akşamların bende bıraktığı intibahtan bir hayli şey almıştır. Kahveye seyirciler için birer iskele konur, orta yerde küçük beyaz bir perde, üstünde acayip bir ejderha resmi dolaşır arkasında esrarlı bir vızıltı işitilir. Küçük seyirciler ayaklarını yere vurarak “Başlar mısın, başlayalım mı?” diye bağırır dururlardı. Nihayet teflerin çalınması ve perde arkasından gelen bir şarkı seyirci alayını teskin eder ve sonra da oyun başlardı.”
Halide Edib Adıvar’ın 10 Romanından İz Bırakan Alıntılar yazımıza da göz atmanızı öneriyoruz.
2. Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 – 1974) – Anamın Kitabı, 1957
Halil Paşa – Mektup
Yakup Kadri, 68 yaşında yazmaya karar verdiği anı kitabı Anamın Kitabı’nda “Çoğumuzun kalbindeki bereler o çağda açılmış yaraların izidir. Bu bakımdan denilebilir ki insanın alın yazısı çocukluğunda yazılmıştır. Kendimizi tanımak için bu çağlara benliğimizin karanlık, dolaşık labirentlerine inmek gerekir. Böyle bir tecrübeyi kendimden başka kimin üzerinde yapabilirdim?” der.
“Ben Ramazan’ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan’ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan’ı yalnız iftar sofraları, sahur, hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil, bana büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaazları ve teravih namazları içinde severim. Bunu haketmek gayretiyle çok defa büyüklerle oruç tuttuğum, bazen de birtakım şer-i hilelere başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. Sahur yemeklerini hiç sektirmezdim… Sabahın epeyce ileri bir saatinde uyandığım vakit evi tam bir sessizlik için de bulurdum. Zira, kız kardeşimle benden başka bütün ev halkı yataklarına sabah namazından sonra girmiştir. Annemden aşçıya, hizmetçiye kadar herkes uyuyordur. Benim için Ramazan günlerinin yalnız bu vakti tatsızdır.”
3. Refik Halit Karay (1888 – 1965) – Üç Nesil Üç Hayat, 1943
Hüseyin Zekai Paşa – Karpuzlu Natürmort
Refik Halit, Üç Nesil Üç Hayat adlı eserinde Abdülaziz, Abdülhamit, ve Cumhuriyet diye adlandırdığı üç dönemi ve bu dönemlerin yaşam biçimlerindeki değişiklikleri ele almıştır. Karay, geleneklerin, giyim kuşam malzemelerinin, sosyal yaşamın, devlet dairelerindeki çalışma ortamının ve kullanılan eşyaların iyi bir izleyicisi olduğunu göstermiş, bunlardaki değişimi gözler önüne sermiştir.
“Ramazan ayı boyunca şehrin ileri gelenlerinin iftar verme geleneği meşhurdu. On bir ayın bir sultanı unvanıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mideyle alakadardı; bu ayda bazen israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer; İstanbul, en nefis yemeklerin her ‘Merhaba’ diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki… Gözüne kestirdiğine girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede ve ne münasebetle tanışıldığını, isminizi, işinizi sormazdı. Sadece, kapıda duran ağa, kılığınıza kıyafetinize bakarak size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada ya orta sofrada yahut da alt katta kahve ocağı sofrasında… Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç, usulcacık sıvış, git. Kimse farkında olmaz, onlar dahi işi acayip bulmazdı. Otuz gün Ramazan’ı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı!”
Memleket Hikayeleri’nin Yazarı Refik Halid Karay’ın 7 Önemli Kitabı isimli yazımızı da okumanızı öneriyoruz.
4. Ahmet Rasim (1864 – 1932) – Şehir Mektupları, 55. Mektup
Osman Hamdi Bey – Satranç
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları’ndaki tüm mektuplarında genel olarak İstanbul’u anlatmaktadır. Ahmet Rasim her mektubunda izlenimlerine ve özlemlerine yer vermiştir. Sohbet üslubuyla kaleme almıştır. Mektuplarda başlık bulunmuyor, numaralandırmış. Her birinde okura seslenilirken, bir fıkra ya da bir anıyla anlatılan konuyu renklendirmeye çalışmıştır. Kitabın ilk basımı 1896 yılında basıldı, yeni harflerle basımı ise 1971 yılında gerçekleşti.
“Çok şükür eriştirene? Günleri sıralayan Allah, oruçlu olan ümmetin hepsini yardımıyla affetsin! Ramazan denildi mi, iftarın, teravihin, sahurun hatıra gelmemesi mümkün mü? Fakat arada mahya, davul meraklılarını da unutmak olmaz. Onların da kendilerine göre eğlenceleri vardır. Hatta büyük camilerde kurulan mahyaları bu sene gecesi gecesine kaydederek uğraşacak olanlar da nadir değildir. Davula gelince ipi ister al olsun, ister mor, ondan amaç “düm tek düm tek” tarzında bir ses çıkarmak olduğundan bekçilerin zeka derecelerine göre bu ahenkte bir ritim bulunabilir. Yalnız mahalle beylerinin eline geçmemeli, geçerse aşçıya, ayvaza, mama dadıya, ihtiyar sütnineye, pehlivanlık kurallarına, yazın Büyükdere, Bentler sefasına doyamayan hovarda kırıntılarına, Bulgurlu, Dudullu, Kartal… Köy düğünlerine alışık zevk düşkünü insanlara, Ortaoyunu seyircisine, Kel Hasan’a, Kambur Mehmed’e, Komik Arife, İbiş’e, Tuhaf Atıf’a göbek attırmak işten bile sayılmaz.”
5. Salah Bilsel (1919 – 1999) – Kahveler Kitabı, 1975
Şevket Dağ – Anadolu Hisarı Yanında Yalı
Salah Birsel’in deneme tadında yazdığı, tarih, anı, gezi gibi türleri kaynaştırdığı beş ciltten oluşan Salah Bey Tarihi (Kahveler Kitabı, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Boğaziçi Şıngır Mıngır, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, İstanbul-Paris), edebiyatımızda özel bir öneme sahiptir. Bu beş kitapta Osmanlı saraylarını, Boğaziçi yaşamını, İstanbul’un kahvelerini, gazinolarını ve mesire yerlerini, sanatçıların yaşadığı semtleri, tarihsel bir perspektiften kendine özgü renkli üslubuyla anlatır. Kahveler Kitabı serinin ilk kitabıdır.
“Direklerarası, Kalenderhane Camii önünde başlar. Şehzadebaşı Caddesi’nin 16 Mart Şehitleri Caddesi’yle Dedeefendi Caddesi’nin kavşak noktaları arasında kalan parçadır burası. Buraya Direklerarası denilmesinin nedeni de yolun iki yanında taş direklere dayanan kemerler bulunmasıdır. Direklerin arası altı metre var, yoktur. Halk, bu kemerlerin altından geçer. Direkler, Meşrutiyet’in ilanına değin vardır. Meşrutiyet’ten hemen sonra Şehzadebaşı Caddesi genişletilmek istenince kemerler, direkler yıkılmış caddeye de tramvay hattı döşenmiştir.”
6. Halit Fahri Ozansoy (1891 – 1971) – Eski İstanbul Ramazanları, 1968
Feyhaman Duran – Hattat Rifat Efendi’nin Portresi
Şair, gazeteci, oyun yazarı Halit Fahri Ozansoy’un otobiyografik izlerin sıkça bulunabileceği Eski İstanbul Ramazanları kitabı, Halit Fahri’nin edebiyat hatıralarına girmeyen edebi muhit ve şahısları anlatır. Kitap, İstanbul’un o devir için merkezi semtleri olan Vezneciler, Direklerarası, Eminönü ve Şehzadebaşı’nın Ramazan günlerinden bahsediyor.
“Kadınlar binbir telaş içinde kocaman iftar tepsisini sofraya çıkarırlar. Bu tepsi adeta sıcak yemeklerden önce el atılan bir yiyecek sergisidir. Reçeller, belki yirmi, belki daha fazla renk renktir: Çilek, vişne, gül, hünnap, kayısı, incir, frenk üzümü, ayva, şeftali, portakal, mandalina, ceviz, mürdüm eriği, bardak eriği, ne bileyim, Tanrı’nın kullarına nasip ettiği daha nice nice, nadide, Rumeli ve Afrika meyvaları reçelleri. Sonra peynirler envai. Sucuk, pastırma, havyar, tarator, kaz ciğeri… Hatırlamadığım daha bir sürü yiyecek. Bunların hepsi tabak tabak. Fakat tepside herkesin önünde zeytin. Kavala zeytini de. Ve en önemli olan hurma. Orucu siyah zeytinle bozanlar olduğu gibi, Arabistan’dan geldiği için hurma ile bozmayı sevap sayanlar da çok. Şimdi bu muhteşem tepsinin etrafına çörekotlu sıcak pideleri ve susamlı ve yağlı kandil çöreklerini dizin, tepsiyi gözünüzün önüne getirirsiniz. Topun patlamasına iki üç dakika kalmıştır.”
7. Abdülbaki Gölpınarlı (1900 – 1982) – Ramazan Geldi Hoş Geldi, 1962
Ruhi Arel – Kağıthane
Divan şiiri, tasavvuf, tarikatlar ve mezhepler üzerine yaptığı kapsamlı çalışmalarla tanınan edebiyat tarihçisi yazar Abdülbaki Gölpınarlı eski ramazanları, sosyal yaşamı, gelenekleri zaman zaman fıkralarla anlatıyor.
“Yaya gezen hanımların ardında, mutlaka bir yaşlı kadın bulunurdu; elinde de bir işkembe fener, yani kapanınca kat kat katlanan, açılınca geniş bir boruya dönen, üstü kulplu, içinde mum yanar muşamba fener, öbür elinde de bir koca şemsiye vardı o yaşlı kadının. Bu kadın, evin kahya kadınıydı. Vakti hali daha yerinde olanların yanlarında Arap Bacı bulunurdu. Kaç genç, hanımefendiye harf attığından, levanta sıktığından, kahya kadından, Arap Bacıdan, kafasına şemsiye yemiştir, sormayın. İki taraflı özlem, tatmin edilemeyen, içte kalan isteklerin dışa vuruşu!”
8. Samiha Ayverdi (1905 – 1993) – İbrahim Efendi Konağı, 1964
Hikmet Onat – Küçüksu’dan
Samiha Ayverdi bu eseri için: “Bu kitap ne bir hikayedir ne masal ne de roman. Zamanı, mekanı, vakaları, şahısları hatta vakalarının seyri, sırası ve detaylarının yüzde doksanı ile otomatik ve yaşanmış bir devrin, gerçek ve yaşanmış bir hayat tablosudur.” der. İbrahim Efendi Konağı’nda hem bir ailenin hem de bir devletin dramı, görkemli bir konakla birlikte muhteşem bir devletin yıkılışı anlatılır.
“İbrahim Efendi’nin konağında da ramazana giriş, şehrin mutad görenek ve geleneğine uygun çizgiler içinde cereyan ederdi. Sıra sıra beş altı leğenin basında güle şakalaşa köpüklü sularda güreşen genç halayıklar, sabahın erken saatlerinde başladıkları çamaşırı akşama doğru bitirip işten çıkınca, çamaşıra girmemiş kapı yoldaşları onları bir tarafa çekerek günlük işlere sokmaz, sıcak su içinde pembeleşip yumuşayan ellerine, mevsimine göre şerbet, limonata vererek ya da önlerine tepsi tepsi kuru yemiş getirerek ikram ederlerdi. Ertesi gün üç dört masada birden başlayan ütü, geç vakitlere kadar devam eder; bir yanda da önünde dikiş sepetiyle oturan yardımcı bir kalfa, eksik düğmeleri, sökükleri, yırtıkları diker, bu iş de bittikten sonra, sıra çamaşırların ayrılıp yerlerine yerleştirilmelerine gelir, böylelikle de çamaşır faslı tamam olmuş olurdu.”
9. Ruşen Eşref Ünaydın (1892 – 1959) – Diyorlar Ki, 1918
Hoca Ali Rıza – İftar Sofrası
Ruşen Eşref Ünaydın, 1916-1918 yılları arasında dönemin önde gelen edebiyatçılarından on sekizi ile eski ve yeni edebiyat hakkında sohbet havası içinde yaptığı görüşmeleri, daha sonra bir bütün halinde 1918’de Diyorlar Ki adıyla yayımlamıştır. Kendi alanında bir ilk olan bu çalışmada eski Ramazanları anlattığı bir bölümde var.
“Ah, o iftar sofralarının güzelliği! Çini tabaklar içinde bir çok çiçek gibi renk renk duran reçelleriyle, etrafını birer hilal gibi alan kokulu yarım simitleriyle adeta bahçe göbeklerini andırırlardı. Çorbaların biberli buğusu, kıymalı yumurtaların nefis kokusu odayı iştaha çoğaltan bir havaya bürürdü. Mermer musluğun yanındaki kayık tabaklarında kabaran dolgun güllaçları kar toplarına benzetirdim. Bakır maşrapalarla billur sürahilere yavaş yavaş boşaltılan sular, içimizdeki hararete adeta ince bir serinlik çizerdi. Hala beklenen top atılmazdı. O bekleme anlarında bazen ezgin, bazen tiz ses veren uzak yakın kapı tokmakları, kaba şiveli dilencilerin nakaratıydı. Hala hatırımdadır: Bunlar, buğulu beyinlerde garip bir acıma ve rengi belirsiz merhamet uyandırırdı. Kızmak, kimsenin aklına gelmezdi.”
Kaynak
Hülya Soyşekerci, 17 Eylül 2008, Taraf Gazetesi, Refik Halit Karay’ın Üç Nesil Üç Hayat Adlı Eserinden Türkçe Sözlük’e Katkılar , Edebiyatımızda Ramazan – Adem Çevik, Eski İstanbul Ramazanları, İbrahim Efendi Konağı – Semiha Ayverdi, Diyorlar Ki’nin Işığında Yenilerin Divan Edebiyatı’na Bakışı