Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, George Eliot başta olmak üzere dünyaca ünlü 10 feminist yazarın kitaplarını ve kitaplarından alıntıları derledik.
Bu yazılarımıza da göz atmanızı öneriyoruz:
Osmanlı’dan Günümüze 13 Türk Feminist Yazar ve Romanları
Feminist Edebiyatın Çarpıcı İsmi Sylvia Plath’ın Hayatı, Şiirleri, Eserleri
Feminist Yazar Virginia Woolf’un Kitaplarından 9 Alıntı
1. Virginia Woolf (1882 – 1941) – Kendine Ait Bir Oda, 1929
Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un 1928 yılında Newnham ve Girton Üniversiteleri’nde verdiği iki konferans metnine dayanır. Ama bu bilgi bizi kitabın tamamen gerçeğe dayalı olduğu konusunda yanıltmamalı. Aksine, Kendine Ait Bir Oda gerçekçiden öte kurmaca olarak nitelendirilebilir. Woolf, kitabın başında “Anlatmak üzere olduğum şeyin var olmadığını, Oxbridge’in birer uydurma, ben’in gerçek kimliği olmayan bir kimse için kullanılan kullanışlı bir terim olduğunu söylemem gereksiz sanıyorum.” der ve ekler “Dudaklarımdan bazı yalanlar dökülecek, ama bunların arasına karışmış bazı gerçekler de olabilir, bu gerçeği bulup çıkarmayı ve saklamaya değer bölümü olup olmadığına karar vermeyi okuyucuya bırakıyorum.”
“Geçen gün, çok insancıl, erkeklerin en alçakgönüllüsü olan Z., eline Rebecca West’in bir kitabını alıp bir paragraf okuyunca, “Rezil feminist! Erkeklerin kendini beğenmiş olduğunu söylüyor!” diye bağırdığında düştüğüm şaşkınlığı açıklar mı? Beni çok şaşırtan karşı cins hakkında kaba olsa da büyük olasılıkla gerçek olan bir ifadede bulundu diye Miss West neden rezil bir feminist olsundu ki bu haykırış sadece yaralı bir kibrin çığlığı değildi; o adamın kendine inanma gücünün uğradığı saldırıya karşı bir protestoydu. “Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık…”
2. Doris Lessing (1919 – 2013) – Altın Defter, 1962
2007 yılı Nobel Edebiyat Ödülü Altın Defter’in yaratıcısı ,İngiliz yazar Doris Lessing, “100 yıl sonra hala romanlarınızın okunacağına inanıyor musunuz?” sorusuna “Eğer okunacaksa, hangisinin okunacağını merak ediyorum. Belki Altın Defter olabilir. Zamanımızın çok kapsamlı bir özeti çünkü.” Macaristan isyanının bastırılmasından sonra Lessing 1956’da komünizme sırt çevirir ve altı ay sonra, artık yazı yazmayan başarılı bir kadın yazarın geçirdiği buhranı anlattığı Altın Defter’i yazar. Lessing’in eserlerinin başlıca temalarının feminizm, cinsiyetler arası savaş ve bütünlük peşinde koşan bireyler olduğu söylenebilir. Lessing’in çoğunlukla Afrika’nın güneyinde ya da İngiltere’de geçen eserlerindeki solcu, bağımsızlığına son derece düşkün ve feminist kadın kahramanlar, içinde yaşadıkları toplumların kültürel kısıtlamalarına karşı başkaldırı içindedir. En çok okunan ve en çok çevrilmiş romanı Altın Defter, kadın hareketinin köşe taşlarından biri olarak görülmektedir.
“Ben erkeğim, erkek,” diye bağırıyordu. “Kadınların bana sahip olmak için kilit altında tutacağı bir ev hayvanı değilim ben.” Bağırıp çağırmaya devam etti, ben de geçen gün hissettiğim gibi, iradesizlik yolunda bir adım daha atmış olduğum duygusuna kapıldım. Ben, ben, ben, ben, ben diye bağırıyordu, ama söylediği hiçbir şey birbiriyle bağıntılı değildi; ipe sapa gelmez bir biçimde bağırıyor, sözcükler ağzından bir makineli tüfeğin kurşunları gibi çıkıyordu. Ben, ben, ben, ben, ben diye sürüp gitti konuşması, ben de dinlemeyi bıraktım, sonra birden Saul’un sustuğunu ve kaygıyla bana baktığını fark ettim. “Neyin var senin?, dedi.”
3. George Eliot (1819 – 1880) – Middlemarch, 1872
George Eliot takma adıyla yazan Mary Anne ya da Marian Evans, Victoria döneminin en ünlü İngiliz yazarlarındandır. Virginia Woolf’un bir başyapıt olarak nitelediği Middlemarch’ta yaşlı profesör Casaubon ve genç Dorothea Brooke arasında gerçekleşen mutsuz evlilik, Eliot’un Baraban’a duyduğu hayranlık anlatılır. Hayatın anlamını arayan Dorothea Brooke’un yanılgılarını ve evlilik dışı aşkını konu alan roman, bir taşra kasabasının sosyal ve politik ahlakına da eleştiriler getirir.
“Dorothea yaşadığı toplumun çekilmez darlığını ve anlaşılmaz vicdanını sorgulama eğilimindeydi. Plan yapma çılgınlığı! Yaşamaya değer olan nedir, birinin eylemlerinin tüm etkisi bir çöpte sararıp solabildiğinde, yüce inanç ne için mevcuttur? Kocasının beyninde görmeyi hayal ettiği, ferah hava ve geniş bakış açısı hiç bir yere çıkmayan dar ve dolambaçlı geçitlerle yer değiştirmişti. Genç kadın, Casaubon’un düşündüğünden daha zorlu bir şeye dönüşmüştü. Onu yargılıyordu ve kadınca adanmışlığı şüpheci düşüncelerin pişmanlık cezası gibiydi. Casaubon’a kusursuz güvenle tapınan bu genç yaratık çabucak tenkitçi bir eşe dönüşmüştü. Dorothea’nın sessizliği şimdi bastırılmış bir isyandı, nazik cevaplarında rahatsız edici bir isyan vardı.”
4. Ingeborg Bachmann (1926 – 1973) – Malina, 1971
Hikmet Temel Akarsu “20. yy’ın yetiştirdiği en önemli feministlerden olan Bachmann, roman sanatına el attığı anda bu maskülen dünyanın kalıplarını yıkarak işe başlar. Romanın bir mühendislik faaliyeti olarak ele alınması ve sağlam bir stüktüre sahip olması gerektiği gibi klasik yargıları ilk anda yıkar geçer. Bu yönüyle erkekler dünyasının edebiyatına ilk adımda meydan okur. Feminen bir dünyanın öncelikleri olduğunu militanca hissettiren bir edebi söylemle eserini örmeye başlar. Ve eserinin son satırına kadar bir daha asla taviz vermez. Malina romanında İvan adlı erkek arkadaşıyla aynı daireyi paylaşan yazarın Bachmann olduğunu tespit etmemek için budala olmak gerekir. Buna rağmen yazar bunu asla dile getirmez. Malina romanında pek çok unsur gibi bu da okurun ferasetine bırakılır. Herkesin hayatında olabilecek türden problemler, düş kırıklıkları, mutsuzluklar, gayrı memnunlukları.” der. “Bachmann, Malina romanı için tinsel, kurgu ürünü bir otobiyografi demiş ve Önceki Sonbahar (Paul Celan), Bu Sonbahar’la (Max Frisch) iç içe geçiyor.” diye eklemiştir.
“Erkekler birbirinden farklıdır ve aslında her birini iyileşmez bir klinik vaka olarak görmek gerekir, başka deyişle, ders kitaplarında ve ilgili öteki kitaplarda yazılı olanlar, tek bir erkeği bile tüm doğasıyla açıklamak için yeterli değildir. Bir erkeğin beyninden kaynaklananları anlamak bin kez daha kolaydır. Bu en azından benim için kesinlikle böyle. Ama bu hiç kuşkusuz herkeste ortak olduğu söylenen şey değil. Ne büyük bir yanılgı! Bir genelleştirmeye olanak sağlayabilecek böyle bir malzeme, yüzyıllar boyunca bile toplanamazdı. Tek bir kadın bile çok fazla sayıda tuhaflığın üstesinden gelmek zorundadır ve kendini hangi hastalık belirtilerine göre ayarlaması gerektiğini ona daha önce söyleyen olmamıştır, denilebilir ki, erkeğin bir kadın karşısındaki tutumu tümüyle hastalıklıdır, üstelik tümüyle kendine özgü biçimde hastalıklıdır; dolayısıyla erkekleri hastalıklarından kurtarabilme olanağı artık asla yoktur. Kadınlar için ise, olsa olsa acılara katılıp birlikte acı çekme yoluyla kaptıkları bulaşıcı hastalıkların izlerini az çok taşıdıkları söylenebilir.”
5. Margaret Atwood (1939 – ) – Damızlık Kızın Öyküsü, 1985
Feminist bir yazar olan Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabı Feminist Edebiyat’ın sayılı örneklerinden. Kitabın içeriği bir distopya (günümüzde ve gelecekte ideal olan toplumun giderek kötüleşeceğini, özellikle düzenin insanları terörize edip toplumsal bağların yok olacağını ortaya koyan kötümser bir bakış açısı) örneğidir. Kitapta bugünkü kadın haklarının tersine dönmesiyle oluşacak zor yaşam koşulları irdelenmiştir. Damızlık Kızın Öyküsü, kadınların erkeklerin buyruğu altında olduğu ve bir kast sistemine göre sınıflandırıldıkları, doğurmanın her şeyden çok teşvik edildiği ve değerli görüldüğü dehşet verici bir hiyerarşiyi, totaliter ve teokratik bir devleti anlatıyor.
“Kadınlar ihtiyardı, bahse girerim artık neden onlardan ortalıkta pek fazla görmediğini merak ediyorsundur; aynca üç şansını da kullanmış Damızlık Kızlar ve benim gibi ıslah edilemezler vardı. Bir kenara fırlatılıp atılanlar, hepimiz. Elbette, hepsi de kısır. Başlangıçta böyle değillerse de, bir süre orada kaldıktan sonra olmaları kaçınılmazdı. Emin değillerse, insana küçük bir ameliyat yaparlar ki herhangi bir hata olmasın. Koloniler’dekilerin dörtte biri erkek diyebilirim. Bütün Cinsel İhanetçilerin sonu Duvar’da sallanmak olmuyor.”
6. Simone de Beauvoir (1908 – 1986) – İkinci Cins, 1949
Feminist düşüncenin gelişiminde önemli bir yeri olan Simone de Beauvoir kitabında, kadını erkeğin yokluğu, eksik ötekisi olarak tanımlayan, rasyonaliteyi erilliğe, duygusallığı ise dişilliğe eşitlediğine inanılan Batı felsefesi geleneğine karşı feminist duruşunu hatırlatma niyetindedir. Varoluşçu teoriyi, kadın olmanın özel varoluşsal koşullarına uygulayan Simone de Beauvoir, 20. yüzyılın en etkili yapıtlarından biri olan İkinci Cins’te, insanlık tarihi boyunca kadının, erkekler tarafından, erkeğin ötekisi olarak tanımlandığını, doğa ve beden ile özdeş kılınarak kültür ve uygarlık yaratma sürecinden dışlandığını söyler.
“İnsanlık erildir ve erkek kadını kendisi için değil, erkeğe göre tanımlar; kadın özerk bir varlık olarak görülmez… Erkek kadına referansla değil, kadın erkeğe referansla tanımlanır ve farklılaştırılır. Kadın rastlantısal olandır, özsel olana karşıt özsel olmayandır. Erkek öznedir (ben), mutlak olandır, kadın ise öteki cinstir. Kadının erkekten daha aşağı olduğunu gösteren tek bir kanıt yoktur. Beden yapısında birtakım ayrılıklar vardır elbette, ama bunların hiçbiri erkeğe ayrıcalık sağlamaz.”
7. Charlotte Perkins Gilman (1860 – 1935) – Kadınlar Ülkesi, 1915
Radikal feminist düşünce içinde önemli bir yere sahip olan ve pek çok farkındalığı cesurca dillendiren Gilman’ın Kadınlar Ülkesi, erkeklerin olmadığı, sınıfsız ve barış içinde yaşayan bir kadınlar toplumunu anlatır. Kitapta pek çok klasikleşmiş erkek ütopyasında yok sayılan veya satır aralarında yer verilen kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmesi, diğer özelliği de kadınları ele alan edebi denemeler içinde ilk kez feminist öğelerin ütopya tarzıyla açık ve bilinçli bir şekilde işlenmesidir. Ütopik ülkesini, sınıflı-erkek egemen toplumun kadın kalıp ve tanımına aykırı kadınlardan yaratan Gilman, 20. yüzyılın temel çelişkileri olan ulusalcılık, yurttaşlık ve kadın hareketi içindeki eşitlik ve özgürlük gerilimine de değinir.
“Burada erkek olsa, onlarla dövüşeceğimizi, eğer sadece kadınlar varsa da, doğal olarak bunun bir engel oluşturmayacağını sanıyorduk. Kadınlara yönelik kibar, romantik, modası geçmiş düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı Jeff… Kendi istedikleri ve istemedikleri olarak iki tür kadın bulunduğuna dair, kendisinden son derece emin, uygulamaya yönelik kuramlarıyla Terry .. Ona göre kadınlar arzulanan ve arzulanmayan olmalarına göre ikiye ayrılıyorlardı. İkinci gruptakiler çoğunluğu kapsıyordu ancak bunların sözünü etmeye değmezdi. Terry böylesi kadınları hiç aklından geçirmemişti. Ve işte şimdi, basbayağı onun ne düşüneceğini umursamayan, besbelli onunla ilgili bir takım almış bir halde, görünüşe bakılırsa da bu kararları pekala uygulayabilecek güçte, kalabalık bir topluluk halinde buradaydılar. Bunun üzerine hepimiz ciddice düşünmeye başladık. Onlarla birlikte gitmeye itiraz etmek, bunu yapabilecek olsak bile, akıllıca görünmüyordu; tek şansımız, her iki taraf için de uygar bir tutum olan, arkadaşça bir tavır sergilemekti.”
8. Kate Millett (1934 – ) – Cinsel Politika, 1970
Feminist hareketin önde gelen isimlerinden olan Kate Millett’in büyük yankılar uyandıran kitabında, cinsel politika kuramını okura sunar, bu kuramın ideolojik, biyolojik, toplumsal, sınıfsal, ekonomik, eğitsel yönleriyle irdeler. Romantik aşk kavramını kadın üzerinde denetim kurmaya çalışan erkek için bir araç olarak tanımlayan Millett aynı zamanda ataerkillik içinde yaratılan kadın çatışmasına da değinir. Kadınların sistematik bir biçimde eğitimden uzaklaştırılması ve cahil bırakılmasını ataerkil düzene bağlayan yazar, kadınlara biçilen rollerin pasiflikten, annelikten, hizmetçilikten uzaklaşmadığını vurgular.
“Çocukluk yılları toplumun cinsel kodlarını çözmek ve benimsemekle geçer. Toplumsal koşullarımız yüzünden kadın ve erkek birbirlerinden tamamen ayrı iki kültür niteliği taşırlar ve bunların yaşam deneyleri de çok büyük ayrımlar gösterir. Çocukluk boyunca cinsel kimliğin gelişmesini, ailenin, eğiticilerin ve kültürün, her cins için uygun gördüğü davranış, kişilik, ilgi, değer ve anlatım kavramları belirler. Çocuğun yaşamının her anı, oğlan ya da kız oluşuna göre, cinsiyetin kendine yüklediği zorunlulukları yerine getirmek için nasıl davranmak ve düşünmek gerektiğini öğrenmekle geçer. Gençlik yıllarında, çevreye ayak uydurma zorunluluğu çeşitli buhranlara yol açar ve bu bunalımlar olgunluk dönemine girdikten sonra yatışır.”
9. Ursula K. Le Guin (1929 – ) – Karanlığın Sol Eli, 1969
Ursula K. Le Guin, kendini anarşist feminist olarak tanımlayan bir kadın. Bilim-kurgu ve ütopya yazarı olarak bilinen Le Guin’in fantastik öykülerinde kullandığı simgelerin, gerçek hayatta, gerçek insanda karşılıkları vardır. Bilim-kurgunun en önemli iki ödülü olan Hugo ve Nebula’yı kazanan Karanlığın Sol Eli, cinsiyet rollerini içine tıkılıp kaldığımız, başka türlüsünü düşünmediğimiz mevcut biyolojik referanslardan, zorunlu kadın ve erkek rollerinden ve ikiliğinden kurtardığı için feminist bilim kurgu’nun önemli örneklerinden sayılır. Kitapta, karşıtlıkların birbirini tamamladığı bu kurgusal düzende, cinsiyet, hem kadın hem erkek olarak aynı bedende toplanır. Artık kadın ya da erkek değil, uyum, anlayış ve eşitliğin sağlandığı bir bütün olarak insan vardır.
“Bir erkek erkekliğinin dikkate alınmasını ister, bir kadın kadınlığının takdir edilmesini ister, bu dikkat ve takdir ne kadar örtülü, ne kadar dolaylı olsa da Kış’ta böyle bir şey olamaz. Bir insan sadece insan olarak dikkate alınır ve değerlendirilir, ürkütücü bir deneyim bu. “Kadın olduğunu hissettiğin en sonu anı hatırlıyor musun?” dedi. Adam. “Bilmem.” dedi Kadın… Hızlıca en son seviştiği anı, doğum yaptığı anı, aynanın karşısındaki boyanmış kadını düşündü… Belki emzirdiğim zamanlar diye düşündü bir an ama ardından bedeninin örselendiği ve şiddete uğradığı an aklına geldi ve “Hiçbiri” demeyi tercih etti.”
10. Marge Piercy (1936 – ) – Zamanın Kıyısındaki Kadın, 1976
Feminist yazar Marge Piercy, yazdığı bu roman ile günümüz dünyasında hayatımızın eksiklerini, yanlışlarını, tek tek düzelterek yeni bir dünya yaratıyor, ortaya bir ütopya kitabı çıkarıyor. Piercy, kitabında toplumsal baskı, çevre yıkımı, sınıf farklılaşmasıyla, cinsel sömürüyle biçimlenen 1970’lerin Amerikası’nı eleştirirken ideal toplumunu 2137 yılının Mattaposett toplumu aracılığıyla ortaya koymuştur. Feminist görüşler doğrultusunda aile kurumu ve biyolojik üretkenliği yeniden kurgulamıştır.
“Şimdi o programlı zamanlardaki gibi kendimizi zorlamamız gerekmiyor… İnsanlara ne yapması gerektiğini söyleme, para sayma, insanlara yapmak istemedikleri işleri yaptırma ya da yapmak istedikleri işleri engelleme gibi şeylerle ilgili işleri bırakınca çalışacak çok insanımız oldu. Çocuklar çalışır, yaşlılar çalışır, kadın ve erkeler çalışır. Toprağa zarar vermeden, minerallerini ve verimini koruyarak herkesi beslemek için çok uğraştık. Çoğu yarım gün çalışır, kimse eski çiftçiler gibi şafaktan günbatımına kadar elleri parçalanırcasına çalışmaz…”
Kaynak
Kitap Zamanı, Aralık 2014, Kendine Ait Bir Oda, Dünyasında Bir Kadın Alanı Yaratmak, Simone de Beauvoir: Öteki Olarak Kadın, Anaerkil Toplum Düşü, Kate Millett “Cinsel Politika”, Türkiye’de Kadın Hareketleri ve Edebiyatımızda Kadın Sesleri, Karanlığın Sol Eli
Mutlaka ilginizi çekecek, Haluk Bilginer belki de günümüzde ezilen kadınlar için haklı bir çıkış yapmıştı. “Tanrı diye bir şey varsa kadındır.’’ Aşağıdaki yazı ve İsviçreli kadınlar sanki bu sözleri perçinliyor
http://www.anlamak.org/index.php/2016/05/12/tanri-bir-kadindir-gott-ist-eine-frau/
Kadın Hakları