13 Nisan 1914’te doğan Orhan Veli, ilkokulun dördüncü sınıfına kadar Galatasaray Lisesi’nde okuduktan sonra Ankara Gazi İlkokulu son sınıfında öğrenimine devam eder. Edebiyata ve sanata düşkünlüğü o yıl kendini gösterir. Öğretmeni Sedat Bey’in cesaretlendirmesiyle yazmaya başlar. Kardeşi Adnan Veli, ilk öyküsünün Çocuk Dünyası Dergisi’nde çıktığını yazar.
Orhan Veli’nin 20 Şiirinden Seçilmiş Alıntılar
Orhan Veli Şiiri Olduğunu Bilmediğiniz 11 Şarkı
Ankara Lisesi’ne, bilinen adıyla Taş Mektep’e kaydolur. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olur. Tanpınar, onunla yakından ilgilenir, şiir ve yazı yazmasını teşvik eder. Dostlukları ölümüne dek sürer. Orhan Veli’nin edebiyat tarihçileri bulsun dediği sevgilisi Nahit Hanım’ın eşi Halil Vedat Fıratlı da edebiyat öğretmenlerindendir. Edebiyat hayatının iki önemli ortağı ile de lisede karşılaşır. Yaşıtı Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday.
Lise mezuniyet sınavlarına giren heyette, Mustafa Kemal de vardır. 23 Temmuz 1933 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Orhan Veli’nin izlenimleri şöyledir: “Yalnız tarihi değil, bütün bildiklerimi, öğrendiklerimi onun karşısında anlatsaydım, saatlerce o sorsa ben cevap verseydim. Gazinin karşısında imtihan vermek şerefini, bahtiyarlığını ömrüm oldukça saklayacağım.”
İlk bilinen yazısı, 30 Ekim 1930’da Ankara Erkek Lisesi’nin Sesimiz Dergisi’nde yayımlanan Yahudinin Fendi Arnavutu Yendi isimli tek perdelik oyunudur. Daha sonra devam edip mezun olmadığı İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde çok yakın arkadaş olacağı önemli isimlerle tanışır. Erol Güney, Mina Urgan, Azra Erhat, Abidin Dino’nun eşi Güzin Dino… Sabahattin Eyüboğlu ise fakültede hocadır.
Orhan Veli ve Mina Urgan
“Bir de tiyatro kulübü vardı lisede. Orhan da benim gibi tiyatroya tutkun. Oktay da gelirdi temsillere… Hiç unutmam, bir gün Raşit Rıza Tiyatrosu geldi Ankara’ya. Provalarını izlememize Raşit Rıza izin verdi, bizlerin küçük rollerde oynamamıza izin verdi. Arada bir onunla oturur, bir tiyatro kursak, diye konuşurduk. Orhan sanırım tiyatroyu şiir kadar severdi. Ağlatıcı oyunlardan çok güldürenlere düşkündü. Belleği çok kuvvetli olduğu için rollerini, suflörden yardım beklemeden oynardı.” (Melih Cevdet Anday)
Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday ve Orhan Veli’nin şiirleri Varlık Dergisi’nde yayımlanmaktadır, ama bekledikleri tatmin ve mutluluk duygusunu vermez. Bu durum 1937’ye kadar sürer. Oktay Rifat “Yeni bir şiir yazmışım, okumaya pek cesaret edemiyorum. Çünkü ne vezin, ne kafiye var. Bir ara okuyuveriyorum. Orhan kolay coşmaz, coşuyor. Şu işe bakın ki, o da cebinden 4 satırlık bir şiir çıkarıyor. Adı Kelebek, Raymond Radiguet’ten tercüme etmiş. Bu sefer coşma sırası bende. Sarmaş dolaş oluyoruz.” diyor.
Mektepli kız diyordu ki:
Dünden beri seni kovalıyorum
Ne kadar insafsızsın
Kelebek!
Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın sonradan Garip adını alacak yeni şiirleri, 15 Eylül 1937’de yayınlanır. Şiirlerin Melih Cevdet’e ithaf edilmesinin nedeni, o sırada yurtdışında olan şairin de bu yeni akımın içinde olduğunu göstermektir. Bu gün tekrar basımları yapılan Garip 1941’de yayınlanır.
Garip’in 1941 baskısı, kapakta Agop Arad’ın orijinal çizimi
1938-1941 yılları arasında PTT Umum Müdürlüğü, Telgraf İşleri Reisliği, Milletler Arası Nizamlar Bürosu’nda çalışmaya başlar. İzin alır, işe geç gelir ya da mazeretsiz gitmez. Uyum sağlayamadığı memurluktan ayrılışı Güzel Havalar şiirinde şöyle yer alır:
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
1940 yılında Abidin Dino, Alaeddin Hakgüder ile birlikte Küllük adında bir dergi çıkarır. Bir sayı yayınlanabilen bu derginin ilk ve tek sayısında Orhan Veli’nin Tahattur şiiri, büyük ve iri puntolar ile ilk sayfada yayınlanır ve yayınlanır yayınlanmaz, rivayete göre bu şiir yüzünden Küllük Dergisi, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kapatılır.
Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
“İki elin kanda olsa gel” diyor
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yarim?
Ancak, bu şiir daha sonraki yıllarda bir romanın yazılmasına neden olur. Burhan Arpad’ın yazdığı Alnımdaki Bıçak Yarası’nda vesikalı bir kadınla bir kahve çırağının arasındaki aşk anlatılır. Burhan Arpad’ın bu önemli eserini sinemaseverler 1968 yapımı Vesikalı Yarim filmi olarak hatırlayacaklardır. Senaryo oluşturulurken Sait Faik’in Menekşeli Vadi öyküsünün de katkısı söz konusudur.
Orhan Veli, PTT’deki iş arkadaşlarıyla
Orhan Veli, 7 Mayıs 1941’de askere gider. Üç yıl süren askerliği boyunca Gelibolu’nun köylerinde kalır. Askerliği süresince birçok arkadaşına mektup yazar. Biribi diye hitap ettiği Necmi Bingöl’e yazdığı mektuptan bir alıntı:
“Ki o hüzünden sana geçen mektubumda zevkle bahsetmiştim. İhtimal daha evvel fikir halinde anlattığım bir şeyi, şimdi tekrar Berran Hanım’a okunmak üzere ve tamamlanmamış bir şiirimin iki mısraı olarak göndereceğim.
Hüzün ki neşedir
Bana hep senden gelir”
Bu şiiri hiç yayınlanmadı, belki de bitirmedi. Mektubundan bazı satırları sanki daha sonra dizelerine taşır:
“Güneşli bir bahar gününde, şehir haricinde yüzükoyun otlara uzanmış bir kadın göğsünde ve karnında baharı hissettiği an yanı başında çiçek açan bir ağaç kadar kabahatsizdir. Fakat ancak o kadar kabahatsizdir. Halbuki ben ondan da kabahatsizim.”
Şehir Haricinde
Çatlamak üzre olan tomurcuklar
Güzel günler vadetmededir.
Ve bir kadın, şehir haricinde;
Otların üstünde,
Güneşin altında,
Yüzükoyun uzanmış;
Göğsünde ve karnında
Baharı hissetmededir
Orhan Veli, Dünyalarının Dışında adlı bir roman üzerine çalışır, bunu da çeşitli vesilelerle dile getirir. Bu dünyaya ait hissetmeyenleri anlatacaktı, kendini de onlardan biri gibi görüyordu. Epey bir bölümünü yazdığını söylese de, romanla ilgili bugün elimizde sadece Orhan Veli’nin çizdiği kapak taslağı ile hikayesini anlattığı satırlar var.
“Romanın ilk cümlesi: “Değirmen deli deli dönmeye başladı mı, hava poyrazladı demektir.” Köyün hali, kahvede akşam, Munis’in iş sebebiyle buraya gelişi. Buraya gelmeden evvel İstanbul’dan ayrılıp Raman dağına gitmesi. Kısaca Raman Dağı. Ethem Bey ve Şeref’le içki. Munis’i istintak. Munis’in hayatından parçalar anlatması. O arada John Moore gelir. Sarhoştur. Az Türkçe bilir.”
Aslında şiirlerinden ikisinde bu romanın izlerini görürüz.
Giderayak
Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığında hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık
Yoksa biz…
Bu dünyadan değil miydik?
Bir Roman Kahramanı
Çadırımın üstüne yağmur yağıyor,
Saros körfezinden rüzgâr esiyordu,
Ve ben, bir roman kahramanı,
Ot yatağın içinde,
İkinci dünya harbinde
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordu
Bu şehirde Başlayıp
Kimbilir nerde,
Kimbilir ne gün bitecek mevzuumu.
Orhon M. Arıburnu’nun İstanbul’da 1947 yılında açmış olduğu şiir sergisini kutlamaya gelen arkadaşları: (soldan sağa) Salah Birsel, Orhan Veli, Orhon M. Arıburnu, Fethi Naci, İlhan Arakon, Sabih Şendil, Oktay Akbal, Naim Tirali
1975’te Oğuz Atay, Orhan Veli’nin ölümünün 25. yılı nedeniyle bir yazı yazar. Atay büyük şehre gelince Orhan Veli’nin dünyasıyla tanıştığını ve hatta Lambo’nun meyhanesine de gittiğini anlatır. Orhan Veli’yi tanıyanların anlattıklarından onun gerçek bir tutunamayan olduğunu belirtir. 15 Nisan 1949 yılında Yaprak Dergi’sinde yayınlanan Öğleden Sonra hikayesinden bir alıntı yapar.
“Onların dünyası bu. Kendi dünyalarının içindedirler. Bütün rahatsızlıklar, insanların kendi dünyalarının dışında kalmalarından geliyor.”
Düz yazının Orhan Veli’nin şiirine nasıl kaynaklık ettiğini, yine Necmi Bingöl’e yazdığı mektuplardan birinde görürüz.
“Bazen güzel havalarda ormanda yahut deniz kenarında dolaşıyorum. Sazlıdere’ye doğru o kadar güzel çamlıklar, o kadar harikulade sahiller var ki bu güzellik karşısında adeta ağlayacak gibi oluyorum. Geçenlerde yine böyle havanın son derece güzel bir gününde Karaçalı ormanının önünde, deniz kenarındaki yüksek bir yarın üstünde idim. O gün akşama kadar topraktan dumanlar çıkmış ağaçlar tomurcuklanmış, her tarafta yaz böcekleri ötmüş, insanlar yeni yeni ümitlere kapılmıştı. Bundan üç sene evvel sıcak bir nisan akşamı yine aynı halet-i ruhiye içinde Eyüp Sultan sırtlarında idim. Sazlıdere sahilinde öyle bir hale düştüm ki, bunu ne rüya, ne de hayal kelimeleriyle anlatamam. Saros Körfezi’nin ne kadar bomboş olduğunu bilirsin. Halbuki ben denizde kayıklar görüyorum. Kahvede bir radyo valsler, poporiler çalıyordu. Bir Haliç vapuru iskeleye yanaştı. Ahali boşaldıktan sonra haydi bir aşçı dükkanına gidelim, bu akşam da orada içeriz dedim.”
Yol Türküleri
Oturdum sırtın üstüne.
Geçmiş günleri düşündüm.
Askerdim, Adilhan köyündeydim;
Böyle bir akşamdı yine;
İçimde yine İstanbul hasreti,
Dalmış düşünmüştüm;
Bu dağlar Koru dağları değil,
Bu köy Adilhan köyü değil;
Ne şu değirmen Ferhat ağanın,
Ne de bu türkü hazin;
Ne açım, ne susuz,
Ne de gurbet elde yalnız.
Hele güneş bir çekilsin,
Gideceğim bir ahçı dükkânına
Bu akşam da orada içeceğim;
Hele şu Haliç vapuru
İskeleye yanaşsın,
Yolcular çıksın hele;
En güzel saati şimdi Eyüp’ün.
Sabahattin-Aliye Ali, Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin-Güzin Dino, Rozsi ile Bela Szabo ve oğulları Matika, 1942
Erol Güney’in Kedisi
Erol Güney’in kedisinin
bahar mevsiminde toplum meseleleri karşısında
takındığı tavrı anlatır şiirdir.
Bir erkek kediyle bir parça ciğer;
Dünyadan bütün beklediği
Ne iyi!
Erol Güney’in kedisinin hamileliğini anlatır şiirde:
Çıkar mısın bahar günü sokağa,
işte böyle olursun.
Böyle yattığın yerde
Düşünür düşünür,
Durursun
Atatürk Orman Çiftliği Göl Gazinosu’nda, Filiz ve Aliye Ali, Hayrünnisa Boratav, H.’nin Annesi, Sabahattin Ali, Orhan Veli, P.N. Boratav
Erol Güney o günleri şöyle anlatıyor: “Benim ismimi bilenler, beni ne yaptığım klasik tercümelerden ne de Tercüme Mecmuası’ndaki yazılarımdan bilmiyor da, daha çok bu şiirlerden biliyorlar. Kedim hakkında yazdığı iki şiir, onun gerçeğe ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Bir gün Orhan bizde, Edibe de onun dizinde oturuyordu. Edibe birdenbire ayaklandı ve dışarıya çıkmak için hamle yapmaya çalıştı. Kapıya koşmuştu. Orhan ne olduğunu anlayamamıştı, açıkladım: “Ciğerci geçiyor, duyuyor musun, ondan bana ciğer alın demek istiyor” dedim. Ciğercinin sesini bizden çok önce duymuş ve tanımış olmasına da şaşırmıştı, ama bunu aklının bir köşesine not etmişti. Aradan birkaç ay geçti, bu sefer aşk yüzünden dışarı çıkmak istiyordu, gene Orhan vardı. Bu ikisini birleştirip hayatının başlıca şeylerinin bunlar olduğunu o birkaç mısrayla anlattı.”
Orhan Veli, üniversite yıllarından beri tanıdığı, tercüme bürosunda çalışırken de dostlukları süren Erol ve Dora Güney çiftinin evini sık sık ziyaret eder. Bella ise Dora Güney’in kızkardeşidir. Orhan Veli, Bella’ya kur yapar, mektuplar yazar, hatta bir de isim bulur ona: Düşes. Sereserpe şiirini onun için yazar.
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Orhan Veli ile ilgili değerlendirmelerde Divan şiirini de çok iyi bildiği dile getirilir. Orhan Veli, kendi şiirini aramış ve bulmuştu, ama eski şiire sırt çevirerek yapmak yerine, şiirin tanımı üzerine yazarak ve düşünerek yapmıştı. Sabahattin Eyüboğlu şöyle der: “Orhan’ın içinden zor çıkılır rubai vezinleriyle yaptığı Hayyam çevirileri Yahya Kemal’i bile bir hayli şaşırtır. Ritm duygusu ve bilgisi Orhan’ın sırlarından biriydi.”
“gene gün gelse şu dünyada bir âbâd olsam
gene aşık gene sermest ü ser-âzâd olsam
razıyım görmediğim cevri görüp cânımdan
gene kahriyle perişân gene berbâd olsam.” (Ömer Hayyam, Orhan Veli çevirisi)
“Vaktaki beni gamlı görürler şâdım.
Vakta ki harabım sanılır, âbâdım.
Toprak gibi sakin, hâmuş olduğum an.
Göklerde inilder nice bin feryadım” (Mevlana Celaleddin Rumi, Orhan Veli cevirisi)
Nahit Hanım
“7.9.1950
Nahitciğim soğuk soğuk mektuplar yazıyorsun. Sebep nedir? Kasten mi öyle yazıyorsun, yoksa farkına varmadan mı? Ama benim için ikisi de mühim. Son mektubun beni çok düşündürdü. Artık seni göremeyeceğim gibi bir his geldi içime. Neden bilmiyorum?
Nahitciğim, sana İstanbul’a dair yeni haberler veremiyorum. Bir şey göremiyorum çünkü. Elimdeki tercümeyi kolaylayamadım. Bir bitirsem belki biraz rahat edeceğim. Hiç değilse sırtıma giyecek bir şeyim olacak.
Sana yeni bir şiirimi gönderiyorum. Mamafih biraz daha değişebilir.
Delikli Şiir
Cep delik, cepken delik,
Fes delik, fistan delik,
Yen delik, kaftan delik,
Don delik mintan delik
Kevgir misin be kardeşlik
(Şiirini daha sonra biraz değiştirir, bu ilk hali)”
Orhan Veli’nin biyografilerinin neredeyse hepsinin son paragrafında, bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi, hastahaneye kaldırıldı yazar. Orhan Veli, 14 Kasım 1950 Salı günü, Avukat Muzaffer Gençay Hanım’ın, kızkardeşi Nejat ile beraber yaşadığı evinde fenalaşır. Muzaffer Gençay, Zeliha Tuna’ya Orhan Veli’nin evinde geçirdiği son saatleri şöyle anlatır: “Önceki akşam kalabalık bir yemek vardı. Şiirler okundu, sohbet edildi. Orhan o gece bizde kaldı. Kanepede yatarken uyuyor zannettik. Bir terslik olduğunu anlayınca Nejat’ın ödü koptu, ortalığı velveleye verdi.”
Orhan Veli, Azra Erhat, Nurullah Ataç, Sabahattin Ali, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı
Orhan Veli’nin kalbi 14 Kasım 1950 gecesi saat on bire beş kala durur. Her ne kadar cebinden Aşk Resmi Geçidi şiirinin çıktığı yazılsa da, çok yakın dostu Sabahattin Eyüboğlu’nun yazdığı mektuba göre Gelirli Şiir ve otuz kuruş çıkar.
İstanbul’dan ayva da gelir, nar gelir,
Döndüm baktım, bir edalı yar gelir
Gelir desen dar gelir
Günaşırı alacaklılar gelir.
Anam anam,
Dayanamam,
bu iş bana zor gelir.
Üç gün sonra cenazesi Beyazıt Camii’nden kaldırılır.
“Sevgili Nahit Hanım, elim varmıyor yazmaya, fakat benden haber bekleyeceğinizi biliyorum. Sesiniz dün gece hep ne oldu diye soruyordu. Yıllardır korktuğumuz başımıza geldi Nahit Hanım, Orhan’ı kaybettik. Gazetenin size benden evvel haber vermesini hem istiyor hem istemiyorum. Kimbilir neler anlatacaklar.
O gece saat ikide adli tahkikat başladı. Hastahane doktorları alkolden zehirlenme teşhisini kabul etmemişler. Beyaz ya da habis bir zehirden şüpheleniyorlar. Biz bu sabah Ahmet Hamdi ile hastahaneye gidip tam teşhisi öğrenmek istedik. Otopsiden önce bir şey söylenemeyeceğini söylediler. Orhan’ın kokain kullanıp kullanmadığını sordular. Hiç ihtimal vermediğimizi söyledik.
Sonra yine Tanpınar’la birlikte Şişli’deki eve gittik. Eve gittiğimiz zaman daha yeni haberi almışlardı. Perişandılar, annesi oğlum intihar etti diyordu. O da babası Veli Bey de hiçbir şeye karışacak halde değiller. Ne lazımsa siz yapın, başka kimsemiz yok dediler.” (Sabahattin Eyüboğlu)
Sabahattin Eyüboğlu, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Veli
“Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan’ı Cerrahpaşa Hastahanesi’nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerini yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiç bir zaman unutamam.” (Ahmet Hamdi Tanpınar)
Sabahattin Eyüboğlu’nun Orhan Veli’nin ölümünden iki gün sonra Mahmut Dikerdem’e yazdığı mektuptan şu alıntıya göz atalım:
“Biraz evvel Pertev Boratav’la morgda öğrendik. Ölüm nedeni kronik alkolizmden mütevellit beyin kanaması. Üç gündür dört-beş arkadaş ne korkunç bir ölüm kırtasiyesiyle uğraştığımızı tasavvur edemezsin. Elalem Orhan’ın şiirini nihayet anlamaya çalışırken, biz cesedini gömebilmek için akla karayı seçiyoruz. Korkunç iftiraların önlenmesi için, bir bulut kadar temiz olan Orhan’ın didik didik edilmesi icap etti.”
Melih Cevdet Anday şöyle diyor: “Ölümünden bir hafta önce Ankara’ya gelmişti. Aşk Resmi Geçidi adlı son şiirini okudu. Aşk şiiri değil bu dedim. Değil dedi. Çünkü artık aşk, hava, bulut, su onun için yazı, şiir konusu olarak tek başlarına birer varlık olmaktan çıkmışlardı.”
Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası,
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.
Adnan Veli, çok sevdiği ağabeyi öldüğünde hapisteydi, ölümünün üçüncü yıldönümünde bir kitap hazırlar Orhan Veli İçin. Bu kitabın Başından Geçen Mühim Olaylar başlıklı bölümünde geçirdiği büyüklü küçüklü kazalardan bahseder. Küçükken tavadaki kızgın yağla yanması, Beykoz çayırında oynarken diz kapağını dikenli tele takarak ağır şekilde yaralanması, 13 yaşındayken hizmetçileri Fatma’yı tabancayla karnından kazayla vurarak ağır yaralaması, 1939’da Melih Cevdet’in kullandığı arabanın Çubuk Barajı’nın tepesinden aşağı yuvarlanması sonucu yirmi gün komada kalması, 1943’te askerde attan düşmesi. Son kazası ise belediyenin açtığı hendeğe düşerek yaralanması ise hep ölüm nedeni olarak gösterilir. Oysa bu açıklama, olay sırasında hapiste olan kardeşi Adnan Veli’nin üç yıl sonra yazdığı kitapta yer alır. Bu ölüm şeklini bilmesi çok zor. Kızkardeşi Füruzan Hanım da bu düşme olayını doğruluyor, ancak ölmeden epey önce olduğunu söylüyor. Oysa otopsi raporunda, ölüm nedeni olarak fazla alkolden mütevellit beyin kanaması yazar.
Ara Güler’in objektifinden Orhan Veli
Ara Güler’in yazdığı Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun kitabında Orhan Veli’nin boynunda bir iple kendini asmış gibi bir pozu var. Resim Sabahattin Eyüboğlu’nun balkonunda çekilir. Bu fotoğrafla ilgili detayları Sabahattin Eyüboğlu’nun Nahit Hanım’a yazdığı mektuptan okuyalım.
“Son günlerde ölümden hep bahseder olmuş diyorlar. Ben pek duymadım. Ama bir hafta kadar önce bizde yemekteymiş. Ben yoktum geç geldim. Kim kahve pişirecek, hadi Orhan sen pişir demişler. O da ölüler kahve pişirmez demiş. Ne demek o demişler. O da bir resim göstermiş. Bizim balkonda bir resim çektirmiş. Maslup diye, boynunda bir ip, ağzında sigara, elleri arkasında. Ama oyun bu da, dünyada inanmazdı öleceğine.
Melih Cevdet şöyle anlatıyor: “Orhan’ı görünce yüzüm gülerdi. Başkalarına kolaylıkla anlayamayacakları bir işi, bir düşünceyi ona iki kelimede söyleyiverirdim. Anladığını, can alıcı yerinden anladığını bir işaretle belli ediverirdi. Çok zekiydi. Dinlerken insana çokluk bakmaz, adamın üstüne düşüp şaşırtmaz, yormazdı. Bırakırdı kendi haline. Dinlemez bile görünürdü. Söylenenleri sevdiyse, aklına uygun bulduysa kendini tutmaz, düşüncesini açığa vururdu. Yok, gözü tutmadı mı kimi zaman itiraz eder, doğrultmaya, düzeltmeye kalkışır ama çok da ayak diremezdi. Anlaşılan içinden, “Ne halin varsa gör” der, geçerdi. Konuşkan değildi zaten. Çok tatlı susardı. İnsan onunla saatlerce konuşmadan iyi vakit geçirebilirdi. Ortak bir hatıranızdan, eski günlerden anlatmaya başladınız mı “Bak, o ne zamandır, biliyor musun?” der, size yılını, ayını, gününü, yerini söyleyiverirdi. Hafızası çok, ama çok kuvvetliydi. Arkadaşlarının mektep numaraları, telefon numaralarını, yolculuk, tanışma, eğlence gibi irili ufaklı hadiselerin tarihleri unutmadığı şeyler arasındaydı.”
Yorum Yap