Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu Muzaffer Buyrukçu, Niğde’nin Fertek köyünde 1928’de dünyaya gelir. Çocukluğu Manisa, Yalova’da geçer, daha sonra ailece İstanbul’a gelirler. İstanbul’un yoksul semtlerinden Yenikapı’ya yerleşirler.
“Giysilerimiz, konu komşunun, akrabamızın verdiği eski giysilerdi. Ayağıma bir ayakkabı alınana kadar okula takunyayla gidip geldim. Açtım. Çocukların oyun oynamak için birbirlerine attıkları kum leblebilerini yerden topluyor, gizlice yiyordum. Ekmek alabilmek amacıyla gece saat üçte uyandırıyordu annem. Yenikapı’daki fırının önüne dikiliyordum tek başıma. Korkuyordum. Ağlıyordum ve sıcak ekmekleri fileye koyup büyük bir yengi kazanmış gibi koşa koşa eve dönüyordum.”
Babası bir gazetede kapıcılık işi bulur, böylece oğlunun yazgısını da belirler adeta. İlkokuldan sonra bir süre ortaokula (Pertevniyal) devam etse de, bitirmeden ayrılır. Kapıcı aylığıyla kalabalık bir aileyi geçindirmekte zorlanan babası, oğlunun işe girip para kazanmasını ister. Aşçı yamaklığı, kunduracılık, inşaat işçiliği, frezecilik, babasının çalıştığı gazete Son Telgraf’ta müstahdemlik, Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memurluk gibi birçok işte çalışır. Bu yıllara dair anıları, daha sonra yazacağı öykülerinde yer alacaktır.
“Ortaokul ikideyken babamın çalıştığı Son Telgraf Gazetesi’ne gidiyordum, ona yardım etmek için. Gazetede tefrika edilen Aka Gündüz’ün, Mahmut Yesari’nin, Suat Derviş’in, Oğuz Özdeş’in romanlarını, öykülerini okumaya başladım. Anlatımı, anlatılanları, konuları sevdim ve onlardan varlığıma sıçrayan bir tılsımla içimdeki bütün gizli kapılar açıldı, saklanan yazma, yaratma güçleri ortaya çıktı ve ilk kalem denemelerimi sergilemeye koyuldum çok hızlı bir üretimle.”
Muzaffer Buyrukçu, eşi Misli Hanım ile, 1953
Birçok edebiyatçı gibi yazı dünyasına şiir kitabıyla girer. 1945 yılında İstikbalin Sesi adlı ilk şiir kitabını çıkarırken, aynı yıl Son Telgraf Gazetesi’nde ilk öyküsü Yıkılan Yuva’yı yayınlar.
Mayıs Sabahı
Bir Mayıs Sabahı
Deniz dalgalı
Gözler yaşlı idi
Erkence kalkmıştık biz
Marmara’nın
Coşkun
Berrak
Sularına
Yelken açmıştık
Biz
1946’da Tanin Gazetesi’nin açtığı öykü yarışmasını kazanır ve bu tarihten sonra değişik gazetelerde magazin öyküleri yayımlanır, ancak Buyrukçu bu dönemini edebiyat dışı olarak tanımlar. 1947 yılında ikinci şiir kitabı Kalplerin Feryadı’nı yayınlar.
“Asıl edebiyatla tanışmam 1953’te gerçekleşti. Gece gündüz demeden okuyordum. Kendime bir hedef seçmemiştim. Sürekli okuduğum yerli ve yabancı yazarların yapıtlarından, yeteneğime yansıyan ve itici bir niteliğe bürünen güçle bir üyesi olduğum yoksul katmanın yaşamına çevirdim gözlerimi.”
Kendi deyişiyle ilk eli yüzü düzgün öyküsü Kabuslu Bir Gece 1953’te Yeditepe’de çıkar. İlk öykü kitabı Katran, 1956’da yayımlanır.
“Buradaki (Katran) öyküler, çocukluktan ve gençlikten. Bu esintiler arasında ilk üzülmeler, ilk hayal kırıklıkları, serseriler, kimsesizler, bırakılmışlar, yalnızlar, orospular ve insanlığa verilen mesajlar vardır. Anlatımı içtendir, kişileri çok gerçektir. Baştan beri değişik, hiç kimsenin yazmadığı öyküler yazmaktı amacım. Buyrukçu’nun öyküleri, Buyrukçu’nun insanları diye tanımlanabilecek bir dünya kurmalıydım. Kurmaya çalıştım ve kurdum sonunda. Okuduğum her kitaptan, baktığım ve algıladığım her nesneden izler vardır.”
Muzaffer Buyrukçu, ilk öykü kitabından başlayarak kenar mahallede yaşayan yoksul insanları, kalabalık aileleri anlatır. Gördüğü, bildiği, yakından gözlemlediği insanlardır, o da onlardan biriydi zaten. Bu öykülerin benzerlerinden farkı, öykülerdeki bu insanların zor yaşamlarıyla çelişen düşleri ve duygusal dünyalarının anlatımıdır… Öykülerinin adlarında ise bir şiirsellik vardır: Sisli Baklalar, Aydan Gemi Yapanlar, Bulanık Resimler, Dumanı Tüten Çay Gibi, Ucu Güllü Kundura, Hüzünlü Kar Çiçekleri, Şarkılar Seni Söyler…
Muzaffer Buyrukçu, eşi Misli Hanım ve oğlu Erdem Buyrukçu ile
“Kalktığımda yağmur dinmişti. Gece evimizin teneke damına hızlı hızlı düşmesi beni epey korkutmuştu. Üç dört gün kapıdan dışarıya çıkamayacağımı sanmıştım. Ama durmuştu işte, sıcak bir de rüzgar esiyordu, lodos falan olmalıydı. Okul, İstanbul’dan gelecek iki öğretmeni beklediği için, başöğretmenin buyruğuyla bir hafta kadar kapatılmıştı. Evde oturmak canımı sıkıyor. Evde oturmak belki iyi, birçoklarının bulamayacağı kadar iyi bişeydi ama, odun kesmek üç öğün öküzleri sulamak, önlerine ot atmak, gübreleri küreyip bahçeye taşımak, anneme çeşmeden su getirmek olmasaydı. İki gündür her sabah yataktan kalkar kalkmaz camın önüne oturur, aşağılara, köyün kıyılarına askerler gibi, yüzlerce koldan yayılan, koşuşan dalgaları, bulanık denizi seyrederdim. Seyredersin de ne olur, deniz sana ne veriyor, diyeceksiniz? Gerçekten, deniz bana bişeyler vermiyor, bulanık dalgalar sıkıntımı arttırıyor aslında, fakat denizden, bir sürü irili ufaklı evden başka seyredecek şeyiniz olmasa ve burası da bir köy ise, ne yaparsınız?” (Sevinci Yok Eden Gerçek, Katran)
Muzaffer Buyrukçu, Cemal Süreya ile
İlk öykü kitaplarındaki karakterler çoğunlukla toplumun alt kesiminden insanlardır. Farklı tarzlarla ve yöntemlerle olsa da her zaman bir yaşama ve var olma mücadelesi içindeki bu karakterleri, güçlü bir gözlem yeteneğine ve içgörüye dayanarak son derece kanlı canlı bir biçimde betimler. Yakın arkadaşı Cemal Süreya onun hikayeleri için şöyle der: “Buyrukçu’nun kişilerine iğne batırsan kan çıkar.” 1957’de ise Acı adlı öykü kitabı yayınlanır.
“Ellerim! Doğduğum günden beri birlikteydik. Bana yardım ediyorlardı. Onlarla giyiniyor, yemek yiyor, birisini tutuyor, çorabımı çekiyor, gözlerimi ovuyordum. Takıldım ellerime. Boğumlardaki çizgiler, küçük kara kıllar, tırnaklar, birkaç nasır. Kapanmış ama hâlâ izi belli yaralara bakıyorum. Canım sıkılıyor. Bir bayram gecesi geliyor gözlerimin önüne. Matbaadayım. Ocaklar yanıyor. Matrisler vuruluyor. Kurşun kalıplar dökülüyor. Kalıpları frezeliyorum. Buram buram sıcak. Don gömleğim. Göğsümdeki çukurdan şırıl şırıl ter akıyor. Ağzım kupkuru. Sigara tatsız. Musluktan su içiyorum, yüzümü yıkıyorum.” (Topal Türküler, Acı)
Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanan Bulanık Resimler adlı kitabı 1961’de yayınlanır. Kitapta aynı karakterlerin, bir devlet dairesinde yaşadıklarını on ayrı hikayeyle anlatır, adeta öykülerden oluşan bir roman gibi kurgular. Buyrukçu’nun memur olarak çalıştığı Toprak Mahsulleri Ofisi’nden izdüşümler vardır kitapta. Kitapta, aynı ofiste yan yana çalışan memurların bir gününü anlatır. Birbirleriyle konuşan, konuşmadıklarında da birbirleri ile ilgili hayaller kuran bu insanlar, tıpkı gerçek hayattaki gibi, içlerinden geçenleri birbirlerine söyleyemezler.
“Bulanık Resimler’de, bizden çok şeyler alıp götüren ya da çok şeyler veren olaylarla boğuşan insanları bütünüyle vermek gereğini duydum. Düşlerini, cinsel sorunlarını, iş ilişkilerinden doğan çatışmalarını, düzenin pisliğini, korkularını, tutsaklığını, bilinçaltında toplumsal olayların baskısıyla meydana gelmiş karanlık evreni yansıtmayı başaracak bir hikaye düzeni kurdum. Geçmiş, şimdi, gelecek arasında yürüyüp duran insanı, onda hep yaşayan, hiç kaybolmayan değerleri en küçük ayrıntısına kadar hikayeme yerleştirmeye çalışıyorum.”
Diyalog, iç monolog ve bilinç akışı tekniği ile kurguladığı kitapta, karakterlerin özlemleri, kaygıları, davranışları ile iç dünyaları arasındaki çelişkileri anlatır.
““Peki” dedi Hüseyin, ”Dediklerini inkar edenlerle tükürdüklerini yalayanlarla bir alışverişim yoktur, onlar benim arkadaşım olamazlar. Geriye döndü, pencerenin önünde durdu, bir sigara yaktı. Ayla da böyleydi; yemin billahlarla verdiği sözü yerine getirmemişti, ama ona öyle davrandığından ötürü olumsuz şeyler duymuyordu. Çünkü kısa zamanda zihninden de vücudundan da uzaklaştırmaya karar vermişti, ama unutacağını, unutmanın sonsuzluğuna fırlatacağını sanmıyordu, olanaksızdı bu…” (Bulanık Resimler)
Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan 1968 tarihli Kavga, onun yoksul aile yaşamını biraz soyutlayarak hikaye edişinden başka bir şey değildir. Daha önce hikayelerine koyduğu adları beğenmediğinden, Kavga’daki hikayelerine isim vermek yerine, hikayelerini 1’den 7’ye kadar numaralandırır. Kitapta, Balkanlardan gelerek İstanbul’un kenar mahallelerinden birine yerleşen ailenin öyküsünü anlatır.
“Gözleri karlı caddedeydi. Adamlar karlanmış giysileriyle karanlıktan sokak lambasının aydınlattığı alan giriyor, yürüyor, yürüyor ve bir başka karanlıkta kayboluyorlardı. Ne isterse yapsın durduramaz beni. Hı ben bir kere karar vermeyeyim, verdim mi? Birden kulaklarına çok ötelerdeki sokaklarda kalmış yılların içinden sesler geldi. Delikanlılık günleriydi. Her işte kendine olan güveni sonsuzdu. Güvenme akla dayanan bir şeydi, oysa delikanlılık aklın dışında duygularla yönetiliyordu. İşte o sırada birisi ben şunu yapıyorum, ben bunu yapıyorum dedi mi, birkaç arkadaş ellerini ağızlarına götürür cart çekerdi. Şimdi de duydu o cart’ı. Kendine bağlı ama güveni olmayan, dışardaki olaylarda ikiyüzlü bir davranış gösteren Doğan’a, ikinci bir Doğan çekiyordu.” (Kuyularda, Kavga)
Muzaffer Buyrukçu, 1959 yılından sonra salt gözleme ve saptamaya dayanan öyküleme biçimini değiştirir. “Zengin içerikli, insanın iç dünyasını da harmanlayan, didik didik eden, ayrıntıyı gereksizlikten kurtarıp gerekli kılan bir damar yakaladım” der. Ardından aynı yıl Dost Dergisi birincisi seçilen Korkunun Parmakları adlı kitabını yayınlar. Behçet Necatigil, kitabı da şöyle değerlendirir: “İstanbul’un kenar mahallelerinden seçtiği kahramanların iç dünyalarını vermeyi ön plana almış olan yazar, olayları soyutlamalarla sislendirmiş, öykülerin ağırlığını bir yaşantı birliği yaratmada toplamıştır.”
“Arkadaş olmamız, birbirimizi sevmemiz oldukça güç, üç kişi sandala atladık. Ağır ağır açılıyoruz. Tüy hafifliğinde sıcak, tuz kokulu bir yel yüzlerimizi yalayıp geçiyor… Terlemeleri, gözlerimize kaçan kurumları trende bıraktık. Tünelleri de, ırmakları da, kel dağları da, ekilmiş tarlaları da, ansızın görünüp kaybolan eşekli köylüleri de… Şimdi şehrin denizindeyiz. Islığa, çalgılardan gelecek seslere benzer sesler var içimizde. Bir yerimde tel tel kıpırdamalar oluyor. Gülesim geliyor, bir yere koşarak varmam gerekiyormuş gibi ileriye atılıyorum. Sevinç mi acaba? Ama tel tel kıpırdamalara, kafamın içindeki evlerin, sokakların açılıp kapanmasına, uzamasına, lambaların durmadan yanmasına sevinç diyebilir miyim gerçekten? Bir ekmek bıçağının döşemeye saplandıktan sonra titremesi, bir kuş sürüsünün şöyle uçuşu gibi bir şey!.. Ötekilerin de yüzlerinde kendi içimi görüyorum… Gözlerimi çevremde gezdiriyorum: Mavnalar, vapurlar, koşuşan yolcular, kubbeler, minareler, düzlüklere, yokuşlara, çukurlara kurulmuş evler. Üç kişi daha geliyoruz size. Hadi bakalım, sokaklarınızda, evlerinizde üç kişilik yer ayırın!” (Her Şey Bittiği Yerde Başlar, Korkunun Parmakları)
Muzaffer Buyrukçu ve Orhan Kemal
Muzaffer Buyrukçu’nun 1970’te yayınlanan Bir Olayın Başlangıcı adlı romanı, yoksul bir genç olan Doğan’ın, insanın ikincil plana itildiği kapitalist bir toplum içerisinde kişilik kazanma kavgasının öyküsüdür. Cinselliğin geniş ve ayrıntılı biçimde ele alınması eleştirilse de, başarılı bir roman olarak değerlendirilir.
“Daha iki bin tane ya basılmış ya basılmamıştı ki kağıt, (çat) diye bir ses çıkararak kopmuş, o hızla birkaç kez kazanlara sarılmış, mürekkep haznelerine girmiş, kağıdın bobinden çıkarak, kazanların ve kazanlara bağlı kalıpların arasına düzenli bir biçimde inişini sağlayan şeritler atmıştı. Korkmuştu ve hemen yüzü allak-bullak olan, herkese bağırıp duran Yakup Usta’nın kendisine bir söz söylememesi için dua etmeye başlamıştı. Ama bir yandan da suçlu olmadığını, daha kağıt kopar kopmaz makineyi stop ettirdiğini, kağıdın gevrek olduğunu ve kopacağını söylediğini düşünerek kendini avutuyordu. Kağıdın kopmasına fena halde sinirlenen ve bu olay yüzünden (oysa bu beklenmedik bir şey değildi, olağandı. Kağıt her zaman kopabilirdi) baskı işinin en az bir saat kadar aksayacağını düşünen Yakup Usta, karşısına dikilmiş, gözlerini gererek, ellerini, kollarını sallayarak bağırmaya başlamıştı. Dalgın olmasaydı, o eşek kafasında kızlarla ilgili bir sürü boktan düşünce bulunmasaydı bu iş olmaz, daha kağıt (çat) eder etmez makineyi durdururdu.” (Bir Olayın Başlangıcı)
Muzaffer Buyrukçu, Orhan Kemal ve Tahir Alangu ile
Buyrukçu’nun yakın arkadaşı Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanında, yakışıklı, yoksul, işsiz delikanlıya zengin bir müteahhitin kızı âşık olur. Delikanlının başına devlet kuşu konar. Ailesi delikanlının bu devlet kuşundan yararlanmasından yanadır. Ne var ki, delikanlının gönlü kendi gibi yoksul, ama güzel bir emekçidedir. Romanda anlatılan Muzaffer Buyrukçu’nun yaşamından bir kesittir. Devlet Kuşu’nda, Orhan Kemal’in betimlediği gündelik yaşam sahneleri, yakın arkadaşı Muzaffer Buyrukçu ile onun aile ortamında yaşananlardan alınmadır. Devlet Kuşu’ndaki anlatı kişilerinin çoğu, gerçekte Muzaffer Buyrukçu’nun kendisi, Arnavut kökenli annesi, babası, kız kardeşleri (Ayten ile Nurten), küçük kardeşidir (Erol). Roman kişilerinden Çingene, Taşkasaplı, Sülo da Buyrukçu’nun eski arkadaşlarıdır. Bir Yeşilçam filmine de dönüştürülen bu romanı, Orhan Kemal daha sonra Yalova Kaymakamı adıyla sahneye de uyarlayacaktır.
“Orhan Kemal’le benim sokak tutkum büyüktü. Yaşadıklarının bilincindeki kişiler olarak bizleri bütün bir ömür evlere, işyerlerine, kahvelere, meyhanelere, sinemalara götüren sokak önemliydi. (…) Bir sergiydi, bir panayırdı, bir hayat defilesiydi, yerleşim birimlerinin soluk alıp verdikleri ciğerleriydi; sanatçılara sonsuzca yiyecek üreten bir tarlaydı. Çoklarımızı demeyeceğim, yüzde yüzümüzü sarsan durumlar, hayatımızın dengeli düzenli gidişini ansızın saptıran, bozan, yüreklerimizi karanlıklarla, aydınlıklarla dolduran rastlantılar, yücelten ve alçaltan tanıklıklar, sokakların ürünüydü.” (Arkadaş Anılarında Orhan Kemal)
Sıcak İlişkiler, Dillerinde Dünya adıyla yayınlanan Buyrukçu’nun günlükleri de hikayeleri kadar ilgi görür. Günlüklerinde, hem edebiyatçıların o andaki konuşmalarının, davranışlarının ışığında portrelerini çizer, hem de edebiyat sorunlarının arkadaşlar arasındaki tartışma havasını verir. Yazdıklarında kendi yaşamının kesitlerini yansıttığı kadar, edebiyat ve sanat çevresini de bir belgesel gerçekçiliğiyle resmeder. Yetmişli yılların kimi edebiyat dergilerinde yayımlanan günlüklerin merkezinde kendi olmakla birlikte Orhan Kemal, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi yakın arkadaşları da bulunur. Buyrukçu, futbolcuların, sinema ve tiyatro sanatçılarının magazin basınında sürekli haberlerinin çıkmasına karşı bir tepki olarak yazar bu günlükleri, edebiyat kulisi diye nitelendirir. Anlattığı mekanlar genellikle İstanbul meyhaneleri, restoranlar, dergi ve yayınevi bürolarıdır.
Muzaffer Buyrukçu ve Tarık Dursun K
“İlk kitabım Katran’dan 150 lira telif ücreti almıştım ve o gece Tünel’deki bir meyhanede Edip Cansever’in, Orhan Kemal’in, Agop Arad’ın, Hamit Akınlı’nın, Hüsamettin Bozok’un da bulunduğu kalabalık bir arkadaş topluluğuna ısmarlamıştım ve ancak elli lira harcamıştım. Elli lira büyük paraydı 1956’da, iki buçuk liraya bir hafta yetecek yiyecek alabiliyorduk. Evet, o akşam büyük bir sevinç, sevgi ve heyecanla kuşatılmıştım. Neşeliydim, mutluydum, boyuna gülüyor, dostlarıma canım sözcüğüyle sesleniyordum. Hüsamettin Bozok, mutluluğuma mutluluk katan bir konuşma yapmıştı. Unutamam… Sonraları her kitabım yayımlandığında, armağanlar, ödüller aldığımda ısmarlamıştım, ama geride ısmarlayamadığım birçok kişi vardı ve sitem ediyorlardı.” (2.11.1968, Sıcak İlişkiler)
Muzaffer Buyrukçu, Metin Eloğlu, Ara Güler ile
Günlüklerinde yurtdışında ölen Orhan Kemal’in cenaze törenini, duyduğu büyük acıyı da konu edinir. Orhan Kemal’in ölümünden on yıl sonra, Buyrukçu’nun aktardığı düş, günlüklerinin en ilginç bölümlerinden birini oluşturur:
“Düşümde Orhan Kemal’leydim. Orhan Kemal ölmüştü. Zar gibi bir pelür kağıdına basılan defin ruhsatı cebimdeydi. Eşi Nuriye Öğütçü, ölmeden önceki son dakikalarını anlatıyordu bana heyecansız bir sesle. O sırada Orhan Kemal belirdi eşikte ve yüzünü buruşturdu: ‘Romancı karısı öyle mi anlatır yahu? Sesini biraz ıslatacaksın, acıklı olacak.’ Ve ölüme yaklaştığı saniyelerle ölüm sahnesini sergilemeye koyuldu.”
Muzaffer Buyrukçu Yüzün Yarısı Gece’de yer alan öykülerinde, boşluğa yuvarlanmamak, ayakta kalmak ve bulundukları noktaları anlamlandırmak için savaşan kişilerin duyarlıklarını, tepkilerini, ruhsal ve bedensel sarsıntılarını anlatır, renkli, büyülü bir dille. Bu kitabıyla 1994 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alır.
“En büyük yakınlığı Buyrukçu’yla kurmuşuz. Mahalle arkadaşlığı gibi bir şey onunla ilişkimiz. Her şey girer içine” diyen yakın dostu Cemal Süreya, Buyrukçu’ya o bilindik unvanını verir: Edebiyat Mareşali. Muzaffer Buyrukçu, edebiyat alanında elde ettiği başarıları meydan savaşı kazanmaya benzetir; bu nedenle bu unvanı kendisine layık görürdü.
Buyrukçu, hastalıktan, ölümden söz etmekten hoşlanmaz, bu nedenle cenaze törenlerine gitmeyi de sevmezdi. Hatta can dostu Cemal Süreya’nın cenazesine bile gitmek istemez. Ne yazık ki yaşamı hazin bir ölümle noktalanır. Bir süredir rahatsızdır, evinde eşiyle yaşayan Buyrukçu’dan haber alamayan komşuları durumdan şüphelenir ve eve girdiklerinde beş gün önce öldüğü anlaşılır, Alzheimer hastası eşi, onun uyuduğunu sanmıştır. “Yazarken yaşamak bütün yaşam biçimlerinin en anlamlısıdır” diyen Muzaffer Buyrukçu, 26 Ağustos 2006’da toprağa verilir.
Kaynak
Necati Güngör, Arnavut Prensi Muzaffer Buyrukçu, Kartonsan, 2013/3, Muzaffer Buyrukçu’yu Saygıyla Anıyoruz, Muzaffer Buyrukçu’nun Daktilosu, Muzaffer Buyrukçu, Çağdaş Öykücülüğümüze Kısa Bir Bakış, Kapak Resmi: Erdem Buyrukçu Arşivi