Varoluş felsefesi, farklı düşünürlerin benzer temalar üzerinde farklı yorum ve değerlendirmelerde bulundukları, çok boyutlu ve derinlikli bir felsefi akımdır. İnsana ve insanın varoluşuna yönelen bu felsefi akım, aslında kendinden önceki felsefi akımların da ele aldığı konuları incelemekte, ancak getirdiği açıklamalar ve vurguladığı temalar bakımından farklılık göstermektedir.
Varoluş felsefesi terimini açık olarak ilk kullanan Alman düşünür Stephen F. Heinemann, varoluşçuluğun tanımlanamayacağını söyler: “Varoluşçuluğun gerçek bir tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişikliğe uğramayan tek bir felsefe yoktur. Bu sözcük, aralarında derin ayrımlar bulunan çeşitli felsefeleri gösterir.”
Joachim Ritter’e göre, varoluşçuluk şudur: “Köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, toplumda yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir varlık haline geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde ortaya çıkar.”
Fransızca’da exister (ortaya çıkmak) fiilinden türetilmiş olan L’existentialisme, yani varoluşçuluk, insanı varoluşu içinde ya da yaşamla ilişkileri içinde ele alırken, bir yaşam felsefesi olmayı amaçlar.
Felsefe tarihine bakıldığında insanın varoluşu ile ilgilenmeyen hemen hemen hiçbir filozof yoktur. Sokrates’ten St.Augustin’e, Stoacılardan St. Bernard’a değin hemen hemen her filozofun felsefesinde bir problem olarak yer alan konu, evren ve dünya içinde insan, varlık ve varoluş sorunu olmuştur.
Richard Diebenkorn, Man and Woman In A Large Room, 1957
Varoluşçuluk akımı, Avrupa’da, özellikle I. ve II. Dünya Savaşı sonrası yıkım ortamında, geleneksel felsefelere, özellikle rasyonalistlerin akla dayanan bilgisinin genel geçerliğine ve pozitivistlerin olguları açıklayan doğal yasaların bulunabileceği inancına, evrensellik ve nesnellik fikrine bir tepki olarak ortaya çıkar ve aklın karşısında duygulara önem verir.
Klasik felsefe tarihinde, varoluşçuluğun ilk kurucusu olarak Danimarkalı düşünür Søren Aabye Kierkegaard (1813 – 1855) kabul edilir. Kierkegaard’dan sonra Varoluşçuluk iki dala ayrılır:
1. Dinci (Hristiyan) varoluşçular: Danimarkalı Søren Kierkegaard, İsviçreli Karl Barth, Alman Karl Jaspers, Max Scheler, Landsberg, Fransız Maurice Blondel, Henri Bergson, Charles Peguy, Gabriel Marcel, Le Senne, Rus Nicola Berdiaeff, Leon Chestov, Soloviev.
2. Dinci olmayan, tanrıtanımaz varoluşçular: Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre.
1837’de Søren Kierkegaard, on yedi yaşındaki Regine Olsen’ı tutkuyla severek nişanlanır; fakat evliliğin tehlikelerinden korkarak ayrılır. Bu tutkulu ilişkinin gölgesi filozofun bütün hayatına, felsefesine, yazılarına yansır. Felsefe çevresi, Danca yazılmış olduğundan uzun zaman Kierkegaard’ın eserlerden habersiz kalır. Bu eserlerin 1903 yılından itibaren Almancaya tercüme edilmesi ile, onun düşünceleri felsefecilerin dikkatini çeker.
Richard Diebenkorn, Girl With Plant, 1960
Varoluş terimini Kierkegaard insan için kullanır, çünkü varolmak, çabalayan, seçimler yapıp karar verebilen bir birey olmaktır. Her insan az ya da çok bireysellik düşüncesini taşır. Ona göre kendini gerçekleştirmeyen birey, sürünün yürüyüşüne kapılmış bir bireydir. Bireysel varoluş alanına geçiş, ancak kişinin kendisinin birey olarak varoluşunun farkına varmasıyla mümkün olur ve bu da üç aşamada gerçekleşir. Bunlar Kierkegaard’ın deyişiyle varoluş alanlarıdır.
Kierkegaard bu üç varoluş alanını, estetik, ahlaksal ve dinsel varoluş aşamaları olarak nitelendirir. Kierkegaard’a göre bu üç varoluş alanı aynı zamanda üç yaşam biçimine de karşılık gelir, dolayısıyla estetik aşamanın özelliklerini kendinde taşıyan estetler, ahlaksal aşamanın özelliklerini kendinde taşıyan trajik kahramanlar ve dinsel aşamanın özelliklerini kendinde taşıyan iman şövalyeleri vardır. Kierkegaard, kendi kitaplarında bu üç tip insanı örneklemiştir. Estetik insanı göstermek için kullandığı örnekler, Don Juan, baştan çıkarıcı Johannes, Faust gibi yazınsal tiplerdir. Ahlaksal insan tipi için Agamemnon’u ve Sokrates’i örnek göstermiştir. Dinsel insan için ise verdiği örnek İbrahim’dir.
Kierkegaard, insanın kendini gerçek anlamda Tanrı’ya yönelerek inanç vasıtasıyla gerçekleştirebileceğini söyler. Ahlaksal alan, kesinlikle insanların çoğunun tercih ettiği, en çok istenilen alandır. İşte bu yüzden Kierkegaard, yaşamdaki önemli ya/ya da seçiminin ahlaksal alana ait olan iyi ve kötü arasında yapılan seçim değil, aksine kişinin iyi ve kötüyü seçmek ya da onları dışarıda bırakmak yoluyla yaptığı seçim olduğunu vurgular.
“Eğer insanda ebedi bir bilinç yoksa, eğer her şeyin dibinde yalnızca vahşi bir kargaşa, karanlık tutkularda şekil değiştirerek yüce ya da önemsiz her şeyi üreten bir güç varsa, eğer her şeyin altında akıl sır ermez, doymak bilmez gizli bir boşluk yatıyorsa, yaşam umutsuzluktan başka ne olacaktır? Eğer böyleyse, eğer insanlığı birleştiren kutsal bir bağ yoksa, eğer ormanın yaprakları gibi bir nesil diğerinin ardından doğuyorsa, bir nesil ormandaki kuşların şarkıları gibi bir diğerinin yerine geçiyorsa, eğer insan soyu dünyadan, denizden geçen bir gemi ya da çöldeki bir rüzgar, düşüncesiz ve meyvesiz bir kapris olarak geçiyorsa, eğer ebedi bir unutkanlık, avı için aç bir biçimde pusuya yatmış bekliyorsa ve onun pençelerinden kendisini kurtaracak kadar güçlü hiçbir güç yoksa, o zaman yaşam ne kadar boş ve huzurdan yoksun olacaktır.” (Korku ve Titreme)
Richard Diebenkorn, Woman On A Porch, 1958
Friedrich Nietzsche, XX. yüzyılın düşünce-edebiyat adamı olarak, Yunan uygarlığının değerlerine bağlı kalıp, tanrıtanımaz anlayışı içinde yüzyılımızı etkilemiştir. Tanrının bir kurgu olduğunu, insanı güç istemiyle kendini aşacak bir varlık olarak kabullenip, bütün değer yargılarını yıkan, tanrının ölmesi gerektiğini, insanın bir köprü olduğunu bilen, üst insan düşüncesini ortaya atmıştır. Sanatı, Dionysoscu (müzik) ve Apolioncu (plastik sanatlar) olmak üzere ikiye ayırıp, bu iki ilkeyi bütünleştirip en etkin olgunun Wagner dramalarında olduğunu söylemiştir. Ona göre insanın temel niteliği yaratıcılıktır. İnsan üretme ve yaratma niteliği ile yalnızlaşıp, üst insanın erdemine ulaşır. Bu yalnızlık ise değerli bir yalnızlıktır. Bu geçici yalnızlık, üst insanların çoğalmasıyla bitecektir.
“Evet, insanın kendini taşıması güçtür! Bunun nedeni kendi omuzlarında birçok yabancı şey taşımasıdır. O, bir deve gibi çöker ve sırtına bolca yük yüklenir. Hele güçlü dayanıklı ve saygılı olursa. O zaman pek çok yabancı sözler ve yabancı değerler yüklenir ve hayatı bir çöl olarak düşünür.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt)
Varoluşçu felsefe bilgi ve yöntem anlayışıyla, Fenomoloji’nin (görüngü bilimi) kurucusu olarak bilinen Alman filozof Edmund Husserl’in felsefesine dayanır. Bu felsefe yönteminin temel ilkesi, bilincin bir şey üzerine bilinç olması, bir şeye yönelmiş olmasıdır. Buna göre gerçekçiliğin bir kendiliğindeliği yoktur, gerçeklik yalnızca yönelinen, bilincine varılan, görülen bir şeydir. Husserl’e göre felsefe olguya yönelmelidir.
“Felsefe, felsefelerden değil, şeylerden, fenomenlerden hareket etmeli, şeylere, fenomenlere dönmelidir” sözüyle de bilinen Edmund Husserl, tam olarak varoluşçu olmamakla birlikte, Fenomenolojik Yöntem ile Fransa’da egemen olan varoluşçu akım için sağlam bir dayanak noktası olur. Varoluşçuluğun en önemli olgularından olan kaygı, kendini aldatma, utanma, bunaltı, beden, kadın, öteki, ölüm, hiçlik, özgürlük gibi konular Fenomenolojik Yöntem ile felsefi bir statü kazanır.
“Gerçekten çağımızın düşünsel sıkıntısı, dayanılmaz bir dereceye ulaştı. Keşke bizim huzurumuzu kaçıran şey, doğa ve tin bilimlerinin araştırdığı gerçekliğin anlamındaki teorik bulanıklık olsaydı – onlarda varlığın sonuna kadar ne derecede tanındığı, neyin böyle bir şey olarak, mutlak varlık olarak görüldüğü ve genel olarak böyle bir şeyin bilinip bilinemeyeceği olsaydı. Halbuki bizim sıkıntısını çektiğimiz şey, çok kökten bir hayat gereksinimidir, öyle bir gereksinim ki, hayatımızın hiçbir noktasında ondan kurtulamıyoruz. Bütün yaşama, bir tavır takınmadır.” (Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe)
Richard Diebenkorn, Interior With View Of The Ocean, 1957
Başka bir Alman filozof (kendisini varoluşçu olarak kabul etmese de) Martin Heidegger, adeta Kierkegaard ile Husserl’in düşüncelerini uzlaştıran Varlık ve Zaman adlı eserini 1927 yılında yazar. Heidegger, varlığı varoluşta aramıştır. Ona göre varlığın araştırılması gereken yer varoluştur. Heidegger’e göre varlık ne bir başkası tarafından var edilebilir ne de bir başka şeyi var eder. Heidegger, egzistans, kaygı, korku, ölüm gibi kavramları analiz eder. Ona göre varlık temelini ortaya çıkaran bir başka amaç da vicdandır. İnsanda kaygı var oldukça vicdan da gelişebilir. Vicdan insana suçu bildirir. Varlık temelini en derinden açığa vuran ise, yaşamı bir bütünlük ve bir birlik haline getiren ölüm gerçekliğidir. İnsan ne zaman öleceğini bilmediği için yaşamın anlamını her an gerçekleştirmelidir. Heidegger, varoluşçu diğer filozofları özellikle de Sartre’ı oldukça etkilemiştir.
“Çünkü zamanın kendisi geçip gider. Ancak sürekli olarak geçip gitmeyle zaman, zaman olarak kalır. Kalmak şu anlama gelir: Ortadan kaybolmamak, böylelikle mevcut olmak. Böylece zaman bir varlık türü tarafından değişmezliğinden söz eder. Yine de biz zamanı bir şeye benzer bir şey olarak hiçbir yerde bulmuyoruz.” (Varlık ve Zaman)
Karl Jaspers, 20. yüzyılın en önemli varoluşçu filozoflarından biridir. O, Kierkegaard’dan sonra teist varoluşçuluğu bir disiplin altına sokmaya çalışır, Tanrı’ya inanmayı kişinin varoluşunu gerçekleştirebilmesinin şartlarından biri olarak görür. Varlıktan önce oluş sorununa çözüm aramanın gereğini ileri sürerek, insanı düşüncenin odağı durumuna getirir.
Karl Jaspers, varlıkbilimde varoluşsal olanın katılaşması ve yozlaşması tehlikesini görür, onun yöntemi varoluşu açma, aydınlığa çıkarma (varoluş aydınlanması) yöntemidir, ama, kendi felsefesinin salt bir varoluş felsefesi olduğunu ileri sürmekle birlikte, kendisi de bilincin ötesine geçen bir fizikötesine yönelişiyle varoluş felsefesinin dışına çıkar.
“Bir kez daha yineleyim: İnsan dünyada, varoluş olarak bilinebilir bir nesnedir. Sözgelişi, insan, ırk kuramlarına göre özel türler içinde, psikanalizde kendi bilinçaltı ve onun etkileri düzeyinde, Marxçılığa göre de üretici bir canlının balansı olarak kendi üretimiyle doğaya egemen olan, toplum yaşamını sağlayan bir varlık olarak görülür. Doğa egemenliği, toplumsal yaşamın ikisi de bir varsayım niteliği taşıyan, gelişmeye elverişli tutumdur. Ancak, bu tür bilgi yöntemleri, insanı hiçbir zaman bütün olarak değil de, yalnız insanda eyleme dönüşen olayı kavrar. Bu tür bilgi kuramları insanın bütün saltık bilgisine yükselmeyi amaçlar, bu araştırma kuramları hep böyle yaparak gerçek insanı gözden kaçırdı, bu kuramlara inananlarda insan bilincini ve sonunda insanlığı sönüşün sınırına getirdi. İnsan olma özgürlük ve Tanrı’yla bağlantıdır.” (Felsefe Nedir?)
Richard Diebenkorn, Sleeping Woman, 1961
Tanrıtanımaz varoluşçuluğun temsilcisi Jean Paul Sartre, önceleri Husserl’den etkilenir, eserlerinde ahlakçı ve ruhbilimci eğilimleri ağır basar. Yavaş yavaş Husserl’den uzaklaşarak, Heidegger’e ve Nietzsche’ye yaklaşır. Son günlerde de Marx’a yaklaşmaya çalışır, Marxçılığı düzeltmeye ve geliştirmeye yöneldiğini söyler.
Sartre’ın bireyi, bu dünyaya atılmış olduğundan, kendi başınadır. Bu yüzden kendi özüyle ilgili her şeyi, kendine dayanmaktadır. Bunun getirdiği ağır sorumluluk altında ezilen birey, varolduğu andan itibaren bulantı duygusuyla karşılaşmaktadır. Sartre, bilinç sahibi varlık olan insan için özün, varoluştan sonra oluştuğunu ifade eder. Sartre, varoluş ve öz problemini özgür istence bağlayarak, insanın imkanlar dahilinde yapacağı özgür seçimlerinin, özünü meydana getireceğini savunur.
İnsan için, ilk önce var olmak gerekir, daha sonra özü oluşur. Tanrı, insanın kendini oluşturma faaliyetine engel olmaktadır. Bireyi, kendi özünü oluşturma sürecinde hep yalnız ele almaktadır. Ona göre, bu süreçte bireye yardımcı ne Tanrı ne de bir kural vardır. Birey, kendini kurma, yaratma sorumluluğuyla baş başadır. Birey, bu varoluş döngüsü içinde tek başınadır, yalnız bırakılmıştır. İşte dünya karşısında duyulan bu bulantı, insanı varoluşa götürmektedir. Bu özgürlük, sorumluluk ve bulantı duygusunun getirdiği döngüyü insan, hayatının her aşamasında yaşamaktadır.
“Hiçleştirmenin varlık eksikliği olduğunu ve başka bir şey olamayacağını biliyoruz. Özgürlük özellikle kendini varlık eksikliği kılan varlıktır. Arzu varlık eksikliğiyle özdeş olduğu gibi, özgürlük de kendini varlık arzusu kılan varlık olarak ortaya çıkacaktır yani ‘kendinde-kendi-için’ olmanın ‘kendi için-tasarısı’ olarak ortaya çıkacaktır. Burada hiçbir zaman özgürlüğün doğası ya da özü olarak ele alınamayacak soyut bir yapıya ulaştık, çünkü özgürlük varoluştur ve varoluş da kendinde özü önceler. Özgürlük doğrudan doğruya somut görünümdür ve seçiminden ayrılamaz, yani kişiden ayrılamaz. Ama ele alınan yapıya özgürlüğün doğrusu denilebilir, yani o özgürlüğün insani anlamıdır.” (Varlık ve Hiçlik)
Richard Diebenkorn, Invented Landscape
Hegel’in “Her felsefe, çağının sorunlarını dile getirir” sözü varoluş felsefesi için de geçerlidir. Varoluş felsefesi de çağının durumu ile sıkı bir bağlantı içindedir. Antik Çağ insanı kendini evrenin bir üyesi, bir parçası olarak görür. Yeniçağ insanı aklın gücüne, insanlık idesinin gücüne, tarihin anlamlı düzenine inanarak bir ilerleme iyimserliği içindedir. Günümüz de ise insan, bütün bu dayanaklarını yitirmiş, kendi kendisi için sorun olmuştur. Esasında varoluşçuluğun bir felsefe olarak kötü bir şekilde insani gerginlikleri artırdığı şeklindeki eleştirilerin aksine denebilir ki, bu akım modern insanın ruhunda zaten var olan gerginlikleri yaratmamış, sadece onları yok saymak yerine, felsefi olarak dillendirmeye çalışmıştır.
Varoluşçu felsefe, insana ve onun sorunlarına dönük bakış açısı, ele aldığı kavramlar ve bu kavramlara yüklediği anlamlar, insanlığın ortak kaygı ve endişelerini dile getirmesi nedeniyle, dünyada olduğu gibi ülkemizde de edebiyat alanında son derece etkili olmuştur. Dünyada Dostoyevski, Simone de Beauvoir, Albert Camus, Jean Paul Sartre. Türkiye’de ise Demir Özlü, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Vüs’at O. Bener, Tezer Özlü, Orhan Duru, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner ve Leylâ Erbil’i sayabiliriz.
Kaynak
Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri, J.P Sartre’nin Varoluşçuluğunda Hürriyet Anlayışı, Tarih Felsefesi Alanında Bir İnceleme: Varoluş Felsefesi ve Tarih Anlayışı, Varoluşçu Felsefenin Türk Düşünce Hayatındaki Yansımaları, Varoluşçuluk Felsefesi ve Resim Sanatı, S. Kierkegaard ve J.P. Sartre’nin Varoluşçuluk Anlayışlarının Karşılaştırılması , Jean Paul Sartre’ın Varoluşçuluk Düşüncesi