Tam adıyla Ali Oktay Rifat, fikir, kültür, edebiyat ve sanatla iç içe bir ailenin çocuğu olarak 10 Haziran 1914’te Trabzon’da doğar. O, doğduğu sırada Trabzon valisi olan babası Samih Rifat, eski Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Azası, Türk Dil Kurumu’nun ilk başkanı, şair ve birçok değerli eseri Türkçe’ye çevirmiş bir dilbilimcidir.
“Yaslı gittim şen geldim/Aç koynunu ben geldim” çok bilinen marşın dizeleri babasına aittir. Bektaşi nefesleri yazar, musiki ile ilgilenir. Annesi Münevver Hanım, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın kız kardeşidir. Büyük dedesi Macar Hurşid Bey, hem Türk hem batı müziği konusunda donanımlı bir bestekar, dedesi Albay Hasan Rifat Bey şiirle ilgilenir. Amcası Ali Rifat Bey udî ve besteci, annesinin teyzeoğlu Ali Fuat Cebesoy ise Cumhuriyet devrinin ünlü asker ve siyaset adamıydı. TİP genel başkanı Mehmet Ali Aybar da kuzenidir.
Oktay Rifat’ın Şiirleri isimli yazımızı da okumanızı öneriyoruz.
Basılı birçok kaynağa göre Oktay Rifat’ın soyadı Horozcu’dur. Oysa Horozcu soyadı tartışmalı bir konudur. Şaire ait tüm resmi belgelerde Ali Oktay Rifat yazar, Horozcu diye bir soyadı yazmaz. Tanzimat’tan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nde şunlar yazar: “Tam adı Ali Oktay Rifat. Kendisi kullanmadığı halde bazı kaynaklarda soyadı Horozcu olarak geçer.” Horozcu soyadı, aslen Manastırlı olan ailenin lakabıdır.
Soldaki fotoğrafta Oktay Rifat dadısı ile, ortada annesi Münevver Hanım, sağda ise babası Samih Rifat
Oktay Rifat’ın doğumundan 5-6 ay sonra aile İstanbul’a gelir, çocukluğunun bir kısmı bu şehirde geçer. Babası Samih Rifat, Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu’ya gider. Daha sonra baba hastalanınca, annesi ve kızkardeşi Hüsnüaşk ile birlikte Antalya’ya, oradan da Ankara’ya gelirler ve oraya yerleşirler. Ankara Taş Mektep’le birlikte (Ankara Lisesi) Oktay Rifat’ın şairlik ve yazarlık serüveni de başlar. İlkokulun son sınıfında tanıştığı Orhan Veli ile arkadaşlıkları, lise birinci sınıfta aynı edebi zevke sahip dostluğa dönüşür. Bir yıl sonra da aralarına Melih Cevdet katılır.
Oktay Rifat, Ahmet Oktay’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide şunları söyler: “Ankara Lisesi’nde edebiyat merakımız, şiir merakımız hafiften başladı. İki sene sonra Melih Cevdet geldi ve Garip sacayağı böylece kurulmuş oldu. Hocamız Ahmet Hamdi Tanpınar’dı; kendisinden çok faydalandık. Mektep sonlarına doğru, yani lise sonlarına doğru, bayağı eli yüzü düzgün şiirler yazmaya başladım.”
Orhan Veli, Mina Urgan, Oktay Rifat
Bu yıllarda yazdıkları şiirler, Ankara Lisesi Mecmua Heyeti tarafından hazırlanan aylık Sesimiz Dergisi ile Oktay Rifat’ın amcası Cevat Rifat tarafından çıkarılan İnkılâp ve Millî İnkılâp Dergisi’nde 1932 – 1934 yılları arasında yayımlanır. Bu üç genç Cemal Süreya’ya göre, aynı edebiyat ekiniyle beslenmişlerdir ve görüşleri gibi delikanlılık günleri de bir arada gelişmiştir. Bu birliktelik ise onlara, başka şiir topluluklarında görülmeyen cinsten bir yakınlık, ortaklaşa bir söz hazinesi, hatta ortak bir şiirsel söz dizimi kazandırmıştır.
Yollar
Leylasını kaybeden Mecnun mudur bilinmez.
Çatlak dudaklar ile dağlara düşer yollar.
Piri emretmiş gibi dağ demez tepe demez,
Bir bilinmez aşk için uzayıp gider yollar
(Sesimiz, s. 10, Birincikânun 1932)
Oktay Rifat, Orhan Veli ve arkadaşlarıyla
Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in yeni şiir anlayışına göre yazdıkları şiirler 1941 yılında yayımlanır. Kitabın adı, Cahit Yamaç’ın tavsiyesiyle Garip olur. Şiirde, eski geleneğe ait yıkmak istedikleri pek çok özellik vardır: Vezin ve kafiye, şairanelik, edebi sanatlar gibi. Hareketin temelinde nesnel gerçekliğe ve doğallığa dayalı bir estetik alt yapı bulunur. Doğal olarak, bu isim, şiir anlayışları ve şiirleri garipsenen bu üçlü için çok uygun düşer.
Kitapta Melih Cevdet’in on altı, Oktay Rifat’ın yirmi bir ve Orhan Veli’nin yirmi dört şiiriyle, Orhan Veli ve Oktay Rifat’ın ortaklaşa kaleme aldıkları iki şiir yer alır. Önsözde ise, Orhan Veli’nin şiir hakkındaki düşüncelerini açıkladığı ve daha önce farklı yerlerde yayımlanmış makalelerinden bir seçme yer alır. Melih Cevdet, özellikle bu önsözdeki düşüncelerin bir kısmına katılmadığını, üçlü arasında bazı görüş farklılıkları olduğunu çeşitli vesilelerle işaret eder. Ancak yine de üç arkadaş baştan beri devam ettirdikleri birliktelik görüntüsünü sürdürürler.
Tecelli
Nedir bu benim çilem
Hesap bilmem
Muhasebede memurum
En sevdiğim yemek imam bayıldı
Dokunur
Bir kız tanırım çilli
Ben onu severim
O beni sevmez
Ekmek ve Yıldızlar
Ekmek dizimde
Yıldızlar uzakta tâ uzakta
Ekmek yiyorum yıldızlara bakarak
Öyle dalmışım ki sormayın
Bazen şaşırıp ekmek yerine
Yıldız yiyorum
Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat, Melih Cevdet
Oktay Rifat, o günleri şöyle anlatır: “Üç kafadar, çocukluktan delikanlılığa el ele geçtik. Dünya nimetlerini bir arada tattık. Şiir bizim için yaşamaktan ayrı bir şey değildi. Hayalimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi ortaklaşa kullandık. Bu macerada da el ele yürümek bizi birbirimize büsbütün bağladı.”
Oktay Rifat, 1937’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirir. Doktora yapmak için Maliye Bakanlığı bursuyla Paris’e gider, ancak 1940’ta İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla öğrenimini yarıda keserek yurda döner. Askerlik hizmetini yaptıktan sonra Maliye Bakanlığı’nda ve Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çalışır; bir süre de Ankara ve İstanbul’da serbest avukatlık yapar.
Oktay Rifat askerliğini yaptığı Zonguldak’ta, vali Halit Aksoy’un kızı Türkan Hanım’la tanışır ve 13 Şubat 1943’te evlenirler. Evlenme arifesinde Şevket Rado’ya yazdığı mektupta sevinç içindedir: “Çok sevgili kardeşim Şevket, Ben bekarlar kralı, gece kuşu Oktay Rifat, on güne kadar evleniyorum. Kâğıtlarım askıda… Ben hiç değişmedim; eski hamam eski tas. Yalnız deli gibi aşığım ve hanımımın emri veçhile erken yatıp erken kalkıyorum. Sigarayı azaltmaya çalışıyorum.”
Bu evlilik maalesef uzun sürmez. Türkan Hanım, 10 Temmuz 1943’te verem nedeniyle yaşama veda eder.
Türkan Hanım
Türkan İçin
Ve kalbin sevda diye yandığı zaman
Ayın ondördüne karşı pencerede
Saçların çıplak omuzların gecede
Mısralarım dökülsün dudaklarından
Sen faydalı nisan yağmuru gibisin
Bereket ve huzur getirirsin şiire
Edebiyet çığrını açtın kadere
Bu baharın ve bu gönlün sahibisin
Kuş Gibi
Türkan’a
Kuş gibi uçarım yollarda
Koluma takınca karımı
İçimden geldi mi dinlemem
Beline atarım elimi
Türkan’a Ağıt
bir gemidir dalgalara karışır
benim derdim tazelenir gelişir
bana artık ölüp gitmek yaraşır
kanar durur ciğerimin yarası
ölen ile kolay kolay ölünmez
hem ölünmez hem ölenden geçilmez
benim derdim ölmeyince unulmaz
ağla gözüm ağlamanın sırası
Oktay Rifat avukat kimliği
Oktay Rifat, 1944’te basılmasını çok arzu ettiği, önem verdiği, ancak bilinmeyen bir nedenle basılamayan Ahmet isimli bir roman yazar. Romanıyla ilgili, Nedret Emin İşli’nin hazırladığı, Şevket Rado’ya Mektuplar: Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, adlı kitapta 26.09.1944 tarihli bir mektupta: “Aman Şevketciğim Ahmet’i görücü görücü dolaştır ve muhakkak baş göz et” yazar. Şevket Rado, üçünün de hem arkadaşı hem de yayıncısıdır.
Oktay Rifat, 1945’te Garip öncesi şiirlerinden de örnekler aldığı Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler’i yayımlar. Bu kitabını bastırabilmek için Şevket Rado’ya inanılmaz baskı yaptığını, kitabının tashihlerini kendisinin yapmak istediğini, kapak konusundaki ısrarcı tutumunu, ancak kapağı beğenmediği için basıldığı halde dağıtımını durdurduğunu, Şevket Rado’ya Mektuplar kitabından öğreniyoruz. Bu kitabında, Garip’teki temaların yanında, duygusal yanı ağır basan, ölçülü ve uyaklı geleneksel şiirden de yararlanır.
Nurullah Berk’in kitapta yer alan çizimlerinden
Halka
Açmadan dalda kurudu filiz
İçime eza veriyor bahar
Göründü gökyüzünde martılar
Nerede hasret kaldığım deniz
Beni mi boğmak istiyor dalga
Kuşlar dönüyor başımda neden
Sahil bir çizgidir üzüntüden
Ve gittikçe daralmada halka
Anış
Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy’de geçen zamanımın
Rüyama girer bir arada
İstanbul bahar ve Türkân’ım
Bir odamız vardı etrafı sarmaşık
Bostanlara bakan penceremiz
O güller kadar taze
Ben ona deli gibi âşık
Bir yastıkta dinlenir başlarımız
Saçlarım saçlarına karışırdı
O güzel bir kızdı ince alımlı
Ne giyse yaraşırdı
Yeter ki gönüller şen olsun
Şarkılar söylerdik yolda
Hep karşıma otururdu ellerini tutardım
Akşam üstü eve dönerken paraşolda
Ağaçlar çiçekteydi
Türkân’ım sağ beraberimde
Kalbim sevda içindeydi
İstanbul bahar içinde
Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler (Kapak: Emin Barın)
Oktay Rifat, 29 Ocak 1945’te Fransızca öğretmeni ve çevirmen Sabiha Omay ile Ankara’da evlenir; bu evlilikten bir oğulları dünyaya gelir. Aynı yıl yayımlanan Güzelleme kitabını Sabiha Hanım’a adar. “Sabiha’yı görür görmez onunla evlenmeye karar verdim ve tanıştığımızın ikinci günü kendisine izdivaç teklif ettim. Düşünmesi için de kendisine 24 saat mühlet verdim. Bu müddet sonunda kabul ettiğini bildirdi. Üç buçuk ay nişanlı kaldık. Sonra 1945 yılında evlendik.”
Eski Zaman Aşığı
benimki sevda değil ateşten gömlek
bir kar düşmüş ışıl ışıl yanar içimde
ama ben eski zaman aşığıyım
sevmek kadar katlanmakta gelir elimden
gece hayalimde gündüz fikrimde
ela gözlü o yar çıkmaz gönülden.
Mor Kalem
Her koşmana bir öpücük var dedi
Yaktı beni canevimden sürmelim
Durulur mu bunu bize yâr dedi
Haydi kalem nazlı kalem mor kalem
Boş kâğıdı çizik çizik çizersin
Güzelleri övmesini bilirsin
İsteyince bülbül olur ötersin
Haydi kalem nazlı kalem mor kalem
Oktay Rifat ve Sabiha Omay
Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet’in 1 Ocak 1949 tarihinden itibaren yayımlamaya başladıkları Yaprak Dergisi, 15 Haziran 1950’de kapanır. Kısa bir süre sonra da Orhan Veli’nin hayatını kaybetmesiyle, Oktay Rifat ve Melih Cevdet genel çizgilerini bir süre daha devam ettirir. 1952’den itibaren kendi şiir çizgilerini oluşturarak bu yolda hareket ederler.
Oktay Rifat’ın şiirinde, Garip etkisindeki ilk dönemini, Güzelleme, Aşağı Yukarı, Karga ile Tilki kitaplarıyla birlikte ikinci dönemi izler. Bu kitaplarında, Garip şiirinin nükteli ve taşlamalı söylemi yanında, geleneksel yapı biçimlerine eğilim duyduğu görülür. Hece ölçüsünde değişik kalıpları uygular, uyaklardan yararlanır, halk şiirimizin nazım biçimlerinden esinlenir. Bu şiirlerinde gerçeklik ön plandadır. 1952’de yayımlanan Aşağı Yukarı’da, masal, destan öğelerinin yanında gerçeküstü anlayışla tekerlemeler, yinelemeler ve konuşma dilinden yararlandığı uzun şiirler dener. Bu şiirler, yer yer semt ve şahısların adları ve görüntüleriyle düzyazı, konuşma, açıklama ve anlatılarla sürer.
Fadik ile Kuş
Bir daha söyletmedi Fadik kız yürüdü
Az gitti uz gitti
Dere tepe düz gitti
Ballıbabaları emerek
Burnunu çekerek
Ver elini çekelek
Ben sana küselek
Gide gide bir ağacın dibine vardı
Güzel
Kadın vurmuş maltıza tencereyi
Fasulye pişiriyordu
Adam düşünüyordu
Altmış beş fasulye diyordu
Yirmi beş de soğan
Doksan
İki yüz de yağ
Etti mi sana iki yüz doksan
Yaaa
Adam düşünüyordu
Bir kundura almalı diyordu
Hayrı kalmadı bunların
Su alıyor bunlar diyordu
Nasıl etsem diyordu
Uludağ Sokak Satıcıları
Akşamla bacada mavileşince duman
Biten türkü gibi uzaklaşan kapımdan
Kayın ağır ağır gündüzden gecenize
Ey İstanbul ağzıyla mal satan simitçi
Çocukları eşeğine bindiren sütçü
Halil İbrahim bereketi kesenize
Aşağı Yukarı (Kapak: Füreya Kılıç (Koral))
1954 tarihli Karga ile Tilki ile Yeditepe Şiir Armağanı alır. Bu kitabındaki çoğu şiirlerde (Bulut, Telefon, Elimi Gördüm, Hürriyet ve Karga ile Tilki) ironinin, erotizmin, öne çıktığı destan söyleminden yararlanır. Aldı Esma Bacı, Aldı Bulut şiirleriyle ise halkın özlemini, yaşayış biçimini, emeğin ve hakkın bölüşümünü doğa görüntüleriyle süsleyerek okura sunduğu şiirlerdir.
Telefon
Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklarım kocamdan belli
Telefon benim ki de analık
Çocuklara bakma dayanırım
Sevgiydim önce bir çeşit incelik
Şimdi işe yarıyorum kaba saba
Tuzlu bir deniz kokusu havada
Benimle başladı bu müthiş tazelik
Benimle yaklaştı güzel günler
O günlerin eşiğinde beni hatırlayın
Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik
Aşağı Yukarı ve Karga ile Tilki kitaplarında, hece ölçüsünde değişik kalıpları uygular, uyaklardan yararlanır, şiir anlayışı pek değişmez; toplum dertlerine çare arayan, toplumsal bir arka plan kazanır. Bu kitaplarında özgün bir söyleyişe ulaşır. Halk ağzını çağrıştıran sözcüklerle Osmanlıca, İngilizce ve Öztürkçe sözcükler yan yanadır.
Oktay Rifat
1956’da yayımlanan Perçemli Sokak ile dilin imgesel kullanımı öne çıkar, nesnenin yerini imge alır. Rifat’ın şiirinde yeni bir dönemdir. Perçemli Sokak, adını gerçek bir sokaktan alır. Bu şiir kitabının önsözü, poetika niteliğiyle çok önemlidir. Artık söyleminde, sözcükleri kullanışında farklılıklar göze çarpar, sözcük ve dizelere başka anlamlar yükleyerek çağrışımlarla zenginleştirir. Şiir adları yerine rakamlar kullanılırken hece ve halk şiirinin özelliklerinden uzaklaşır. Perçemli Sokak, hem önsözünün kapsamı hem de içerdiği şiirlerin farklı imge yapısı nedeniyle edebiyat dünyasında yoğun bir şekilde tartışılır. Kimi eleştirmenler Oktay Rifat’ın bu kitabıyla toplumculuktan uzaklaşıp bireye döndüğünü belirtirken kimisi de onun batılı gerçeküstücü şairleri taklit ettiği savını ileri sürer. İkinci Yeni şairlerinin bir bölümü de şairin bu kitabı, genç kuşağın şiire getirdiği yeniliklere onlardan önce sahip çıkmak amacıyla alelacele yazdığı düşüncesindedir.
Oktay Rifat, “Perçemli Sokak’la birlikte İkinci Yeni kuruldu. Ne var ki kuruculuk savında olanlar hareketi daha gerilere çekmek ve beni dışarda bırakmak istediler.” derken; Cemal Süreya Oktay Rifat’ın kendilerinin öncüsü olmadığını belirtir: “Oktay Rifat, İkinci Yeni’yi ben kurdum diyor. İyi de… Bizim 1950’den sonra çıkmaya başlıyor şiirlerimiz, ama kitap çıkaramıyoruz. Oktay Rifat Perçemli Sokak’ı 1956’da çıkardı, kitaptaki şiirlerin hemen hiçbiri önceden yayınlanmamıştı. Ve bir önsözle akımı üstlenmeye kalkıştı.”
Ahmet’e
Senin de bulutların olur
Kuzular gibi dizinin dibinde
Senin de şehirlerin olur
Kitap kitap göğün altında
Ekinin ekmekten başka düşündüğün
Davarın gütmekten başka sevdiğin
Ellerin karanfil sapına yatkın
Güvercin kanadı gibi dişlerin ağzında
Suyun bardakta
Çocukların okulda
Kitabın kalemin dergin
Postacı ayağına kadar gelir
Perçemli Sokak
II
Gel bulutsuz masalara yaslan
Elimi tut büyüsün
Yüzüme bak çalsın
İçimdeki çalar saat
Dönüş yollarında sarmaş dolaş
Vapurlar geçsin aramızdan.
“Perçemli Sokak’la yapmak istediğim gerçeğe biraz daha sokulmak, yaklaşmaktı. Gerçeği duyularımızla tanırız. Hiç ağaç görmemiş birine birden çınarı gösterirseniz ne yapar! İnsanoğlu kendini alıştıra alıştıra algılar gerçeği, böylece öldürür onun şaşırtıcı ve olağanüstü yanını. (…) Şiir hep bizden önce vardır, doğada da, kitaplarda da. Şunu söylemek istiyorum: Okumasını ve bakmasını bilirseniz hemen tanırsınız onu. ” (Oktay Rifat, Yusufçuk Dergisi, 1980)
Oktay Rifat, Aşık Merdiveni
Oktay Rifat, 1958’de yayımlanan Aşık Merdiveni kitabında da, Perçemli Sokak kitabındaki şiir anlayışı devam ettirir. Her iki kitabında da, sözcüklerin yarattığı görüntülerin peşine düşer.
Evvel Zaman İçinde
Her ağacın arkasından karşıma siz çıktınız
Öylesine çoktunuz ki bunaldım yalnızlıktan
Rüzgârınız esiyordu dağ taş deli gibi
Savruldu kulelere dayadığım merdiven
Her köşebaşından karşıma siz çıktınız
Öylesine yoktunuz ki ağladım deliye döndüm
Kanınızla incelen taşlar yüzüyordu
Eski denizleri andıran bulutlarda
Sayısız gitmiştiniz ne yazık
Evvel zaman içinde gibiydiniz
Uzandım yerden usulca aldım gökyüzünü
Siz atmıştınız
Seni İniyorum
Seni iniyorum Yüksekkaldırım’dan
Seni dolaşıyorum insanların içinde
Düşünüyorum düşünmek boş
Seni bakıyorum en iyisi
Seni toriklerin mavisine
Seni sandal
Seni martı
Seni Köprü’nün direkleri
Seni yoksul kişi boynu bükük
Bir kadın geçiyor yanımdan
Bir sen varsın senden öte
Seni geçiyor
Seni gidiyor
Oktay Rifat (Fotoğraf: Ara Güler)
Oktay Rifat, Latin Ozanlarından Çeviriler (1963) ve Yunan Antologyası (1964) adlı kitaplarını yayımlar. Oktay Rifat’ın bu çeviri şiirleri ne kadar önemsediğini, bu iki kitabın şairin vasiyeti üzerine, Bütün Şiirleri 2 kitabına alındığı bilgisinin otobiyografisinde yer almasından da anlaşılabilir. Oktay Rifat, Antik Yunan’dan çevirdiği bu epigrammalarda kendi şiirini ararken evrenselleşen bir şiir anlayışını Türk Edebiyatı’na somut olarak da getirir. Epigramma, birkaç dizeyi geçmeyen kısa bir şiir, taşlamaya verilen isimdir. Cemal Süreya, Oktay Rifat’ın Latin ozanlarından yaptığı çeviri şiirlere kendi şiir dilinden ve dil hazinesinden bir şeyler kattığını belirtir.
Yangın
Bu lir çalış, bu cıvıltı, bu bakış,
Seni bir gün tutuşturur, kül eder;
Bakarsın ki ateş bacayı sarmış.
Şaşarsın: nerede, ne zaman, nasıl?
İş işten geçtikten sonra anlarsın
(Filodemos)
Oktay Rifat ve eşi
1966’da Elleri Var Özgürlüğün kitabıyla Oktay Rifat’ın şairliğinin geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanındığı, en parlak dönemine girdiğini söyleyebiliriz. Ozan, bu kitabıyla şiir serüveninde yeni bir yönelişe işaret eder ve toplumcu şiirin izlekleriyle bütünleşir. Tarihten güncelliğe uzanan anlam katmanlarıyla, imge örgüsüyle, insanlık durumunu şiirleştirmiştir. Cevat Çapan şöyle der: “Oktay Rifat’ı büyük şair yapan, Elleri Var Özgürlüğün şiirleridir. Bu kitabıyla evrensel bir şair durumuna gelir, artık dünyanın anlayabileceği bir dille yazmaya başladı. Dünya şiirini, özellikle Fransız şiirini bilmesi, Rilke’yi birçok Fransız şairi yakından tanıması ve onlardan çeviriler yapması onu zenginleştirdi. Ama onların taklidi bir sanatçı olmadı.”
Elleri Var Özgürlüğün
10
Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek.
Gel yurdumun insanı görün artık,
Özgürlüğün kapısında dal gibi;
Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!
Gece Gündüz
Bakıyorum, ne yeteri kadar ağacım,
Ne çakılım, ne insanım yeteri kadar.
Türlü giysilerle çıplağım, üşüyorum.
Bakıyorum yalnızım, bir türkü sadece!
Ondan, ondan işte bu türkü gece gündüz
Oktay Rifat
1969 yılında yayımlanan Şiirler kitabıyla, artık nesne ya da imge değil, dilin kendisi öne çıkar. 1973 tarihli Yeni Şiirler de bu
yaklaşımın bir devamıdır.
Seninle Sensiz
Sen gelince bir mutluluk ülkesiyim,
Cıvıl cıvıl;
Az gelişmiş toplum gibi, sen gidince,
Boynum bükük
Nisan Başı Kır Kahvesinde
Sevgimin arkasına gizleniyorum,
Sana bakıyorum usulca.
Rüzgârın yapraklarıyla oynadığı bir kitap
Yüzün, denizi veriyor ilk satırda,
Altını mavi tebeşirle çizdiğin.
Güllerin Arasından
Güllerin arasından geçmek için
Kara giymek, o denizi bulmakla
Başladı. Boştu ev, bahçe kapısı
Aralık. Bir yol kıvrıldı incecik.
Eski bir resim sanki, unuttuğum,
Şaşırtıcı ilk bakışta ve bildik.
Belli ki yüzünüzü gizliyordu
Arılar, uzun saplı şemsiyeniz.
Baktım yalnızlığına içim ezik.
Her küçük bahçede açan o çiçek,
Adımlara denk o ufak sessizlik,
Kırık bir pancurla sarkmış burada,
Yabanıl bir yaseminle değişik.
Oktay Rifat’ın resimlerinden
Çobanıl Şiirler (1976), Bir Cıgara İçimi (1979), Elifli (1980)’de yayımlanır. Bu üç kitabıyla kırsalı, doğayı, bu coğrafyada yaşayan insanın umutsuzluklarını, mutsuzluklarını, anlarda gizli mutluluklarını şiirleştirir. Bir Cıgara İçimi kitabı, Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’ne layık görülür.
Yaşam Bir Çoğalmadır
Bir ay tutulmasıdır gülümsemen
Dökülen sırıdır aynamızın yalnızlık
Aşka dönük
İncitirsen sen incit darılmam
Varsın görünmez olsun yüzüm
Şimdi de bin parça
Kırık.
Bir Adam
Son bulut gökte temelli silinmeden önce, kararmadan önce ova,
bir kızıllık kaplıyordu ortalığı. Kayık kumsalda,
kumru dalda susuyordu, susuyorduk.
Kurması bitiyordu konsolların üstündeki saatlerin.
Kadın elini çekiyor tepsideki mercimekten, gözleri boşlukta.
Çıt yok. Çorba suyu kaynadı. Testi terliyor. Somun
bölünmek istiyor tahtasında. Adamsa
görünmez olmuş sekide. Gece burnunun dibine gelmiş,
yak bir cıgara, diyesi, şu efkâr saatinde.
Gelip Geçen Biri
Bir resimden çıkmış gibi ağaç güneş,
Uzaktan önce, gelincik iki yanı,
Geliyor otlar arası yoldan yavaş
Adımlarla, göğsüne takmış Zaman’ı,
Dallar içinde cıvıltılar, vişneler,
Bulutlar en beyaz çağında, koparsa,
Dursa geçmese, işte geçmede seher
Nasıl geçerse, yalnızlık nasıl varsa,
Nasıl biterse başlayan gülümseme,
Sonra nasılsa eski yüz, eski bakış,
Döner duygu geçip giderken özleme.
Bir boy boşluğunca mavi, sıcak leke,
Hep o tüy savrulur artık düşüncede,
Başlangıç ve son, her sevincin ardı kış
Mengü Ertel, Necati Cumalı, Abidin Dino, Oktay Rifat, Sabahattin Eyüboğlu, Nehar Tüblek
1982’de Denize Doğru Konuşma, 1984’te Dilsiz ve Çıplak adlı şiir kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne layık görülür. Dilsiz ve Çıplak’ta Oktay Rifat’ın şairlik serüveninin tüm uğrakları bulunabilir. 1987’de yayımlanan Koca Bir Yaz son eseridir. Bu üç kitabında da lirik şiirleri yer alır. Oktay Rifat şöyle der: “Lirizm insan ruhunda, yürekten bilinçaltına doğru kaydı. Akılla bulunmuş şiir en kötü şiirdir. Bilinçaltı dediğimiz ruhsal bölge bilinçdışıdır. Bilinmez ki akılla taklit edilsin.”
Son şiirlerini bu ilkeyle yazar, şiirde ulaştığı bu son noktayı “Şiiri akışında keyfine bırakmak, bana en akılcı yol olarak görünür.” diye açıklar.
Mumlar ve Gece
Yakmadan mumlarını yağmurlu gecenin,
açmadan kapısını çıkmak için geceye,
bir çalgı sesi duydu otların arasında.
Bırakmalı bu mumları, diye düşündü, unutmalı,
yağmuru güneşle ayırmalı ikiye,
bir kırlangıç koyarak arasına gitmeli,
Yağmur Başlangıcı
siz bir başlangıç bile değilken
sizi yazdım kotardım
bir başucu kitabı olmanızı istedim
tek tek iri o yabanıl kelimeler
onlar işte renkli zarlarının içinde
olukların çinkosunda yuvarlanan
siz daha bir başlangıç bile değilken
yağmur başlamıştı
ama ne ben ne bahçe ne yaz
hiçbirimiz.
Sizden Sonra
Siz taşınıp gittikten sonra
tadı tuzu kalmadı buraların
dımdızlak yalıdaki o kahve
sipsivri ortada o çeşme
geri geri gidiyor ayaklarım
vapur dağılıyor yoksun
sinama boşalıyor yoksun
akşam simitçisi geçmiyor mu
bildik eski bir ses huylanıyorum
gözlerim pencerede seni arıyor
camı açıyorsun gibi geliyor
sarkıyorsun gibi geliyor
gerisi çorap söküğü gibi.
Oktay Rifat’ın 1976’da Bir Kadının Penceresinden, 1980’de Danaburnu, 1982’de Bay Lear adlı romanları yayımlanır. Danaburnu adlı romanı, 1981 Madaralı Roman Ödülü’nü alır.
“Adam ölmemişti, ama ölmek üzereydi. Komşuların gözü önünde, entarisi yırtık, yalınayak, o önde, jandarma arkada karakola gitmişti. “Aferin” diyenler olmuştu. Erkek kızmış. Namusunu kirletmektense katil olmayı göze aldı. Oysa düşünerek, bilerek yapmamıştı. O bıçak, o ete hiçbir direnç görmeden giren bilenmiş, sivri bıçak orada, peykenin üstünde olmasa, öldürmezdi adamı, neden öldürecekti! Ölmüş müydü ölecek miydi gerçekten? Öz babasının bile ölümünü kavrayamamışken şimdi babalığını öldürmüş olmak bir çeki taşı gibi çöküvermişti içine.” (Danaburnu)
Oktay Rifat, Kadınlar Arasında, Oyun İçinde Oyun, Birtakım İnsanlar, Zabit Fatma’nın Kuzusu, Atlarla Filler, Çil Horoz, Yağmur Sıkıntısı adlı, her biri sahnelenen oyunlar da yazar.
Oktay Rifat’ın resimlerinden biri
Oktay Rifat, resimle ilgisini şöyle anlatır: “Birdenbire resim yapmaya başlamış değilim. Çocukluğumdan beri resim yaparım. Ne var ki yakın zamanlara dek doğru dürüst bir şey çıkaramadım ortaya. Yaptıklarım resim olmadı bir türlü. Zaman zaman umutlanırım, gece gündüz resim yaparım, sonra bu dalga geçer. Galiba şiirin tıkandığı yerde başlıyor resim. 1955’lerde iyice bir şeyler yaptım, akrabalara, eşe dosta verdim. Fuat İzer’in atölyesinde bıraktığım beş on resim var ki onların yok olmasını isterim. Çok kötü şeylerdi. 1978’de hastalık yeniden tepti. 1978’lerde yaptığım resimlerin üstüne başka resimler yaptım. Kimini yeniden boyadım. Yeniden küstüm resme.”
Oğlu Samih Rifat ise şunları aktarır: “Resim. Ara sıra içine girdiği, ara sıra da uzaklaştığı bir tutku alanı. Kimi zaman bilinçli bir uzaklaşma olurdu bu; şiiri keser diye düşünürdü. Kimi zaman da uzun uzun, keyifle resim yaptı. Ama hiçbir zaman, gerçekten iyi bir ressam olduğunu düşünmedi sanırım. Ozandı o, her zaman. Resim yaparken de…”
Oktay Rifat, Bir Kadının Penceresinden
“Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü. Avukatlık yaparak geçinirim. Parayı pulu sevmem. Bilgisizliği, üstünkörü bilgiye yeğ tutarım. Yalandan, yalancıdan, hele çıkarı için yalan söyleyenden iğrenirim. Sosyalistim. Şiir, sosyalizm ve yalandan sakınma bana kişiliğimin temel direkleri gibi görünür. Bana kalırsa, şiirin bir ayağı toplumda, bir ayağı kişinin içindedir. Her ozan topluma mal olan, başka bir deyimle nesnelleşen şiirle ilgili kural, ilke ve düşünceleri bilmek ve öğrenmek zorundadır. Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.”
“Şiir hem şiir olmalı, hem de okunmalı, okunabilmeli. Yeni araştırmalar yapmayalım demek istemiyorum. Şiir asıl bu gözüpek araştırmalarla gelir. Ne var ki, sonunda tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yine kürkçü dükkânı, diyeceğim, halkın beğenisi olmalı.”
Oktay Rifat’ın 1962 – 1988 yılları arasında yaşadığı apartman
Eşi Sabiha Hanım 1950’lerde bir söyleşide şöyle anlatır evdeki Oktay Rifat’ı: “Hayli marifetlidir. Evvela iyi marangozdur. Misafir odamızdaki masa, koltuk ve sandalyeleri eşim yapmıştır. Sonra birinci derecede aşçı kadar mükemmel yemek pişirir. Ama kırk yılda bir mutfağa girer. Bilhassa mayonezi meşhurdur. Bir iki defa midye pişirdi; bayıldım. Sonra elinden diğer bütün ev işleri gelir. Mesela musluk tamir eder, soba kurar.”
Abidin Dino şöyle anlatır: “Eski hikaye, bir ara yarı şaka, yarı değil, tutturmuştu Oktay Rifat. “Birden bire sokakta fenalık geçirip ölecek olsam, başıma bir kaza gelse yol ortasında, ne bileyim hastaneye, bilemedin morga kaldırsalar, beni soyduklarında ya çorabım delik çıkarsa? Felaket!..” Haklıydı Oktay, ölmek felaket değil, çorabımızın delik çıkması… Her şeyde öyle titizdi ki!.. Boşuna telaş, sanırım asla delik çorap giymediği gibi, asıl önemlisi, şiirinde tek bir delik, tek bir yama ya da kusur bulunmaması. Günü ve yeri değil, ama aşçılığı da övgüye değer, onun bir cızbız köftesi vardı ki, aman Allah! En kederli gününde bile, gülmesini bilen kişidir Oktay.”
Oktay Rifat
Oktay Rifat, 18 Nisan 1988’de İstanbul’da yaşama veda eder. 1992’de çeşitli düz yazıları Şiir Konuşması adlı kitapta bir araya getirilir. Oktay Rifat’ın dönem dönem dergilerde yayımladığı çeviri şiirleri, ölümünden sonra oğlu Samih Rifat’ın hazırladığı Gece Yazı (1994) adlı kitapta bir araya getirilir. Ozanın kitaplarına almadığı şiirler ise 2016’da Bu Dünya Herkese Güzel (Dışarıda Kalan Şiirler) başlığı altında Mehmet Can Doğan tarafından derlenir ve basılır.
“Azgelişmiş toplumların başlıca özelliklerinden biri de gelişmiş toplumlardan kültür dışalımı yapmalarıdır. Azgelişmişliği işleyen bütün toplumbilimciler bu özelliğin üstünde duruyorlar. Gözlem doğrudur, ama eksiktir. Azgelişmiş toplumun sanata, bilime, tekniğe, felsefeye gereksinimi vardır, ama bu gereksinmeye ve bütün çabalara karşın kültür dışalımı gerçekleştirilemiyor. Sanatı ele alalım. Şinasi’den hatta daha öncesinden bu yana Batı sanatına özendik, öykündük, Batı sanatını doyurucu anlamda getirebildik mi? Sözgelimi 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’yı çılgınca saran simgeci akımdan Haşim’in mercan dallarıyla birkaç leyleğinden, Piyale önsözünden başka ne geçti elimize?” (Şiir Konuşması)
Tek Katlı Evler
Vakitsiz evlerin kireç badanalı
duvarları, kırsal beyazlığımız.
eski bir yağmur mu hafiften başlayan
yoksa solgun bir güneş mi damlara
dağılıp güz kokusunda ağaçlara
gündüzden geceye yağdığım.
ey suçüstü yalnızlığı evlerin
oysa hiç gidilmemiş
bir akşamüstüdür yalnızlık
beni bulur sensiz, aynası kırık
günlerini, kilidini kurcalarken
bileziği unutulmuş ellerinin
yitirilmiş ne varsa hepsiyle
uykunun uzaktan yalvarışı
gibi dönüp baktığımız
bir karanfil boşluğu bardakta
kokusuz kaldığımız.