Menu

Semiha Berksoy Kimdir? Semiha Berksoy’un Hayatı



Semiha Berksoy, 24 Mayıs 1910’da Çengelköy’de dünyaya gelir. Babası Merkez Bankası mensuplarından, şair Ziya Cenap Berksoy, annesi ise ressam Fatma Saime Hanım’dır. Avrupa’yı kasıp kavuran İspanyol gribine yakalanan annesi Fatma Saime Hanım, 27 yaşında karnındaki bebekle birlikte ölür. Semiha, 8 yaşında yitirdiği annesinin öğrettiği rontları hayatı boyu hatırlayacak, birlikte boyadıkları boyama kitaplarını saklayacaktır.

Maçka Silahhane-i Hümâyun başkâtibi olan büyükbabası Cenap Efendi ise bir Bektaşi dedesiydi. Büyükbabasının soyağacı İttihat ve Terakki’nin üç isminden biri olan Cemal Paşa’ya kadar uzanır.“Benim gerçek doğum yılım 1910 yılıdır. Ama şimdiye kadar her yerde 1913 olarak geçti. Nüfus kâğıdım değişirken, nüfus memuru doğum tarihimi yanlış yazmıştı, doğrusu ben de sesimi çıkarmadım.” Semiha’nın sesinin güzelliği çocukluğundan itibaren dikkat çeker. Genç kızlık çağlarında oturdukları Kadıköy’de, o zamanki tiyatroları, operetleri ilgi ile izler ve evde kendi kendine parlak yaldızlı elbiseler dikip, danslar ederek sahnede izlediklerini taklit eder.

semiha berksoy cocuklugu

Semiha Berksoy çocukluğu

Semiha Berksoy, 1928’de İstanbul Kız Lisesi öğrencisidir. Bir gün bir arkadaşından, İstanbul Konservatuvarı’na sesi güzel olanları öğrenci olarak alacaklarını duyar. Elinde okul çantası ve önlüğü ile konservatuvara gider. Türkiye’de batı müziğinin ilk kadın temsilcilerinden Nimet Vahit Hanım, sesini dinler ve kaydını yapar. Nimet Vahit Hanım ile birlikte Atatürk’ün karşısında ilk Türk operasında başrol oynayacağından habersizdir o yıllarda. Nimet Vahit Hanım’dan şan dersleri almaya başlar ve liseyi bırakır. Resim yapmaya da meraklıdır, 1929 yılında resimlerini Güzel Sanatlar Akademisi müdürü Namık İsmail’e götürür. Namık İsmail resimlerini beğenince, atölyesine kabul eder, ama pek fazla yürütemez. Resim yapmaya 1957 yılına kadar ara verir.

semiha berksoy - colleen moore

O yıllarda, Türkiye’de de hayli ünlü bir Amerikalı film yıldızı vardır Colleen Moore. Semiha, giyimi, saçlarıyla Moore’a çok benzer. Tüm çevresi kendisini Kolin Mur Semiha diye çağırır. (Solda Colleen Moore, sağda Semiha Berksoy)

“Aziz muhibbem Mis Colleen Moore, Çapkın Kız ismindeki filmimi yakında Amerika’da göreceksiniz. Muvaffakiyetlerimi bana lütfen bildiriniz. İkinci filmim Şeytanın Bacakları’dır. Rejisörüm Ertuğrul Muhsin’dir. Bir iki sene içinde Amerika’ya geleceğim. Hollywood’da iki ve üç seneden ziyade kalmayacağım. Çünkü Münih Operası’nda bu zaman zarfında bulunmam lazımdır.” (21 Ekim 1929)

Tabii ortada ne bu filmler var, ne opera, ne Amerika yolculuğu, ne Münih Operası. Henüz yaşamında hiç opera görmemiş bir genç kızın, ABD’de meşhur bir film yıldızına yazdığı bu hayal dolu mektup, birkaç yıl sonra gerçekleşecek ve Semiha Berksoy, Hollywood’da gidip film çevirmese de gerçekten ilk sesli Türk filminde başrol oynayacak, filmin çekimi için Paris’e gidecek ve 10 yıl sonra Almanya’­da başarılı bir opera sanatçısı olarak sahneye çıkacaktır.

semiha berksoy gencligi

Semiha Berksoy gençliği

Semiha, 1930 yılında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun açtığı sınava girer ve kazanır. İlk kez tiyatro sahnesine, Tolstoy’un Yaşayan Kadavra oyununda, çiçek satan bir kız rolünde sahneye çıkar ve Feodor Vasilyeviç şarkısını söyler. Semiha, başarılı bir öğrencidir, sesinin güzelliği de dikkat çeker. 15 Temmuz 1931 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde hakkında şu yazı çıkar:

“Darülbedayi’de bir yıldız doğuyor: Artist Mektebi’nde çok muvaffak olan kız. Geçen sene artist yetiştirmek için Darülbedayi’de tesis olunan Artist Mektebi’ne sekiz talebe devam etmiştir. Bu talebenin sene nihayetinde yapılan imtihanlarında dördü muvaffak olmuş ve dördü de muvaffak olamadıkları için çıkarılmışlardır. Muvaffak olan talebelerden biri Semiha Hanını isimli bir Türk kızıdır. Diğerleri de Sabih, Necati ve Sami (Ayanoğlu) Bey’lerdir. Bilhassa Semiha Hanım’ın aynı zamanda sesi de güzel olduğundan sahnede büyük muvaffakiyet göstereceği ümit edilmektedir. Darülbedayi bu seneden itibaren ara sıra küçük operetler oynayacağı için Semiha Hanım bu operetlerde rol alacaktır. Bu genç kıza Darülbedayi’nin müstakbel bir yıldızı nazarıyla bakılmaktadır.”

istanbul sokaklarında

İstanbul Sokakları’nda

1931 yılında Semiha, İstanbul Sokakları’nda adında, ilk sesli Türk filminde rol alır. Bu filmin çekimi için Paris’e giderler, çünkü o yıllarda henüz Türkiye’de sesli film çevirme olanağı yoktur, sesli film dünyada da çok yeni başlamıştır. Muhsin Ertuğrul’un yönettiği bu filmde Semiha, Hancı Halil Ağa’nın kızı Semiha rolündedir. Diğer oyuncular ise, Bedia Muvahhit, Hazım Körmükçü, İ. Galip Arcan, Behzat Budak, Rahmi Bey, Talat Artemel gibi o dönemin önemli isimleridir.

Semiha, 1932 yılının kış aylarında, yaşamı boyunca seveceği Nazım Hikmet ile tanışır. Şehir Tiyatrosu’nda, Muhsin Ertuğrul’un sahneye koyacağı, Nazım Hikmet’in yazdığı Kafatası adlı piyeste Sinyorina, kara gözlü Sinyorina tangosunu söyleyecek bir genç kıza ihtiyaç vardır. Muhsin Ertuğrul, Nazım’a şöyle der: “Semiha Cenap Hanım talebemdir. Bir de o okusun şiiri. Çok iyi okuyacağından şüphem yoktur.” Semiha, Nazım’la ilk karşılaşmalarıyla ilgili izlenimlerini şöyle anımsar: “Kocaman, dağınık sarı saçlı bir adamdı. Birlikte üst kata çıktık. Okulun bir odasına girdik. Sinyorina, kara gözlü Sinyorina tangosunu, önce kendisi okudu bana. Sonra benim okumamı istedi. Ben de güzelce okudum, hiç sesini çıkarmadan dinledi. Sonra bir kez daha okuttu, güzel, çok güzel dedi.”

Sinyorina kara gözlü Sinyorina.
Gözlerinden yanağına düşen beni
görmeyelim ört yüzüne yelpazeni
Sinyorina
kara gözlü Sinyorina
gelelim mi
kollarına
Sinyorina…
Sinyorina. Sinyorina. Sinyorina

Kafatası piyesi, 1 Mart 1932’de oynanmaya başlar, çok başarılıdır, ancak iki gün sonra yasaklanır. Piyeste Fikret Mualla’ya da küçük bir rol verilir, zira her zamanki gibi parasızdır.

kafatasi

Kafatası

Semiha Berksoy, 1933’te tek kız öğrenci olarak mezun olur. Aynı yıl şiirlerini yine Nazım’ın yazdığı Yalova Türküsü müzikalinde Muammer Karaca ile başrolde oynar. Daha sonra kendisine Şehir Tiyatrosu kadrosunda yer olmadığı söylenir. Bunda kısa süreli bir nişanlılık dönemi geçirmesinin de etkisi var, çünkü Muhsin Ertuğrul kadın sanatçıların evli olmasını, sahneden çekilirler diye istemez. Semiha, işsiz ve üzüntülü gezerken, Süreyya Paşa Opereti’nden teklif alır ve Emir, Çardaş, Maskot, Leblebici Horhor gibi operetlerde sahneye çıkarak büyük ün kazanır. O günlerde Fikret Mualla, Semiha’ya moda desinatörlüğü yapar adeta, sahnede giymesi için değişik sahne kostümleri çizer.

“O sıralarda ben Tepebaşı’nda Gül Apartmanı’nda oturuyordum. Nazım Hikmet ve Fikret Mualla sık sık benim eve gelirlerdi. Ben Nazım’a aşıktım, Fikret de bana. Mualla benim Nazım’a olan aşkımı da bilirdi.”

semiha berksoy

Dramatik Soprano Semiha Berksoy

1934 yılında bir gün Münir Hayri Egeli, Semiha’nın evine gelerek kendisini Ankara’ya Atatürk’ün davet ettiğini, ilk Türk operasında oynamak üzere seçildiğini söyler. Konservatuvardan şan hocası Nimet Vahit ve şan hocası Nurullah Taşkıran ile birlikte Ankara’ya giderler.

“1934 yılında Atatürk’ün emriyle ilk Türk operası Özsoy’un başrolü Ayşim’i oynadım. Operalarımızın önüne Atatürk’ün heykeli dikilmelidir. Harf, Kıyafet ve Şapka Devrimleri’ni yapan Atatürk, sanat devrimi de yapmak istiyordu. Şöyle düşünüyordu: “Operada reform yapmakla bütün sanatlarda reform yapmış olurum.” İşte ben, ömrüm boyunca Atatürk’ün yüksek sanat görüşünün temsilcisi olmaya gayret ettim. Onun önderliğinde yön alan kültür ve sanat evriminin ilk ışığıyım. 1934 yılında ilk Türk operası olan Özsoy’u prova ettiğimiz bir gün Atatürk’ün gelip provayı izleyeceği haberini verdiler. Gazi geldi ve locasından provayı seyretti. Hepimiz heyecanlıydık. Oyun bitince bravo diye bağırdı. Gece ise saat bir buçukta Çankaya Köşkü’ne davet etti. Ben 24 yaşında heyecandan korkuyor ve tir tir titriyordum. Köşke gittiğimizde Gazi, İnönü ile bilardo oynuyordu. Sarışın, heybetli çok yakışıklı bir insandı Atatürk. Bana hangi okulda okuduğumu sorup şarkılarımı okumamı istedi. Ben de Madam Butterfly Operası’ndan bir arya okumak istediğimi belirttim. Hemen emir verdi, piyanoyu ve ses alma cihazını açtırdı. Sesimi plağa çektiler. Piyanonun yanında benim başımda beni dinledi. Tebrik etti.” 

İlk Türk operası Özsoy, 19 Haziran 1934 günü Halkevi Sahnesi’nde, Atatürk ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin huzurunda sahnelenir.

Nazım Hikmet, 1934 yılında Bursa Cezaevi’nde yatmaktadır, ancak arada dışarı da çıkabilmektedir. Semiha Berksoy onu ziyarete gelince birbirlerine yakınlaşırlar. Nazım’ın aklı Piraye’dedir, ama bu ona engel değildir. Nazım Hikmet yıllar sonra yazdığı İki Sevda şiirinde aslında bu özelliğini dile getirir.

Bir gönülde iki sevda olamaz
yalan
olabilir.

“O sıralar Nazım hapse girmişti. Bursa Hapishanesi’nde yatıyordu. Cahide Sonku, Bursa yakınlarında Bataklı Damın Kızı Aysel filmini çekmeye gidecekti. Filmi Muhsin Ertuğrul yönetiyordu. Ben de rica ettim. Sizin filmin setinde bulunmak istiyorum dedim. Filmi Bursa yakınlarında çekiyorlardı. Benim amacım Bursa’ya gidip Nazım’ı ziyaret etmek. Film setinde biraz dolaştım, sonra Bursa’ya hapishaneye gittim. Müdüre çıktım. Nazım Hikmet’i görmek istediğimi söyledim. Müdür niçin görmek istediğimi sordu. Ben de onun yazdığı Kafatası piyesinde oynadığımı, arkadaşım olduğunu söyledim. Müdür çok anlayışlı idi. Nazım’a da saygılı idi. Hemen Nazım’ı çağırdı. Nazım geldi. Beni görünce sevindi. Biraz konuştuk. Gel sana odamı göstereyim dedi. Ona hapishanede bir oda vermişlerdi. Ben de odasına gittim. Kocaman boyu, dağınık sapsarı kıvırcık saçları ile karşımdaydı. Üstünde de bir palto vardı. Odasına gidince ben duvarlara baktım. Bazı resimler asılıydı. Birden içimden geldi, ona sarıldım. O da beni bir anda kucaklayarak havalara kaldırdı. Sonra dudaklarımdan öptü. Bu bir erkekle ilk öpüşmemdi. Çok heyecanlanmıştım.”

16 ay tutuklu kaldıktan sonra özgür kalır Nazım, Piraye ile 31 Ocak 1935’te gözlerden uzak kimseye haber vermeden evlenirler. Bir gün Kadıköy vapurunda Semiha Berksoy’la karşılaşır. Aralarındaki aşk tekrar canlanır. Semiha Berksoy şöyle anlatır: “Merdivenlerden çıkıyorduk. Birden “Ben evliyim seni alamam” dedi. Ben de onu seviyordum. “Olsun” dedim. Onu o şekilde kabul etmiştim. Meğer o tarihte evli değilmiş, Piraye’ye evlenme sözü vermiş.”

Semiha Berksoy anı defterine 22 Aralık 1936 tarihinde şöyle yazar: “Bu sabah stüdyoya gittim. Sevgiyle bakarak elimi sıktı. İlgisi gittikçe arttı. Kani Kıpçak’ın dikkatini çekti. İnsan hayatta bir kişiyle mi, yoksa birçok kişiyle mi ilgilenmeli? diye sordu. Nazım da “Esasında bir sevgi olur, ama eğlencelerin de olması hiç fena değil, fakat sevgi birdir” diye yanıt verdi.”

Nazım Hikmet, Semiha Berksoy’a şiir değil, ama Selma Muhtar takma adıyla Bu Bir Rüyadır adlı opereti yazar. 1934-35 sezonunda, başrolde Semiha oynar. Bu ilişkiden karısı Piraye’nin elbette haberi vardır. Oğul Memet Fuat, Piraye’nin Semiha için daha sonraları “Delişmendir, ama iyi kızdır, sevgisi içtendir” dediğini söyler.

mezardan gelen mektup

Mezardan Gelen Mektup öyküsü için Fikret Mualla’nın çizdiği desenler, ruhlar, 1935

Semiha Berksoy, 1932 yılında tanışıp aşık olduğu Nazım Hikmet’in evli olduğunu öğrendiğinde Mezardan Gelen Mektup isimli hikayeyi yazar. Hikayede Güntekin isimli genç bir kadın, ölen akrabalarından kalan şehirden uzak eski bir köşkte yalnız yaşamakta ve sevdiği genç adamı beklemektedir. Saatler geçer, sevgilisi gelmez. Güntekin, kendini zehirlemeye yeltendiği sırada kapı çalar. Ölü annesi mezarından yazdığı umut dolu mektubu Güntekin’e uzatır ve onu ölümden döndürür. Mektup günün birinde Güntekin’inde tıpkı annesi gibi çocuğunu kollarında taşıyacağından bahsederek bitmektedir.

“1935’lerde hem tiyatro ve operetlerde sahneye çıkıyor, bir yandan da Nazım’la ilişkimi sürdürüyordum. Nazım’ın Piraye Hanım ile evlenmesi beni çok üzüyordu. Bu duygular içinde bir gün oturup Mezardan Gelen Mektup adını verdiğim bir öykü yazdım. Sürrealist bir anlayışla yazılmış bu öyküyü okuyan Fikret Mualla da bu öyküye göre desenler çizdi. Bu hikaye Yedigün Dergisi’nde yayımlandı, ama Mualla’nın resimleri sürrealist olduğu için dergi kendi ressamlarına başka bir resim çizdirmişti.”

Türk Edebiyatı’ndaki ilk gerçeküstü yazılardan biri olarak da dikkat çeken eserini, Fikret Mualla’nın desenleri ile götürse de, öykü 1935 yılında Yedigün Gazetesi’nde Ercüment Kanık’ın hikayeye özel olarak yaptığı desenler ile basılır.

Fikret Mualla, 1939’da Türkiye’den ayrıldıktan sonra Semiha Berksoy ile mektuplaşmaları çeşitli aralıklarla yıllarca sürer. Her ikisi de birbirlerine dertlerini, istemlerini, umutlarını, yalnızlıklarını, üzüntülerini anlatırlar. Bu mektuplar, İki Aykırının Mektupları adıyla kitaplaştırıldı.

“Fikret Mualla’nın ölümünden çok sonra, 1972’de Paris’te resim sergisi açmıştım. İşte o arada Mualla’nın son yıllardaki koruyucu meleği Madam Angles beni aradı ve benim Fikret’e yazdığım mektupları verdi. Madam Angles’in 1972’de Semiha’ya yazdığı kartta Fransızca şöyle yazıyor: “Mualla’nın mektuplarını size vermekle bahtiyarım. Bu mektupları her gün yanında taşıyor ve bakıyordu. Eminim ki, siz onun sevdiği tek kadınsınız.”

“İzmir’den gönderdiğin mektubu aldığım zaman hazin bir şekilde otel değiştiriyordum. Bu ne sefalet anlatamam. Otel odalarında… Şimdiki otelim berbat bir yer. Allah acısın, bu yaştan sonra. Şimdilik adresimi veriyorum. Cümlenizin gözlerinden ve yanaklarından öperek hatmi kelam ederim. Mektubun beni çok sevindirdi. Parasızlıktan çekmediğim sefalet kalmadı. İmdat diyeceğim ama kime? Acele ve muhtasar yazıyorum affet. Fikret Moualla Saygı Hôtel l ’Europe, 4, rue Cardin e t Paris 17 e .” (11 Eylül 1962)

“Niçin otel değiştiriyorsun. İşlerin niye bozuldu. Allah selamet versin. Hani çalışıyordun. Çok üzüldüm bilemezsin. Parasızlık dünyada en feci, korkunç bir haldir. Beni arkadaşlarım, sesim çok kuvvetli – volümlü diye – operada istemediler de, ben de sokaklarda dilenmeyeyim diye tiyatroda oynamaya başladım. Bereket versin ki, tiyatro aktristliğim de vardı. Sen de para kazanmak, esas kendini, hürriyetini ve sanatını ihya etmek üzere bir yerde boyacılık filan yaparak, ayrıca sanatının dışında para kazansan olmuyor mu? Fabrikalarda, büyük dekorasyon işleri filan yapan yerlerde çalışsan… Çok üzüldüm. İstersen Maarif Vekaleti ile temasa geçeyim. Bizim Devlet Operası’nda dekoratör ol.” (16 Eylül 1962)

iki aykirinin mektuplari

İki Aykırının Mektupları

Nazım Hikmet tarafından reddedilişi, Semiha Berksoy’un sanat kariyerindeki dönüm noktalarından biri olur, onun sanata ve eğitimine iyice odaklanmasını sağlar. 1936’da burslu olarak Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’ne kabul edilir.

“Carl Ebert ve Paul Lohmann gibi uzmanlar tarafından yapılan imtihanı kazanınca, burslu olarak Berlin’e Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü okumaya gönderildim. Hiç Almancam yoktu. Sesimle bu okulda ünlendim. 1939 yılında bu okulu birincilikle bitirdim ve Richard Strauss’un 75. doğum yılı festivallerinde, Berlin Akademisi eski Apollon Operası’nda üstadın Ariadne auf Naxos Operası’nda başrol Ariadne’yi oynayarak 60 yıl önce Avrupa’da ilk kez opera sahnesine çıkan, ilk Türk Sopranosu ünvanını aldım. Berlin’de kalmam için teklifler geldi. Fakat ben kalamadım, Türkiye’ye döndüm.”

semiha berksoy

Almanya’da İkinci Dünya Savaş’ı çıkınca, talebe müfettişliğinden bir yazı alır ve Türkiye’ye döner Semiha. İstanbul’da konservatuvara ses uzmanı olarak atanır. Muhittin Sadak yönetimindeki senfonik orkestra eşliğinde solist olarak konserler vermeye başlar. İstanbul’da çalışmalarını sürdürürken, kendisini öteden beri beğenmekte ve kur yapmakta olan Ferit Alnar, Ankara’ya konserler vermeye davet eder. Ankara’ya gider. İlk konserini Cemal Reşit Rey yönetimindeki orkestra eşliğinde Ankara Radyosu’nda verir.

“Ankara’da Türk tiyatrosunun temellerini atan Carl Ebert, bu konserde beni dinledikten sonra, nihayet Türkiye’de bir opera sahneye koyabilirim diye salonda bağırmıştı. Tebrik sırasında ben Carl Ebert’e Tosca’yı oynamak istediğimi İnönü’ye söylemesini rica ettim. Ebert de Cumhurreisine bu dileğimi iletti. İnönü emir buyurdular.”

Semiha Berksoy, cezaevindeki Nazım Hikmet’i Puccini tarafından bestelenmiş üç perdelik bir opera olan Tosca çevirisinden haberdar eder. Nâzım’ın dayısı, o sıralarda Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) olan Ali Fuat Cebesoy aracılığı ile Maarif Vekâleti’nden bu iş alınır. Nâzım Hikmet, Tosca’yı 1940’ta Çankırı Cezaevi’nde çevirmeye başlar ve aynı yıl içinde bitirir. Ancak, çevirmen olarak dönemin şartları gereğince, besteci ve orkestra şefi Ferid Alnar’ın adı yazılır.

semiha berksoy

Semiha, Çankırı’ya Nazım’ı ziyarete gidip döndükten sonra, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın hesap sormasından önce emniyette alınan ifadesi sırasında kendisini ihbar eden kişinin Ferit Alnar olduğunu öğrenir.

“Cumhurbaşkanlığı Flarmonik Orkestrası Şef Yardımcısı Ferit Alnar benimle evlenmek istiyordu. Nazım’ı sevdiğimi ve onunla evlenmeyeceğimi söyleyince bana düşman kesildi. Beni operada oynatmamak için elinden geleni yaptı. Ferit Alnar bana dedi ki “Nazım’a sordum, seni almayacakmış. Ben almak istediğimi söyledim. Fena olmaz, iyi kızdır diye cevap verdi.” Ben de Ferit’e dedim ki, onun beni alıp almamasının hiç önemi yok. Ben onu seviyorum, önemli olan budur. Sana da varmayacağım.”

“Semiha, mektubunuzu aldım. Sevindim. Kafan, kalbin, hançeren ve yüzün güzeldir, iyidir ve kudretlidir. Hep böyle kalsınlar kızım. Verdiğiniz haberlere memnun oldum. Doğru çıkmalarını kim temenni etmez. Dayı paşaya mektup yazdım. Gönderdiği elbise için teşekkür ettim. Bana elbise göndermesi içime öyle dokundu, beni öyle küçücük bir çocuk haline getirdi, o kadar bahtiyar kıldı ki ne söylesem az. Muntazaman banyoya gidiyorum. Dayıma da yazdığım gibi bugün ben karmakarışık telaşlı kürre-i arzda utanılacak kadar rahatım. Tosca’nın temsilinde bulunabilecek miyim? Umudum yok. Belki Butterfly’da.. Ben her şeye rağmen nikbin bir insanımdır. Hatta “Güzel günler göreceğiz çocuklar. Güneşli günler göreceğiz” diye şiirler yazdığım zamanlar en felaketli sanılan günlerimin içindeydim. Elbette ki bu sefer Tosca’yı dinleyemezsem bir daha sefere mutlaka dinlerim. Hasretle, Nazım” (27 Mart 1941)

1941 yılında Tosca sahnelenir, Semiha 12 kez bu oyunda dramatik soprano sesine uygun olarak Scarpia rolünü üstlenir ve başarıyla sürdürür. Daha sonra Madam Butterfly sahnelenir ve Semiha bu oyunda da iki kez sahneye çıkar. Semiha için sahneye çıkmak tutku, ama sahneye çıkması bazı yöneticilerce sürekli engellenmeye çalışılır.

Tosca’nın Yakarışı

Her gün temiz bir kalple
Gelip Mihrap önünde
Sana imanla yalvaran,
Sana çiçek getiren ben,
Ben değil miydim, söyle!

Semiha Berksoy, 1941 yılı sonunda Bursa’ya gider, Selvinaz Otel’de bir oda tutar ve Nazım Hikmet’le buluşur. Memed Fuat, “Başka kadınların Nazım’a ilgi göstermelerine hiç katlanamayan Piraye, (…) Semiha Berksoy’un cezaevlerine gelip gitmesine aldırmazdı.” der. Piraye’nin bu davranışında, Berksoy’un Nazım Hikmet’e çeviri işi, para temini ve yargılanmanın yenilenmesi için koşuşturmasının da payı olsa gerek. Semiha Berksoy’la Nazım Hikmet arasında 1930’ların başında başlayan gönül ilişkisi, çevrelerindeki herkesin malumudur. Bu ilişki, Nâzım’ın Piraye ile evlenmesinden sonra bir süre daha devam eder, ta ki Berksoy sanatını seçip, Berlin’den aldığı teklifle 1936 yılında Almanya’ya gidene ve böylece kendini bu gelgitli ilişkiden bir şekilde koparmayı başarana kadar. Çok genç yaşlarına ilişkin yaşadığı duyguları şöyle ifade eder Berksoy: “Onun eserlerinin emsalsiz şiiriyetine ve yine tanrının bir sanatı olan emsalsiz güzelliğine hayran ve tamamen platonik ilahi bir aşkla bağlanmıştım.”

semiha berksoy

1942 yılında gazetelerde, Semiha Berksoy’un Madam Butterfly rolündeki bir fotoğrafının altında şunlar yazar: “Memleketteki ilk opera sanatkârı Semiha Berksoy, çalışmak için Berlin’e gidiyor. Buna şaşmayınız. Evet, çalışmak üzere yabancı bir diyara gidiyor. Bu seyahat etrafında bazı dedikodular dönüyordu. Semiha neden yabancı diyarlarda çalışacak? Niçin burada çalışmıyor? Kendisini bulduk, görüştük. Bize şöyle dedi: “Evet, çalışmak üzere yakında Berlin’e gidiyorum. Çünkü çalışmaya mecburum. Her nedense, Ankara’daki opera temsillerinde bana ihtiyaç hissedilmedi. İlk temsili takip eden ikinci temsillerde doubleur olarak çalıştırıldım. Fakat bu vazife benim sanat aşkımı rencide ettiğinden, bu suretle uzaklaşmaya mecbur tutulmuş oldum.”

Berksoy, Ankara’da önüne çıkarılan engeller neticesinde 1942’de savaşın içindeki Almanya’ya gider, orada dokuz ay kalır. Berlin Müzik Akademisi’ne başvurur, diplomasını almak ister. Türkiye’de herkes Semiha’nın Almanya’daki başarısını, müzikteki kalitesini bilse de, Ankara’da bazı isimler diploma diye tutturmuştur. Almanya dönüşünde Ercümend Siyavuşgil ile evlenir. Eşi, Semiha’nın Nazım’a olan aşkını ve onunla geçen beraberliklerini, daha sonra bu aşkın dönüştüğü dostluğu bilir. “Kocam çok yüksek kültürlü, saygıdeğer ve üstün bir insandı. Öyle olmasaydı Nazım’dan sonra onu sevebilir miydim? Kocamı çok sevdim. Beni el üstünde tııttu ve çok mutlu günler geçirdik.”

“Kızımın yeni doğduğu günlerde Nazım, hapisten annesi Celile Hanım’a ve bana ortak bir mektup yazmıştı. Bu mektubunda  “Semiha’nın anne olmasına ne kadar sevindim bilemezsiniz. Şüphesiz ki bir insan için dünyada ilk büyük vazife ve verebileceği en büyük verim baba, yahut ana olmaktır. Ben Zeliha adını pek severim. Kızına isterse o adı koysun diyordu.”

semiha berksoy resimleri

1946’da Semiha Berksoy, Devlet Opera ve Tiyatrosu kurulunca göreve başlar. Ancak, bir türlü Semiha’ya operada rol verilmez ve bekletilir. Koroda söyleyebilecek bir sese sahip olmanız dolayısıyla koro çalışmalarına katılmanız koro şefi tarafından bildirilmiştir diye bir yazı alınca şöyle hisseder: “Tam anlamıyla çılgına dönmüştüm. Gözüm hiçbir şey görmüyordu. Hiçbir angajmanım olmadan, elimden tutan kimse bulunmadan, kocamı da Türkiye’de bırakarak, küçücük kızımı aldığım gibi soluğu Viyana’da aldım.”

Viyana’da kimsesi olmadığı ve küçücük kızının da bakımı üzerinde olduğu halde başarılı konserler verir. 4 Ekim 1949 günü Viyana radyosunda ve 2 Kasım 1949 gecesi de Figaro Kammersaal’de iki başarılı konser verir. Tekrar görevine çağrılır. O tarihten sonra, büyük ölçüde engellense de, 1952 yılında Tosca sahnelenirken yeniden sahneye çıkar. 1953’te Wagner festivalleri için Almanya’dan davet gelir. Aynı yıl Türkiye’ye döndüğünde Konsolos Operası sahnelenir. Semiha’ya figüran rolü verilir. “Bunun üzerine operadaki sanat şerefimi korumak için tiyatroya geçtim” diyecektir. Devlet Tiyatrosu’nun yanı sıra Halk Oyuncuları’nın sergilediği Asiye Nasıl Kurtulur’da kızı Zeliha Berksoy Asiye’yi oynarken, Semiha’nın oynadığı anne rolü de belleklere kazınır.

semiha ve zeliha berksoy

Semiha ve Zeliha Berksoy

Semiha çok yönlü bir sanatçı olduğu için operanın kapıları kapandığında tiyatroyu sürdürürken, yanı sıra resim çalışmalarına da döner. Herkes tarafından bilinen opera sanatçılığının yanında, daha az bilinen ressam kimliği de vardır. Türkiye’de ve yurt dışında sergiler açar. Resimlerinde, ruhunu en çıplak haliyle görebiliriz. Duygularının belki de en samimi dışa yansımalarıdır. Mehmet Güleryüz şöyle der: “Resimlerinde aykırı kişiliğinin izleri vardı. Çocuksu gibi görünen, ama etkili çalışmalar yaptı. Hani ilk bakışta çok yalın, basit görünen ama derinliği olan şiirler gibi. Sanatçı kişiliği taşıdığı her halinden belliydi, yani o hiçbir şey yapmasa da içinde taşıdığı sanatçı ruhu dışarı vuruyordu.”

Zeynep Oral ile 2001’de yaptığı röportajda şöyle der: “Ne hissediyorsam onun resmini yapıyorum. Kiminde çocuk gibiyim, kiminde melek, kiminde şeytan… Melekliğim, karşılık beklemeden sevmemden geliyor. Sevince, melekleşiyorum, sevince çocuk saflığına kavuşuyorum… Şeytanlığım ise, sevdiğimi bırakıp gidebilmem. Sanatım için çekip giderim, gidebilirim… Bana şeytanlığı yaptıran sanat aşkı.”

Semiha Berksoy’un 1929 yılında başlayan opera kariyeri birçok ülke ve nice zorlukları aşarak, 1972 yılında kendi emekliliğini isteyene kadar, yani otuzu aşkın sene devam eder. Yüksek dramatik soprano olan sanatçı, dönemin marjinal sayılan politik kimlikleri ile olan dostlukları, görkemli sesini taşıyabilecek alt yapı eksiklikleri ve dik başlılığı başta olmak üzere, çeşitli sebeplerden dolayı dönem dönem sahneden uzaklaştırılır. 15 Ağustos 2004’te 94 yaşında yaşama veda eder.

semiha berksoy doodle

Google’ın Semiha Berksoy’un 109. doğumgünü için hazırladığı doodle

Kızı Zeliha Berksoy annesini şöyle anlatır: “Semiha’nın bir ikon olduğu kesin. Kıyafetleri, makyajı, şapkaları, aksesuarları, takıları… Yaş ilerledikçe çıktı o makyaj, 90’lı yıllarda. Yüzümü modern bir tablo gibi boyuyorum diyordu. Yarım saatte yapardı makyajı. Ama annem benim çocukluğumda da görkemli bir kadındı. Kıyafetlerini Mısır Apartmanı’nda Cemal Gürün’e diktirirdi. Şapkalarını Avrupa’dan alırdık. En iddialılarını seçerdi. Üzerinden hiç çıkarmadığı iki takısı vardı. Annesinden kalma uzun altın zincir ve babamın hediyesi kahverengi topaz yüzük. Eline bir kumaş verin yarım saatte kostüm yapardı. Biliyor musunuz, son yıllarında annemdeki bu moda vizyonunu Trussardi fark etti, sizinle çalışmak isterim diye mektup gönderdi. Giyinmeden önce kafanda bir resim oluşturacaksın, ondan sonra başlayacaksın derdi. Evden çıkması ciddi bir hadiseydi. Diyelim ki aniden eve geldiniz; asla ev haliyle çıkmazdı karşınıza. 20 dakika izin ister, hazırlanırdı. Ve salona gelmeden önce mutlaka antre alkışı isterdi. Çünkü mutlaka bir tuvaletle gelirdi. Elinde de ya bir çiçek, ya bir çanta ya da yelpaze. Bu ne şıklık Semiha Hanım diyeceksiniz. Güzel mi, sizin şerefinize giyindim derdi.”

“Annemin hayatında iki büyük boşluk vardı. Biri yedi yaşında kaybettiği annesi. Bu boşluğu Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la doldurmaya çalışmış. Kimseye anne demezdi, ona derdi. İkinci boşluk ise 1974’te babamın vefatından sonra oluştu. 35 sene beraberlerdi. Ruh ikizi gibi.”

Kaynak
Soprano Semiha Berksoy’un AnılarıSemiha Berksoy – Bir Masal Kahramanı, Semiha Berksoy – Fikret Mualla – İki Aykırının Mektuplar, Nazım Hikmet’in Hapishaneden Bir Kadına Mektupları, Nazım İlk ErkeğimdiSemiha Berksoy – Halüsinasyon DuvarıResmedilen Yaşamı ve Yaşayan Resimleriyle Semiha Berksoy


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir