Vapurların İstanbul hayatında görünmeye başlaması 19. yüzyıla rastlar. İstanbul limanına ilk buharlı gemi 1828 yılında gelir. Swift isimli bu İngiliz yapımı buharlı tekneye İstanbullular, Buğ Gemisi adını verirler.
Gemiyi, zengin ipek tüccarı Artemis Efendi’nin öncülüğü ile bir grup tüccar, padişaha hediye etmek için getirmişlerdir. Adı Sürat olarak değiştirilen vapur ile Sultan Mahmud, Boğaziçi ve Marmara’da gezecek, Büyükçekmece ve Tekirdağ’a kadar uzanan seyahatler yapacaktır. Süheyl Ünver, bir yazısında bu geminin seyir defterini yazarak, Sultan’ın 1829 ile 1833 arasındaki seyahatlerinin kayıtlarını günümüze aktaracaktır.
1829 yılında ikinci bir gemi daha gelir. Hilton Joliffe adlı bu tekne, Boğaz ve Marmara’da görülmeye başlar. 1839 tarihinde üçüncü bir tekne gelir; devlet büyüklerini Boğaziçi, Üsküdar, Kadıköy ve Adalar’a götürmek üzere satın alınan bu gemiye de Sagîr adı verilir.
Şirket-i Hayriye’nin Seyyar Vapuru (1869 yılında İngiltere’de gövdesi ahşaptan yandan çarklı yolcu vapuru olarak yapılır. Hizmete 1869 tarihinde girer ve 1903 yılında hizmet dışı kalır.)
19. yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin toplumsal ve ekonomik yapısındaki dönüşüm ve tüketim alışkanlıklarındaki değişime paralel olarak sayfiye alışkanlığının gelişmesi ve yaygınlaşması, İstanbul’un hemen yanı başında bulunan Boğaziçi’yle arasındaki ulaşım gereksinimini artırır. Hem seyir güvenliği bulunmayan hem de toplu ulaştırma aracı niteliği olmayan kayıklar giderek artan kent içi ulaşım talebini karşılayamaz olur. Bu süreçte Boğaziçi’nde artan ulaşım talebini karşılamak üzere, önce yabancılar buharlı gemi işletmeye başlar.
1837 tarihinde kapitülasyonlardan yararlanan biri İngiliz, diğeri Rus iki yolcu vapurunun boğaz sularında yolcu taşıması yasaklanır, ancak devlet bu kez artan gereksinimi gidermek üzere harekete geçer. Tersane-i Amire bünyesinde yer alan Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi, yolcu taşımacılığına başlar. Hümapervaz adı verilen bir yolcu vapuru, düzensiz aralıklarla çalışmaya başlar. 1838 yılında Osmanlı sularında yolcu ve yük taşımak üzere işletilen ilk Osmanlı bandıralı buharlı gemiler olan Mesir-i Bahri (1838) ve Tair-i Bahri (1839) adlı vapurlardan biri İstanbul’da, diğeri ise Marmara Denizi’nde İstanbul, Bandırma, İzmit ve Tekirdağ arasında işlemeye başlar.
Arnavutköy önünde vapurlar, Sébah & Joaillier fotoğrafı
Düzenli olmayan vapur seferlerinin yarattığı sıkıntıyı ortadan kaldırmak için Sultan Abdülmecid, 1 Mayıs 1851 günü bir ilan yayınlar. “Padişah’ın sayesinde, Boğaziçi’ne gidip gelmek isteyenler için bir vapur tahsis edilmiştir. Vapur, akşamları saat 11.00 sularında İstanbul’dan kalkacak, uğrayacağı yerlere uğradıktan sonra geceleyin İstinye’de yatacak. Sabahleyin 04.00 sularında hareket edip, yine önceki yerlere uğrayarak İstanbul’a inecektir.”
17 Ocak 1851 günü Osmanlı Devleti’nin ilk anonim şirketi olan Şirket-i Hayriye kurulur. İlk olarak yedi vapur alınmasına karar verilir. Rumeli, Tarabya isimli ilk vapurlar, İstanbul ile Üsküdar arasında düzenli seferlerine başlarlar. Ardından Göksu, Beylerbeyi, Tophane hizmete girer. 1871 yılında filodaki vapur sayısı 25’i bulur.
1 Temmuz 1944 tarihinde ise Şirket-i Hayriye’nin bütün vapurları ve Hasköy’deki fabrikası, Ulaştırma Bakanlığı tarafından satın alınır. 15 Ocak 1945’te ise Şirket-i Hayriye fiilen ortadan kalkar ve yerine Şehir Hatları Müdürlüğü hizmet vermeye başlar.
Asayiş Vapuru, 1910
Batılılaşmanın kentli kimliğini perçinleyen ve gazetelerde çıkan kent yazıları, değişen zihniyet alanını solumaya başlayan yeni şiir, telif roman, modern tiyatro, makale türlerinin doğuşu gibi pek çok ilk ve kırılmanın yaşandığı yenileşme dönemi edebiyatının başlangıcı ile vapurların İstanbul siluetinin bir parçası olmaya başlaması neredeyse eş zamanlıdır.
Ahmed Rasim, Musavver Malumat Dergisi’ndeki yazılarının bir araya getirildiği, ilk baskısı 1896 yılında yapılan Şehir Mektupları’nda, İstanbul yaşamının genel görünümünü samimi bir üslupla anlatır. Bu yazılarında vapurlara da yer verir.
“Vapur kalkıyor! Beyler, efendiler, ağalar! Kalkıyor! Bununla birlikte ağır dönen çarkın, pes sesli şarıltısı uzaktan uzağa, buhar tutmayan kazanın buhar tutmayan kazanın ufak, ince düdük borusundan kulak yırtan, baş ağrıtan bir patırtı yakından yakına kulağa erişir. Sizde bir acele, kalkıyor! Kalkacak ama ya yetişemezsem… Ah yetişebilseydim! Acaba kalktı mı gibi bir panik. Fakat boşuna bir acele, malum ya acele işe şeytan karışır. Ayakkabınızın sivri ucu köprünün deliğine girmiş, bir hamlede dikişleri sökülüyor, şemsiye burunsuz kalmış, varsın kalsın ne zararı var? Derken iki kapılı bir parmaklıktan biletin bir tarafını keserek geçiyorsunuz. Dik, korkuluksuz (bereket versin, hiç çıkamazdık) bir merdivenden cambaz gibi terazileyerek güverteye tırmanma hareketine başlıyorsunuz. Vapur da ikinci düdüğü çalıyor. Bir duman bir duman! Bir telaş bir gürültü! Gönüller hah kalkıyoruz haykırışıyla sevinç dolu, gözler vapurun arkasından açılacak köpüklü yüzeye çevrilmiş, kulaklar langır langır langırlop ahengine uymuş makinenin sesine dönmüş, ağızlar adada ucuz barbunya bulacağım arzusuyla sulanmış; fakat vapur yürümüyor.”
Ada Vapuru, 1928
Boğaziçi’ni en güzel anlatan kitaplarıyla bilinen Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Edipleri kitabında, Ahmet Haşim’e dair anılarında şairin kişilik özelliklerini tamamlayan ve ev sıcaklığını veren bir mekan olarak vapurlardan bahseder.
“Ahmet Haşim, senelerden beri Kadıköyü’nde oturuyordu. Günün en çok güzelleştiği akşam ve gurup saatlerinde, bir dostunun evinde yahut bir gazinoda bulunduğu, dolaştığı ve görüştüğü sırada birden sözünü keserek ve boynunu bükerek ‘Vapur vakti geldi!’ derdi. Onu böyle vapuru kaçırmak kaygısı ile dakikalarını hesaplarken kaç yüz kere gördüm. Oyunundan ayrılmayı istemeyen bir çocuk gibi son saniyeye kadar durur, sonra koşarak vapura yorgun argın yetişir, yahut yetişemez ve öfkesinden kızarmış bir yüzle Galata’da köprü başındaki Genio kahvesinde sonraki vapuru beklerdi. Sanırım ki her vapur kaçırışında beceriksizliğine hükmedişi artık hayatta muvaffak olamayacağına kanaat getirmesinin sebeplerinden biri olmuştur.
Bir hakikat varsa onun birçok kereler güya ister ve teşebbüs eder gibi olduğu halde Kadıköyü’nü ve buradaki apartmanını her türlü bırakamamış olmasıdır. Ahmet Haşim bu tercihinin ruhi amillerini bana karşı şöyle hikaye ve tahlil etmişti: O, akşamları yorgun ve öfkeli Kadıköy vapuruna binince sanki terliklerini ve gecelik entarisini giymiş gibi kendisini rahatlatmış, ferahlamış duyarmış. Akşam, bir sırma kemerdir suya baksam…
Bu vapur ipek suları yararak geçerken, güya kendisini arkasına takmış da bu suların içinden sürüklüyormuş gibi, şehrin olanca tozlarından ve kirlerinden yıkandığını, günün tekmil zehirlerinden kurtulduğunu duyarmış. İskeleye çıkınca artık edebiyat ve matbuat aleminin hummalı dedikodularından uzaklaşmış, kadınlı, mahalle arkadaşlı, sakin, masum bir muhite erdiğine, burjuva bir nevi o beldeye kavuştuğuna kanaat edermiş.”
Othmar Pferschy, Galata Köprüsü, 1940’lı yıllar
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda kitabında, tarihsel değişimin tanıklığını yapan vapurlar, bu değişim sürecinde kriz anlarının da kaydını tutar. İşgal yıllarında İstanbul’a gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, mütareke yüzünden İstanbul’un havasının bozulduğunu ilk olarak vapurlarda hisseder.
“Kadıköy vapuru bir vakitler, benim için bizim mahallenin başlangıcı gibi bir şeydi. Muayyen saatlerde bütün tanıdıklarıma orada rast gelirdim. Tanımadıklarım arasında da aşina olmadığım veya görmeğe alışmadığım hiçbir yüz yoktu. Bu sefer ise üç buçuk yıl evvelkinin tamamıyla aksine olarak, bu vapur hep yedi kat yabancılarla doluydu. Etrafıma bel bel bakınıyordum: Bir takım zenci ve Hintli askerlerden, İngiliz ve İtalyan subaylarından ve Türkçe’den mada her türlü diller konuşan ne olduğu belirsiz insan kalabalığından başka bir şey göremiyordum. Gerçi, bu kalabalığın içinde Türkler de yok değildi. Fakat, bilmem neden hepsinin ikinci üçüncü plana atılmış bir hali vardı. Hepsi bencileyin bir sığıntı ruhu, bir sığıntı eksikliği taşır gibiydi.”
Üsküdar İskelesi, 1915
Ziya Osman Saba’nın 1940’lı yılların İstanbul’unu, orada doğup büyüyen yazara anlattırdığı Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi kitabında yer alan Neveser öyküsü, adını şehir hatlarında çalışan vapurdan alır. Neveser, toplumun yaşadığı değişimlerin sessiz tanıklığını yapan mekan kimliği ile hikayenin adı kadar kurgusunun da başkahramanıdır.
1903’te denize indirilen Neveser, yazardan sadece yedi yaş büyüktür. İki İstanbul gezgini, aynı yılların İstanbul’una doğmuş, yaklaşık aynı yıllarda hayata veda etmiş (Saba 1957, Neveser 1959), yirminci yüzyılın ilk yarısının İstanbul’una yan yana tanıklık etmişlerdir.
“O şimdiki vapurlar gibi, iskelelere ateş alırcasına yanaşıp kalkmıyor, hareket saatinden daha evvel gelip, içindekileri İstanbul’a indirmek hizmetini gördüğü şu sahile serpiştirilmiş köşklerden çıkacak yolcularını, o gün bir iş bahanesiyle veya havayı güzel görüp şehre inmeye niyetlenmiş olanları sanki evvelden bilip bir bir bekliyor, kimseyi koşturmuyor, kimseye vapur kaçırtmıyordu. O, şimdiki gibi, etrafa telaş veren zil sesiyle değil, yolcuların arkası kesildikten sonra, iskele memurunun düdüğünü öttürmesi, çımacının sürme iskeleyi geri alıp halatı geri vermesi, kaptan köprüsü üzerine kondurulmuş o bir çift kameriyenin birinden tatlı bir çıngırak sesi halinde gelecek emirle nihayet çarkların sulara şöyle bir dalıp çıkması, yemyeşil sulara bir daha dalıp çıkmasıyla, sanki her şey kendi marifetlerini göstermek istermiş, çarkla sulara öyle dalıp çıkmak, dümen öyle eda ile kıvrılmak ve o ince burnu sedef rengi köpüğünü hasıl etmek istermiş gibi, harekete geçiyor, artık vazifelerin bitirmiş, düdüğünü öttürüp cebine koymuş iskele memurunun, sürme iskelesini yine geri almış çımacının selametleyici bakışları altında iskeleden ayrılıyor, Moda’ya doğru öyle sessiz süzülüyordu. ”
Neveser, Mustafa Kemal Paşa’yı karşılamaya gidiyor (1 Temmuz 1927)
Edebi eserlerde vapurların İstanbul hayatının, İstanbul manzarasının bir parçası olduğuna dair izler, aynı zamanda eserlerin anlatıldığı dönemin İstanbul hayatına dair ayrıntıları da gösterir. Safiye Erol’un, Kadıköyü’nün Romanı (1938) adlı eserinde vapurlar, bu hayatın yerleşik ve vazgeçilmez parçası olarak anlatılır.
“Halt etmişsin. Bir Kadıköylü köyünden uzak yaşarsa hayra alamet değildir. Kadıköy’ün daha köprü iskelesine ayak bassan kendi evinin avlusuna girmiş olursun. Lodos havalarda gıcır gıcır sallanan o külüstür iskelede yurdun başlar. Sağdaki gazeteci, soldaki tütüncü bile ahbabındır. Paran olmazsa sana veresiye verirler. Vapura gelince, bir komşu salonundan farkı var mı, Allah aşkına söyle… Kadıköy vapuru artık vapur filan değildir. O, muayyen misafirlere mahsus bir gazino, bir kulüp, öyle bir şeydir… Bir taraftan çımacılar, çıkalım beyler, çıkalım diye nazikâne dehlerken, bu Kadıköy denilen muazzam tarikatın mensupları oluk oluk dört tarafa dağılır. İskeleye ayak basınca adeta başka bir hava ile karşılaşırsın.”
Kadıköy – Eminönü vapuru, 1928
Kendine özgü şiirsel bir anlatımı ile Sait Faik, öykülerinde İstanbul’u, denizi, kıyıları, balıkçıları, kenar mahalleri ve doğasıyla anlatır. İstanbul’un değişik yerlerinde, kalabalıklar içinde, köprü altlarında, balıkçılar arasında, kısacası halkla birlikte yaşar. Kahramanlarının duygu, düşünce ve hayallerini verirken kendi bohem yaşamını, yalnızlığını anlatır, yaşama sevincini işler.
Sait Faik’in 15 Eylül 1936’da yayınlanan, Bir Vapur adlı öyküsü Semaver kitabında yer alır. Galata rıhtımında Tadla vapurunu gören yazarın, Fransa’dan dönüş yolculuğunun üzerinde bıraktığı etkiyle uyanan anılarını konu edinmektedir.
“Dün ona, Galata rıhtımında rastladım. Çelik ve demir vücuduyla hassas bir sporcuya benziyordu. Çıplak ayaklı bir küçük serserinin yanı başındaydı. Halatlarının bağlandığı demirlerden birine ayağımı dayadım ve elimi çeneme koyarak onu seyrettim. Beni alıp götüren, beni alıp getiren mahluku doya doya sevdim. Bu vapur, “Tadla” yeni Türk vapurlarından “T.” vapurudur.
Fransa’ya tahsile gitmiş talebeden “Tadla” yı tanımayan kim vardır? Kim bu vapurun üçüncü mevki güvertesini yıldızlı temmuz geceleri adımlamamıştır.”
Ada Vapuru, 1929
Hayata bakışındaki derin ve keskin gözlem gücü, insanı ele alışındaki olgunluk ve incelik, durumları ortaya koyuşundaki kültürel zenginlik, anlatımındaki sağlam yapı ve mizahın imbiğinden geçen ışıltılı üslubuyla Haldun Taner, 1954 tarihli On İkiye Bir Var kitabında, Behçet Necatigil’in deyişiyle, dil ve anlatış ustalığını, mizah yönünü, ruh tahlillerindeki başarısını sürdürür. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde yazar, akıp giden zaman karşısında insanın çaresizliğini anlatır.
“Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz… Ah şu vapur bir dursa… İyisi, geri geri gitse… Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar. Gün kadranı perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa… Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi… Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak. Bari, geçişini iyice hissetsek. Vapur, Kız Kulesi açıklarında… İşte Salacak’a yaklaşıyoruz… Na şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği… Şu mavi lambalar Kordon Oteli’nin değil mi? Vapur yana dönüyor. İşte Kadıköy İskelesi. Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gelmek var. Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, “A gelmişiz” diye şaşakalmak… Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcununkine ne kadar benziyor… Dakikalarının değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini o gece -o da 11.55’ten 12’ye kadar- dikkatle takip ediyoruz. O da neden? Aklımız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı açtıklarından. Yılbaşı geçince de yine alt kat kamaraya inip gazetemize dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor? Neden bu dikkati her günün her saatinde, her dakikasına, her saniyesine çevirmiyoruz?”
1950’li yıllar
1950 kuşağının öncü yazarlarından biri olan Feyyaz Kayacan, öncelikle biçimsel anlamda yenilikçi bir tutum içerisindedir. Yerleşik anlayışlara, beğenilere, kurallara teslim olmaz. İsyankar, meydan okuyucu bir biçimsel anlayışı benimser. Öykülerinde yeni bir bakış açısı, yeni bir form, kural dışı bir çıkış arar. Ne var ki klasik anlatıma döndüğünde de duyguları, tasvirleri, kişilikleri en yeni, en canlı haliyle öyküleştirir. Feyyaz Kayacan’ın Çocuktaki Bahçe (1982) romanında anlatıcı-yazar Feyzi, Evin Tanımlanması bölümünde Yeldeğirmeni’nde Talimhane Meydanı’na bakan Rıfkı Paşa Köşkünün manzarasının bütün İstanbul’a hakim olan güzelliğinden bahsederken, vapurların bu manzaranın içerisinde bir sanat eseri gibi yerleştiğini anlatır.
“Kadıköy, Üsküdar, Çamlıca, Fenerbahçe, Şifa, Kalamış, Mühürdar, Acıbadem ayaklarınızın altında. Karşıda İstanbul, Sarayburnu’ndan Köprü’ye doğru kıvrılmakta. Vapurlar geçmekte sulu boya resimler gibi. Dumanları burnunda vapurlar. Üsküdar’da yangın yok, Üsküdar’dan duman almıyor gemiler. Yalnızca yolcu.”
Ozan Sağdıç, 1950
1950’li yıllarda edebiyat dünyasına başkaldırıcı tutumuyla dahil olan Leyla Erbil’in, toplumsal, varoluşçu, gerçeküstücü kuramların etkisi altındaki edebiyatında kaynakları çok çeşitliydi. Bunları sayarken tanıştığı komünist insanları mutlaka ekliyordu Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare, Marx ve Freud diye uzayan listesine. Gecede (1968) adlı kitabında yer alan Vapur adlı öyküsünde, incirlerini koparıp denize açılan Şirket-i Hayriye vapurunu, o vapurun İstanbul’un iskeleleriyle, halkıyla, tarihiyle bütünleşen isyanını ve hüznünü anlatır.
“Vapurun iskeleden kalkışını gören olmadı. Doğrusu buydu. Günler geçip vapur özgürlüğüne ve bağımsızlığına eriştikten sonra bir güz başı birkaç gün öncesinde göçebe kuşların gökte anaforlaştığını gördüğümüz bir güz başı, kocamış ve gözleri hep sulanan bir balıkçı gecenin bir saatlerinde yirmi iki yıllık sandalının dipten dibe kara bir gacırtıyla titrediğini, neredeyse alabora olacağını, canını suya dar attığını yüzerek karaya vardığını ve tam o anda sandalının gözlerinin önünde sulara gömüldüğünü söyler oldu.
Arabalı Vapur, 1962
Kaynak
Bir İstanbul Mekanı Vapur ve Türk Edebiyatı, Boğaz İskeleleri Vapura Hasret, Cornucopia of Ottomania and Turcomania, İstanbul Limanı’na ilk buharlı gemi 1828 yılında geldi.