Alman Edebiyatı’nda, Yeni Romantizm’in en büyük temsilcisi olarak kabul edilen Hermann Hesse’nin entelektüel kişiliği, tıp doktoru dedesi Carl Hermann Hesse’ye dayanır. Rus asıllı olan baba Johannes Hesse ise şövalye okulunda okuduktan sonra teoloji eğitimi görür ve 1869-1873 yılları arasında Hindistan’da misyonerlik de yapar.
Babasından beş yaş büyük olan ve ilk evliliğinden Theodor ve Karl adında iki oğlu olan annesi Maria Gundert’i kendisine yakın bulur. “… oysa biliyordum ki çok daha derinlerdeydi benim köküm, anne toprağında, siyah gözlü, gizlerle yoğrulmuş bu topraktaydı. Annem müzikle dolup taşan bir kadındı…” Topluma çok karışmayan ve oğlunu kendisine hayran bırakacak bir Almancayla konuşan baba Johannes ise, annesinin aksine şarkı dahi söyleyemez.
Ailenin ikinci çocuğu Hermann Hesse, 2 Temmuz 1877’de babasının Calw’da çalıştığı yıllarda dünyaya gelir ve dört yaşına geldiğinde beş yıl boyunca kalacakları Basel’e giderler. 1886 yılında aile yeniden Calw’a döner.
Hermann Hesse ve Ailesi
Okul hayatı başarısızlıklarla dolu Hesse, 1890-1891 arasında sevdiği ve kendini kanıtlayabildiği tek okul Göppingen’de burslu okuyacağı manastır okulu sınavlarına hazırlanır ve sınavı başarıyla geçer. Gerek fiziksel özelliklerinden, gerek de içinde esen manevi havadan hoşnut kaldığı ve ilerde birçok romanına esin kaynağı olacak
Maulbronn Manastırındaki eğitimi sırasında, bir öğle vaktinde ortadan kaybolur. Bulunduktan sonra sekiz saatlik hapis cezası alır. “… Şu an katıksız hapis cezası çekiyorum, durumum fena sayılmaz, yavaş yavaş toparlıyorum kendimi” diye yazsa da, ruhsal sıkıntıları yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Nitekim bir süre sonra mektuplarında şunları yazar: “Kendimi öylesine güçsüz, öylesine yorgun ve öylesine isteme gücünden yoksun hissediyorum ki… kafamın içinde dipsiz derinliklerde bir ateştir yanıyor.”
Ardından okulu bırakmasıyla Hesse, hayatı boyunca onu çıkmaz yollara sürükleyecek ve büyük başarılara imza atmasına da temel oluşturacak ruhsal krizlerinden ilkini yaşar. 1895 yılında Tübingen’de bir kitapçıda çırak olarak dört yıl kadar çalışır. Çok geçmeden oldukça yoğunu iş temposu dolayısıyla yorgun düşer ve baş ağrıları çeker. Ancak Tübingen dönemi Hesse’nin kendini sıkı bir eğitimden geçirdiği ve kendi kendisiyle kaldığı bir dönem olacaktır. Nitekim gece geç saatlerde eve gelmesine rağmen bu kısıtlı zamanlarda düşünsel dünyasını burada kurmaya başlar. Goethe, Lessing, Schiller, Vergilius, Homeros ve Novalis’i okur.
Ernst Würtenberger, Bildnis Hermann Hesse. Brustbild, 1905
1899 yılında hem şiirlerini, hem de düş, monolog ve taslaklardan oluşan nesirlerini kitaplaştırır. Manzum ve mensur yazılardan oluşan eserini 1900, ikinci şiir kitabını 1902, Peter Camenzind adlı ilk romanını 1904, Unterm Rad adlı ikinci romanını 1906 yılında yayımlar. Bu yıllarda neo-romantik bir sanat anlayışına sahip olan Hesse, şiirlerinde mistik motifleri kullanır. Halk şarkılarının sadeliğini, hüznünü ve içtenliğini çağrıştıran, otobiyografik bir özellik taşıyan ilk romanı Peter Camenzind’de, aileleriyle çatışan çocukların başkaldırma duygusu, psikolojik bir etüt özelliği taşıyan ikinci romanı Unterm Rad’da, otoriter okul eğitimini ele alır.
Hesse kendinden dokuz yaş büyük, müziğe ve doğaya olan yakınlığı nedeniyle kendine yakın hissettiği Maria Bernoulli ile 1904 yılında evlenir. Üç oğlu dünyaya gelen çift, özlemini çektikleri münzevi ve doğayla baş başa kalacakları Almanya Gaienhofen’de sekiz yıl yaşarlar. Evliliği de, sığındığı tabiat da bir müddet sonra Hesse için çekilmez olur. 1907 yılında vejeteryan bir cemaata katılır. Derme çatma kulübenin içinde çıplak ve yalnız olarak yaşayan Hesse, taş zemin üzerinde tek bir battaniyeye sarılı olarak uyur ve bir hafta oruç tutup bütün gün koltuk altlarına kadar toprağa gömülü bir şekilde yatar. Ancak ruhsal sıkıntılarını dindirmek için başvurduğu bu yöntem de sonuç vermez.
Hermann Hesse, Mia Hesse-Bernoulli
Evliliğe uygun karakterde olmadığını anlayan Hesse gerek karısıyla uyumsuz olmaları, gerek de başladığı bu hayatın getirdiği yükümlülüklerden kaçmak adına sürekli seyahatlere çıkar. Hayatının hiçbir döneminde bu yıllardaki kadar gezmez.
1910 tarihinde yayımlanan, hikayeden ziyade portre özelliği taşıyan romanı Gertrud beklenen ilgiyi görmez. Hesse romanını, ikilem içinde kalan bir sanatçının kendi içinde sağlamaya çalıştığı denge olarak niteler.
1911 yılında, ressam arkadaşıyla çok hayal kırıklığı yaşayacağı ilk Hindistan gezisine çıkar. Hesse, Asya gezisinde Hindistan’ın bilge ruhunu, bozulmamış masum cemiyeti ve kişisel sorunlarının çözümünü bulacağını hayal ediyordu. Fakat sağlığına iyi gelmeyen iklimin yanında fakirlik, pislik ve putlaştırılıp ticareti yapılan Budizm onu dehşete düşürür. 1912 yılında daha sonra Rosshalde romanına dekor oluşturacak Bern’de ressam Welti’nin evine taşınırlar; evliliğinin fiilen biteceği 1919 yılına kadar orada kalırlar. Gertrud’a adlı romanına benzeyen Rosshalde 1914 yılında yayımlanır; yazarın hayatına birebir denk düşen otobiyografik unsurlar içerir.
“Bazen insanın içindekileri dökmesi çok iyidir. Katlanmak zorunda olduğu şeyleri tanıması, bilmesi gerekir nihayet. Ama bize acı verecek, üzecek şeyleri de boyuna eşelemekten sakınmalıyız yavrucuğum.” (Rosshalde)
Bu dönemde babasının ölümü, karısının bozulan ruhi dengesi, savaşa karşıt biri olarak, bu yıllarda başlayan Birinci Dünya Savaşı Hesse’yi oldukça yıpratacaktır. Birkaç kez savaşa katılmak için başvurur, ancak sağlık durumunun yetersizliğinden ötürü askere alınmaz. Ancak 1915 yılında Bern’de Alman savaş esirlerine yardım görevinde, Alman askerlerini madden ve manen desteklemiştir. Ayrıca yine bu dönemde ömür boyu bir oyalanma aracı olacak göreceği ilk sulu boya resimlerini yapar.
Ancak Hesse’nin savaş hakkındaki beyanları oldukça çelişkilidir. Yazar ve sanatçıları taraf tutmakla suçlayan Hesse, kendisi de yazılarında Almanlara güven vermeyi ve savaştan galip çıkmalarını istediğini ve zafer elde edeceklerine inandığını söylemekten de geri kalmaz. Hatta bu çelişkileri abartır ve bir yazısında söylediklerini çürütecek sözler söyler. Hakaretlere varacak tepkilere maruz kalır. Onaylamamasına rağmen tepkileri önlemek için işi savaşın gerekliliğine kadar götürebilmiştir. Ancak bu onu hepten onu çıkmaza sokmuş ve istenmeyen adam olarak görünmesine sebep olmuştur.
Hermann Hesse, Tincio Landscape, 1924
1916 yılında, hayatında milat kabul edilecek bu döneme ilk adımı tedavi görmek amacıyla gittiği psikanaliz ile atacaktır. Ünlü psikanalist Carl Gustav Jung ve Freud’un yazıları ile yoğun bir şekilde ilgilenmesi ve Jung’un öğrencisi Dr. Josef Bernhard Lang’n yardımı ile klinikte tıbbi bir tedaviden çok, kurulan dostlukla psikoterapi konusunda yapılan söyleşilerle ruhsal sağlığını yeniden kazanan Hesse, küçüklüğünden beri onu bunaltan iç çatışmalarına çözüm bulabilecek ve bunlarla başa çıkmayı başaracaktır.
1917 yılının Ekim ve Kasım aylarında birkaç hafta içerisinde, henüz gördüğü psikoterapinin yoğun etkisi geçmeden yazılan Demian adlı romanında, Jung psikolojisi büyük rol oynar. Hesse, bu romanın görevinin “kendi içindeki düzensizlikleri giderip bir düzen sağlamak” olduğunu belirtir. Bir eğitim romanı tarzında kaleme alınmış bu eserde, nevrotik korkular içerisinde kıvranan bir çocuğun, çağının sorunları içinde olgunlaşarak kendisini nasıl bulduğu anlatılır. Hesse, Demian için 2 Şubat 1922 tarihli bir mektubunda “Bu kitap bir bireyselleşme sürecini, bir kişiliğin oluşumunu vurgulamaktadır” diyerek yapıtın bir eğitim romanı olduğunu belirtir. Bu durum eserin başındaki önsözünden de anlaşılır. Hesse, romanının başına koyduğu kısa bölümle, okura roman konusunda önemli ipuçları verir. Okura ideal bir biçimde kurgulanmış bir öykünün değil, gerçekten yaşanmış kendi yaşam öyküsünün anlatılacağını söyler.
Ancak Hesse, Demian’ı kendi adıyla yayınlamaya cesaret edemez; Alman şair Hölderlin’in bir arkadaşı olan Isaac von Sinclair’in isminden esinlenerek Emil Sinclair adıyla yayınlar. O yıllarda Alman gençliğinin İncili haline gelecek olan roman, tam da o dönemdeki gençliğin gereksinimlerine hitap etmesi ve önerdiği yeni yaşam biçimi dolayısıyla insanları ümitlendirir.
1919 yılında yayımlanan Demian, Hesse için dönüm noktasıdır; eserlerine yansıyan idealizm, romantizm, spirütüalizm ve estetizm anlayışı bu tarihten sonra değiştirmeye başlar. Yanı sıra Nisan 1919’da, etrafa dağılmış üç çocuk ve akıl hastanesinde yatan karısını geride bırakarak, İsviçre’nin güneyinde yer alan Montagnola’daki Casa Camuzzi’ye hayatının geri kalanını geçirmek üzere gider. Burada, 1931 yılına kadar hayatının en verimli dönemini yaşayacaktır.
“Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır, ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık kimi biraz daha gözü kapalı.” (Demian)
Hermann Hesse, oğlu Bruno (solda) ve arkadaşları 1909
Hesse’nin komşu köy Carona’da oturan İsviçreli aile Wengerler ile kurduğu yakın dostluk, kısa zamanda kızları Ruth Wenger ile aralarında gönül ilişkisinin başlamasına sebep olur. Yazlarını ailesiyle birlikte Carona’da geçiren ve kendisinden 20 yaş genç olan şarkıcı Ruth Wenger 1919 tarihinde hayatına girer. Dört yıl boyunca süren arkadaşlıkları iki tarafın da çok istekli olmamasına karşın bir evlilikle noktalanır. Sık sık ya Carona’da ya da Ruth’un şarkı söyleme eğitimi aldığı Basel’de buluşurlar. Ruth, çok sayıda evcil hayvanı, köpeği, kedisi, papağanı için yaşar ve bu da Hesse’nin sinirlerini gittikçe daha fazla bozar. 11 Ocak 1924’de başlayan evlilikleri, Ruth’un sağlık sorunlarının da kötü gitmesiyle iyice çıkmaza girer ve Hesse’nin tüm barışma çabalarına rağmen 1927 yılında sona erer. Ancak 2005 yılında yayınlanan yazışmaları aralarında yoğun bir aşk ilişkisini göstermektedir.
Hesse’nin, bu evliliği sırasında yazdığı Eine Mädchen adlı şiirindeki dizeler bir özeleştiri gibi: “Pek çok kadın tanıdım, çoğunu acı ile sevdim, çoğunu incittim.”
Hermann Hesse, Ruth Wenger
Toplumun değişmesi gerektiğini ileri süren Hesse, dinin ve ahlakın geleneksel değerlerinden ayrılık kişisel bir ahlak anlayışı geliştirmek için gayret gösterir. Ancak Alman toplumu, Hesse’nin bu görüşlerine hazır değildir. Bu yüzden zaman zaman sert eleştirilere maruz kalır. Hesse, belki de bu nedenle 1924 yılında İsviçre vatandaşlığına geçer.
Hesse’nin ömrü boyunca bağlı kalacağı Hıristiyanlığın onun aradığı içsel huzuru sağlamaktan yoksun olduğunu ve bu eksik yönlerinin ancak Doğu dinlerinde tamamlanacağını ifade eder. “Dini hayatımda Hıristiyanlık önemli rol oynar. Bu Hıristiyanlık, kilisedeki Hıristiyanlıktan çok mistik bir Hıristiyanlıktır.”
Hesse, bir dine yaslanmak yerine, kendi dünya görüşüne ve o dünya görüşüne sahip olan insana ulaşmak ister. İncil ve Tevrat’tan yararlanmasına rağmen, Hint, Çin ve Japon öğretilerine uzanmasının altında bu gerçek yatar. Hesse, aradığı dünya görüşünü yansıtan insanı, 1922 yılında tamamladığı Siddharta ile yakalar. Siddharta, Buda efsanesine göre Budizmin kurucusu olan Gotama Buda’ya verilen özel isimdir. Siddharta “amacına ermiş” veya “hedefine ulaşmış kişi” demektir.
Hermann Hesse, Calw
1925 tarihli mektubunda şunları yazar: “Siddharta, egzotik dekoruna rağmen Avrupai bir kitaptır. Hiçbir Asya öğretisinin ciddiye almadığı kadar bireyi ciddiye alan Siddharta öğretisi, işe bireyden başlamıştır. Siddharta, Hint düşüncesinden kurtuluşumun bir ifadesidir. Kitaplarımın satırları arasında da olsa, yirmi yıl boyunca Hintçe düşündüm. Otuz yaşımda da Budist oldum, tabi dini anlamda değil. Hint doğması da dahil olmak üzere beni her türlü doğmadan kurtaran yol, ta Siddharta’ya kadar uzanır ve hayatta kaldığım sürece de devam eder.”
1954 yılında Vasant Ghanerek’e ise şunları yazar. “… Bu benim hikâyem değil ki. Şayet nirvanaya yahut mükemmelliyete erişen bir Siddharta’yı anlatmak isteseydim, bu takdirde kendi yaşadıklarımdan bildiğim şeylerin değil, yalnızca sezgilerden ve kitaplardan bildiklerimin hayaline kapılmak zorunda kalacaktım. Bunu ne yapabilirdim ne de istedim; Hint masalında gerçekten bildiğim ve gerçekten yaşadığım gelişmeleri ve durumları dile getirmek istedim.”
Bir Hint hikâyesi olan eserde Siddhartha’nın Buddha ile dış görünüş ve yaşantı bakımından oldukça ilintili bir hayatının olmasına rağmen aslında eser içinde barındırdığı birçok motif ve düşünceyle daha çok Çin felsefesine yakındır. Nitekim eleştirmenler Siddhartha’yı, Hesse’ye birlik düşüncesini öğrenmekten ziyade yaşatabilecek olan Çin felsefesinin, Lao Tse’nin düşüncelerinin bir sözcüsü olarak değerlendirmişlerdir.
“Sevgi, dostum Govinda, her şeyin başı gibi görünüyor bana. Dünyanın iç yüzünü görmek, onu açıklamak, onu aşağılamak büyük düşünürlerin işidir belki. Ama benim için tek önemli şey, dünyayı sevebilmektir; onu aşağılamamak, ona ve kendime hınç ve nefret beslememek, ona, kendime ve bütün varlıklara sevgiyle, hayranlıkla ve huşuyla bakabilmektir.” (Siddhartha)
Hermann Hesse, Ninon Ausländer, Casa Hossa, 1952
Ruhsal sağlığına kavuştuğu bu dönemde Hesse, hayatında yine bir dönemece gelecek ve onu mutluluğa götürecek olan kendisinden 18 yaş küçük Ninon Ausländer ile karşılaşacaktır. Karşılaşmanın ardından aralarında duygusal anlamda güçlü bir bağ oluşur ve Ninon 1927 yılında Hesse’nin yanına taşınır. Hesse onu daha önceki tecrübelerinin aksine mutluluğa götürecek olan Ninon ile Ağustos 1931 yılında dostu Bodmer’in kendileri için yaptırdığı eve taşınır ve aynı yılın Kasım ayında da evlenirler. Ninon, Hesse’nin ileride gözleri zayıfladığında ona okuyup, yazarak ve yazılarını toplayıp düzenleyerek çalışmalarına devam etmesine yardımcı olacaktır.
Hermann Hesse, Ninon Hesse (Ausländer), 1952
Hermann Hesse’nin otobiyografik özellikleri oldukça ağır basan 1927 tarihli romanı Bozkırkurdu, onun diğer eserlerinden biçim bakımından farklılık gösterir. Çoğunluk birtakım bölümlemelere gidildiğini gördüğümüz biçim üslubundan farklı olarak, burada yazar eseri bir bütün olarak yazmayı tercih eder.
Her ne kadar roman kahramanı Harry Haller, diğer eserlerinde olduğu gibi kendi dünyasında kendini arayan biri olarak ortaya konsa da, eserde çağa yönelik eleştiriler bir leitmotif olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan Hesse, yabancı olmadığı psikanalizi büyük bir ustalıkla eserin kurgu öğesi olarak romana entegre etme başarısını gösterir.
1920’li yıllar Hesse’nin yeniden hastalandığı ve tekrar bir psikanaliz tedavisinden geçtiği yılların ürünü şiirlerden oluşan Bunalım kitabı, tamamıyla bir günlük havasındadır ve kendi iç dünyası hakkında çekinmeden bilgiler verdiği, kendisiyle hesaplaştığı bir eseridir. Bu şiirlerde Hesse, depresyondan, intihardan söz eder sıklıkla; bunalımı burada ifadesini bulur. Bunalım kitabı, aslında Bozkırkurdu’nun çıkış noktası, dahası ilk belgeleridir. Bu şiirler daha sonra, nesire dönüşecek ve Bozkırkurdu’nu oluşturacaktır.
“Yaşamları pek dalgalı olan bu insanlar arada bir seyrek mutluluk anlarında öyle kuvvetliyi ve anlatılmaz derecede güzeli yaşarlar, bir anlık mutluluğun köpüğü acılar denizinin üstünü aşarak o denli yüksek ve göz kamaştırıcı biçimde fışkırır ki, bu alev alev parlayan kısa mutluluk ışıklar saçarak başkalarını da etkiler ve büyüler. Tüm o sanat yapıtları açılar denizinin üstünde eşsiz ve geçici mutluluk köpüğü olarak meydana gelir…” (Bozkırkurdu)
Hesse 1930’da başladığı ve gerek kendi sağlık durumunun iyi gitmemesi, gerekse Alman toplumunun o dönemdeki sosyo politik durumunun olumsuz etkileri dolayısıyla sanatını zirve noktasına çıkardığı eseri Das Glasperlenspiel’i 1942’de tamamlayabilir. On iki yıl gibi uzun bir süre üzerinde çalıştığı ve Nazi Almanya’sının işlediği insanlık suçuyla barbarlığa karşı alternatif felsefi çözüm önermek amacıyla yazdığı eserinde öteden beri Weimar Cumhuriyetine güvenini yitiren ve ülkenin 1914 hatta çok daha önceleri güdülen siyasetin sonucu olarak faşizme kurban gittiği görüşünde olan Hesse Das Glasperlenspiel’de, bütün dinlere saygı duyan ve hepsine eşit uzaklıkta duran laik bir hümanist düşünce şeklini getirir.
Kurt Tassotti’nin yaptğı Almanya Calw şehrinde Nikolausbrücke’de yer alan Hermann Hesse Heykeli
Hermann Hesse’ye 1946 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran Boncuk Oyunu bir başyapıt. Hesse, 1943 yılında tüm dünyanın savaş cehennemini yaşadığı sırada yazdığı Boncuk Oyunu’nda, Doğu ve Batı felsefelerinin kusursuz bir bileşiminden oluşan yeni ve ütopik bir dünya düzeni sunar okura. Sanat ve bilimde disiplinler arası bir uyum üzerine kurulu, Hesse’nin düş ve düşün gücünün ürünü fütüristik bir oyun olan Boncuk Oyunu, bu yeni düzenin simgesidir. Toplumsal ahlakın bireyin iç ahlakını yok ettiğine inanan Hesse, bu kitabında Batı’nın toplumsal dayatmalarına karşı Doğu’nun bireysel özgürlüğünü yüceltir, söz konusu yeni dünya düzenini bireysellik üzerine temellendirir.
“Sizler de benim kadar iyi bilirsiniz ki, Boncuk Oyunu da kendi şeytanını kendi içinde taşır, boş bir virtüozluğa, sanatçı büyüklenmesine, şan ve şeref düşkünlüğüne, başkaları üzerinde otorite kurmaya, dolayısıyla kurulan otoritenin kötüye kullanımına götürebilir insanı. Bu yüzden entelektüel eğitimden ayrı bir eğitime gereksinim duyarız; tarikatın manevî değerlerini baş tacı etmişsek, amacımız entelektüel-etkin yaşamı ruhsal-bitkisel düş yaşamına dönüştürmek değil, en yüksek entelektüel başarılara kendimizi yetenekli kılmaktı. Ne vita activa’dan kaçıp vita contemplativa’ya sığınabiliriz, ne de tersini yapabiliriz bunun, dönüşümlü olarak birinden ötekine yol alıp durur, her ikisini de kendimize yurt edinir, her ikisinden de payımızı alırız.”
Hermann Hesse ve Oğlu Martin Hesse
Hesse’nin psikanaliz ile uğraşısının izlerini özellikle şiirlerinde ve masallarında bulmak daha kolaydır. Ruhun ilk olarak psikanalitik yöntemlerle tedavi edilmesi ve psikanalistlerin yazıları Hesse’nin kendini tanıması için, bir yöntem bulmasına neden olur. Hesse’nin ufkunu açan ve bilincini artıran bu yeni yöntem, özellikle insanın ruhsal problemlerinin ve bilinçaltındaki bilinmeyen arzularının çözümlenebildiği masallarında kendini göstermeye başlar. Georg W. Field, Hesse’nin masalları hakkında şu yorumu yapar: “Bu sanat türü, şairin eserlerinde Rönesanstan beri Alman edebiyatının tümünde eşine rastlanmayan bir orjinalliğe sahiptir.”
“En çok sihirbaz olmak isterdim. Bu benim en içten, en derinden istediğim bir arzumdu, zira gerçek denen ve o zamanlar büyüklerin saçmalıklarıyla özdeş gördüğüm ve zaman zaman korktuğum, bazen alaya aldığım gerçeklerden duyduğum rahatsızlık beni çok erkenden onu değiştirmeye, büyülemeye, fenalaştırmaya yöneltti.” (Büyücünün Çocukluğu Masalı’ndan alıntı)
Boş şişeyle bardakta.
Titremekte mum alevi;
Oda soğuk buz gibi.
Dışarda otlara yağmur yağmakta.
Yatıyorsun kısa bir zaman için
Üşüyerekten üzgün, yatağına.
Yine sabah olacak, akşam daha sonra,
Sabahlar, sabahlar gelecek tekrar,
Ama sen hiç gelmeyeceksin
(Çeviri: Behçet Necatigil)
Hesse genel anlamda hayata bakışını şu şekilde dile getirir: “…dünyanın iç yüzünü görmek, onu açıklamak, onu aşağılamak büyük düşünürlerin işidir belki. Ama benim için tek önemli şey, dünyayı sevebilmektir; onu aşağılamamak… ona, kendime ve bütün varlıklara sevgiyle, hayranlıkla ve huşuyla bakabilmektir.”
Son derece duygusal bir yapıya sahip olması, Hesse’nin bireyci yanının metinlerinde ağırlık kazanmasına yol açmıştır. Maneviyattan uzak yaşanan maddeci bir hayat, Hesse için kabul edilemez bir olgudur. İç dünyanın gerçeklerini dış dünyanın gerçeklerinden daha üstün ve daha geçerli gören Hesse’nin eleştirisi, kalıplaşmış burjuva yaşamına yönelmiştir. Bu yüzden kahramanları, çağ koşullarına ayak uydurarak yaşamak yerine, kendi kişiliklerini geliştirip iç dünyalarının derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaşam tarzını benimsemişlerdir.
Hesse, kahramanlarına kişilik verirken kendi yaşamındaki deneyimlerinden yola çıkmıştır. Dolayısıyla Hesse’nin edebi kişiliğinde, özgeçmişinin izleri yoğundur, eserlerinin özyaşamöyküsel niteliği belirgindir. Kendi yaşamında geçtiği aşamalar ve içinde bulunduğu sürekli arayış, roman kahramanlarına da yansımıştır. Kendi yaşam tarzını, Alman romantik dönemi ve Uzakdoğu felsefelerinin yoğun etkisiyle biçimlendiren Hesse’nin, düşüncelerini romanlarının ana kişilerinin düşünceleriyle koşutluk içerisinde sunduğunu söyleyebiliriz.
Herman Hesse ve Ninon Hesse
1960’lı yılların son yarısında Almanya’da Nazi Sosyalist-Nasyonal ve Komünist gençlerin çoğalmasıyla Hesse’nin Almanya’daki popülerliği biter. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yokluk zamanını görmezlikten gelmekle suçlanan Hesse, çağın sorunlarına hitap etmeyen eserleri dolayısıyla dışlanır. Ancak 70’li yaşlarından sonra Almanya’da haddinden fazla ve samimiyetten uzak bir ilgiyle karşılaşacaktır. Öyle ki kendisi hakkında çok yerde konferanslar düzenlenir, basın onunla yakından ilgilenir ve hatta gezi acenteleri turist çekmek adına Hesse’nin yaşadığı Montagnola’ya geziler düzenler. Montagnola’daki evine gelen meraklı kitleden kendini korumak için Hesse rahatsız edilmemesini rica eden tabela asmak durumunda kalır.
Hermann Hesse ve torunu David Hesse
Montagnola’dan ayrılmaya güç bulamayan Hesse yakalandığını anlamayacağı kan kanserine, 8 Ağustos 1962’de yenik düşerek hayata veda eder. Hesse, hayatının son anlarına kadar sulu boya resim yapmaya, müzik dinlemeye, bahçesine bakmaya ve şiir yazmaya devam eder. Nitekim ölmeden saatler önce Knarren eines geknickten Astes (Bükülen bir Dalın Gıcırtısı) adlı son şiirini yazar ve aynı günün akşamı Mozart’ın bir piyano sonatını dinledikten sonra daldığı uykuda geçirdiği beyin kanaması sonrası hayatını kaybeder.
Kaynak
Herman Hesse’nin Romanlarında Kadın Portreleri, Hesse’nin Doğu Dinlerine Yaklaşımı, Sevebilen Mutludur, Hermann Hesse’nin Siddartha ve Rasim Özdenören’in Kuyu Anlatılarında Mistik MLetafizik Yolculukta İki İnsan Siddartha ve Yusuf, TSDE Online Yayını- Sayı: 2 Mayıs 15, Hermann Hesse’nin Demian Romanında Kahramanın Yolculuğu, Boncuk Oyunu, Bozkırkurdu, Hesse’nin Masalları: Motifler Otobiyografik Unsurlar, Herman Hesse’nin Step Kurdu Başlıklı Eserinde Çağ Eleştirisi Ve Psikanalizmin İzleri