Hurûfî, sözlük anlamı olarak harflere tâbi olan, harflerle çeşitli şekillerde uğraşan demektir. Terim olarak ise, Kur’an’daki harflerden birtakım manalar çıkarıp, İslam’ın inanç, ibadet ve uygulamalarına aykırı yorumlar getiren tasavvufî-bâtınî mezhep ve ekole verilen addır. Hurûfî kavramının özel kullanımı, Fazlullah-ı Hurûfî ile başlar. Ne var ki, hem Fazlullah hem de takipçileri hurûfî kavramını kendileri için kullanmamış, bu isim onlara başkaları tarafından verilmiştir.
Hurûfîlik, Fazlullah (ö. 796/1394) tarafından 14. yüzyılın İran’ında kurulur. Hurufiliğin amacı varlığın hakikatinin harfler aracılığıyla kavranarak yine harflerle Allah’ın varlıkta müşahede edilmesi ve O’na ulaşılmasıdır. Harflerin, aralarında öncelik ve sonralık olmayıp tek bir hakikat olduğunu kabul eden Hurufiler doğal olarak ilgilerini harflerin tamamnına vermişlerdir. Onlara göre mümkün olan tüm sesleri ifade eden azami harf sayısı 32’dir ki; bu Fars alfabesinin harf sayısıdır. Kuran alfabesinin 28 harfi de, 32 harfi içinde barındırır. Hurufilik, peygamberlerden meleklere, ibadetlerden ahirete, Kuran’dan hadislere, kısaca islamî düşüncenin sınırlarına giren her şeyde, 28 ve 32 harfin varlığını göstermeye çalışmıştır.
İlm-i hurûf, harfler ve rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan -sözde- bir ilim dalıdır. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür.
İlk önceleri dağınık ve ne olduğu tam olarak anlaşılmaz şekilde ele alınan ilm-i hurûf, daha sonra tasnif edilerek bölümlere ayrılmıştır:
Havâs: Bazı kimselerin, insanları âlemde var olan manevi güçlerden istifade ederek onları etkileyip yönlendirmek için başvurdukları çeşitli yollardır. Bununla uğraşan kimselere Ehl-i Havâs denilir. Ayrıca havâs, insanlara manevî yollarla tesir ederek hastalıkları bu yolla iyileştirmek için okunan dualar hakkında kullanılan bir tabirdir.
Lugaz: Bulmaca yerinde kullanılan lugaz, bir şeyin adını anmadan vasıflarını üstü kapalı bir şekilde söyleyerek o şeyin ne olduğunu bulmayı, dinleyen veya okuyana bırakmaktan ibaret olan eğlenceli sözdür. Eski dîvânların çoğunda bulunduğu gibi, halk dilinde de hece vezni ile tertip edilenleri vardır.
Mu’ammâ: Bir esasa göre tertip olunmuş ve çok defa istenen isme delâlet eden bilmece, yanıltmacadır. Söylenmek istenen adın, işaret ve üstü kapalı bir yolla, manası gizli ve zor anlaşılır, söz ve şekille ifade edilmesidir.
Remil: Kum üzerine çizilen bir takım nokta ve şekiller vasıtasıyla gayba ait hükümler çıkarmak, geleceğe dair istek ve niyetleri haber verme ilmidir. Bu işi yapanlara Rammâl denilir. Önceleri kum üzerine çizilen çizgiler sonraları tahta ve kağıt üzerine de çizilir olmuştur. Remil ilminin İdris Peygambere dayandığı kabul edilir. Remil ilminin esası noktadır. Bu nokta ve çizgilerle bir takım şekiller yapılır. Bu şekillerin anâsır-ı erbaa (toprak, su, hava ve ateş), gezegenler ve burçlara olan nisbeti hesap edilerek tahliller yapılır ve hükümler çıkarılır.
Fal: Genelde ya bazı alet ve vasıtalarla ya da bazı yöntemlerle tahminlerde bulunma, içinde bulunulan zamanla ve gelecekle ilgili yorumlar yapma işidir. Bu ilme sahip olan kişi belirli işlemler yapar, özel alet ve vasıtalar kullanır; ancak onun farklı bir yeteneği ve uymak zorunda olduğu kuralları yoktur.
Cifr: Değişik metotlarla gelecekten haber verdiği iddia edilen ilmi veya bu ilmi kapsayan eserleri ifade eder ve cefr olarak da anılır. Şiî kaynaklarına göre Hz. Ali Kur’an’ın bâtınî manalarını Hz. Peygamber’den öğrenmiş ve insanların muhtaç olduğu bütün bilgileri cefr adı verilen kuzu veya oğlak derisi üzerine yazarak el-Cefr ve el-Câmi’a adlı iki eser telif etmiştir. Geçmiş peygamberlere verilen kitapların özünü, ayrıca kıyamete kadar gerçekleşecek bütün dinî ve siyasî olaylarla karşılaşılacak problemlerin çözüm yollarını ihtiva eden bu eserler ancak Ehl-i Beyt’e mensup imamlarca çözülebilecek rumuzlarla doludur. Bu tür eserlerde genel olarak harfe dayalı ve sayıya dayalı olmak üzere iki metot kullanılır.
Vefk: Ümit ve isteklerin gerçekleşmesi, hastalıkların şifâ bulması için yapılan tılsımlı duadır. Bir kimsenin istek ve arzularına uygun dua ve harflerin yazılı olduğu muhtelif şekillerdeki muska, hamail gibi şeyler hakkında da bu tabir kullanılır. Bir ayet, hadis, dua veya ismin ebced hesabına göre değerini, usulüne göre çarptıktan veya böldükten sonra, her birine bir harf/sayı yazılan küçük karelerden oluşan büyük kare sayesinde vefk oluşturulur.
Azayim: İnsanların karşılaştığı kötülüklerden kurtulması veya yakalandığı hastalıklardan iyileşip sıhhat bulması için, okunan büyülü dualardır. Bir bakıma, bu maksatla yapılan efsun, sihir, büyü anlamına da gelir.
Nücûm: Yıldızların tesirine ve hareketine bakarak yeryüzünde olacak hadiseleri ve insanların geleceklerini keşfetme, gaibden haber verme bilgisidir. İlm-i Nücûm’a göre yedi kat gökteki yedi yıldızın (Ay, Utarit, Merih, Güneş, Zühre, Müşteri, Zuhal) her birinin kendine özgü özellikleri ve hâkim olduğu iklimler ve yeryüzüne tesir ettiği saatler bulunur.
İbn Haldun, ilm-i hurûfu, ilm-i esrar-ı hurûf olarak isimlendirir ve kendi çağında bu ilme simiya dendiğini söyler. Ona göre başlangıçta İslam içinde bulunmayan bu ilim, uzun bir müddet geçtikten sonra aşırı mutasavvıfların zuhur etmesiyle ortaya çıkmıştır. Çünkü bu mutasavvıflar, felekler ve yıldızların ruhlarının, Allah’ın isimlerinin mazharı olduklarına inanıyorlardı. Harfler, isimlere sirayet etmiş, isimler de belli bir nizam içinde olan yaratılmış her şeye sirayet etmiştir. Bu mutasavvıflar, ilahi isimlerin varlığa olan tecellisini açıklayabilmek için harfleri kullanmışlar, bunun sonucu olarak da ilm-i esrar-ı hurûf ortaya çıkmıştır.
İbn Haldun, ilm-i hurûfla uğraşanların bu ilmi daha sonra ikiye ayırdığını söyler. Bunlardan birinci grup, harfleri de tabiatları itibariyle dört sınıfa ayırmıştır. Böylece harfler hava, toprak, su ve ateş unsurları üzerine taksim edilmiş oldular. İkinci grup ise, harflerdeki tasarrufun sırrını, sayılara bağlamıştır. Çünkü ebced hesabı sayesinde harflerin her birine bir sayı denk gelmekte ve harfteki sır ile sayıdaki sırrın birbirine olan uygunluğu sayesinde vefkler oluşturulabilmektedir.
Vefk: dualar ile yapılmakta olan ve şifalı olduğu düşünülen belli ayetlerin ve adların belirli bir oranda yazılarak ya da okunarak işlenmesi kavramını ifade eder.
Hint kültürüne ait olan rakamların İslam dünyasında ilk defa tanınması ve kullanılması 773’te gerçekleşmiştir. Bundan önce Müslümanlar, günlük hayatta rakamların yerine harfleri kullanmakta idiler. Hatta Avrupalılar bile, bu rakamları Müslümanlar sayesinde ve daha geç tanımıştır. Bilindiği gibi Avrupalılar da rakamların yerleşmesinden önce günlük hayatta sayıları, harfler yoluyla yazıda göstermekte; bu gün bildiğimiz Roma rakamlarının temelini oluşturan çeşitli harf-sayı sistemlerini kullanmaktaydılar. Hint rakamlarının daha kullanışlı olmasından dolayı, günlük kullanımda zamanla ebced hesabının yerini alması sonucu, ebced hesabı daha özel bir alan olan ilm-i hurûfa has hâle gelmiştir.
Tarih boyunca insanların yoğun ilgisini çeken harf-sayı gizemciliğinin kökeni, kadîm medeniyetlere kadar uzanır. Gerçek anlamıyla milâttan önce IV ve III. yüzyıllardan itibaren Ortadoğu’daki Helenistik- Gnostik izler taşıyan dinlerde ortaya çıkmaya başlar. Baskı altındaki bazı gnostik gruplar, mensuplarına gizli kalması gereken bilgileri şifreler yoluyla öğretme ihtiyacını hissetmişlerdir. Milâttan önce IV. yüzyıldan veya biraz daha erken dönemlerden itibaren Ege bölgesindeki sır dinlerinin Grek harflerine sayısal değerler yükleyerek kehanet formulasyonları geliştirdiği bilinmektedir. Helenistik-Gnostik literatürde Sibyline Oracles (M.Ö. V-IIl. Yüzyıllar arası) adı verilen Yahudi-Grek kaynaklı kehanetler koleksiyonunda Grek harflerine sayısal değerler verilerek geleceğe yönelik kehanetlerde bulunulmaktadır.
Pisagor (M.Ö. VI. yy) gelir. Pisagor, âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Daha sonra onun takipçileri tarafından kemale erdirilen Pisagorcu felsefe, Yahudi, Hıristiyan ve İslam kültüründe sayılara ve sayıların özelliklerine gösterilen ilginin temelinde yer alır.
İnsanın, bir yandan hayatını tanrısal kosmos ile ahenkli hale getirme, diğer yandan da evrenin yapısal ilkelerini kavrayarak kendinde gerçek bir dönüşüm meydana getirme çabası içine girmesi gerektiğini ileri süren Pisagorcu felsefeyi belirleyen en önemli unsur, düzen ve ahenktir. Bu düşüncenin en önemli kavramı olan harmonia, büyük ölçüde müzik teorisiyle bağlantılı olarak sayısal ilişkiler yoluyla açıklanır. Buna göre, Pisagorcular, telli çalgılarda telin uzunluk ve kısalığı ile sesin pesliği ve tizliği arasında bir ilişki bulunduğunu saptamışlar ve buna bağlı olarak ilk defa sekiz notalık ses aralığını, beş notalık ses aralığını ve dört notalık ses aralığını bulmuşlar.
Böylece, tellerin oranlarının ölçülmesiyle müziksel armoni matematiksel formüllerle ifade edilebiliyorsa, her şeyin özü de sayılarla açıklanabilirdi. Pisagorcular bu düşüncelerine en önemli kanıtı gökyüzünde buldular. Gökyüzündeki cisimlerin hareketlerinin gözlemlenmesi sonucu bir büyük düzenin farkına varan onlar, bu düzeni sayılar sayesinde açıklamaya çalıştılar.
Onların bu bağlamda kullandıkları temel sayılar, doğanın yapıtaşları olarak gördükleri ilk dört sayıdır (1,2,3,4). Çünkü bu dört sayı, kendi dizilişlerine karşılık gelen nokta-doğru-yüzey-katı ardışıklığıyla cisimlere şekil ve hacim vermeye yararlar. Sırasıyla, noktalar doğruyu, doğrular yüzeyi, yüzeyler katıyı, katılar da fiziki cisimleri oluştururlar. Sayıları mekansal olarak tasarlayıp, geometrik bir biçimde ifade eden Pisagorcuların, her şeyin özünün sayılar olduğunu söylemeleri, mekân içindeki tüm cisimlerin nokta, doğru ve yüzey gibi birimlerden meydana geldiğini ileri sürmekle eşanlamlıdır.
Yahudilikte, harf-sayı gizemciğini ilk defa kullanan Yahudi filozof Philo (ö. M.S. 50)’dur. Philo, Eski Ahit’teki fikirlerle Pisagorcu geleneği birleştirmiş ve böylece ağırlıklı olarak sayı gizemciliğine dayanan İncil yorumlarının temelini atmıştır. Yahudi geleneğinde harf-sayı gizemciliği, esasta bazı İbrânîce harflere sayısal değerler vermeye veya harflerin yerini değiştirmeye dayanır.
Bunun dışında, Yahudilikte harf-sayı gizemciliği denince, üzerinde durulması gereken kavram Kabala’dır. İbranicede almak, kabul etmek anlamına gelen “k-b-l” kökünden türemiş olan kabala, “alınmış gelenek” anlamında, 13. yüz yılın başında itibaren Yahudi mistik geleneği olarak kabul edilmektedir.
Yaşam Ağacı Kabala’nın en önemli diyagramıdır
Erken dönemlerde baskı altında olan Hıristiyanlar, mensuplarına özel bilgileri aktarabilmek için metinlerinin çeşitli yerlerine şifreli cümleler koydular. Hıristiyanlıktaki bu eğilimi güçlendiren sebeplerden biri, erken dönemlerden itibaren onların harf-sayı gizemciliği konusunda uzman olan gnostik çevrelerle ilişki kurmalarıdır. Yeni Ahid’de kullanılan en önemli şifre 666 sayısıdır. Hıristiyanlar, tarih boyunca deccalı simgelediğini düşündükleri 666 sayısını, düşman bildikleri pek çok kişinin adına uygulamışlardır.
Kabala inancında, Sigillum Dei (Tanrı’nın Mührü)
İslâm’dan Önce Araplar arasında gaybdan haber verme iddiasıyla çeşitli yöntemler kullanılıyordu; ancak kaynaklarda harflerin esrarına dayanan bir sistemin varlığından söz edilmemektedir. İslâmiyetten sonra bunların yasaklanmasına rağmen bazıları birtakım değişikliklerle İslâmî bir şekle büründürülerek sürdürülmüştür. Meselâ Câhiliye dönemindeki fal telakkisinin Yahudi hurûf anlayışı ile birleştirilerek Kur’an’ın bazı harf ve kelimelerine (hurûf-ı mukattaa gibi) uygulanması bu tür bir gayretin eseridir.
Harf-sayı gizemciliğine dayanan tevillerin tasavvuf ve tefsir ilimlerine girişi, mutasavvıf ve müfessir Sehl b. Abdillah et-Tusterî’den (ölümü: 896) itibaren başlamış ve işârî tefsir literatürünün ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Harflerin en görkemlisinin elif olduğunu savunur. Tusterî ile aynı dönemde yaşayan ve ondan ders alan Hallac-ı Mansur (Ölümü: 921) da harf-sayı gizemciliğine örnek verebileceğimiz görüşlere sahiptir.
Bir felsefe cemiyeti olarak Basra’da kurulan İhvan-ı Safâ’nın (V./X. yy.), 52 parçadan oluşan Risaleler’inin belkemiği sayı sembolizmi ve matematiksel teoridir. İhvan-ı Safâ felsefesi, daimi olarak harfler ve sayılarla oynayan bir matematiksel yöntemle işe koyulur ve sonra mantık ve fizik alanlarına geçer; fakat her şeyi nefs ve onun kuvvetlerine bağlar ve sonunda mistik ve sihrî bir yoldan Allah’a ulaşır.
İlm-i hurûfu tam manasıyla kullanan Ahmed b. Ali El-Bûnî’nin (ölümü: 1225), kırktan fazla olan eserleri, İslâm âleminde sihir, havas ve muskacılık konusunda en çok başvurulan kaynaklardır. el-Bûnî’nin Şemsü’l-Ma’arifi’l-Kübrâ adlı eseri de cefr literatürü arasında yer alır. Bûnî, sayı ve harfler arasındaki münasebetlerden ayrıca bazı geometrik ve girift şekillerden ruhanî tesirlerin meydana gelebileceği düşüncesindedir. Bu eserini, başta esmâ-i hüsnâ, besmele, Fatiha ve Âyetü’l-kürsî olmak üzere bazı dua, âyet ve sûrelerin manevî tesirlerine dayanarak maddî âlemde birtakım tasarruflarda bulunmanın mümkün olduğu görüşünden hareketle telif etmiştir.
El-Bûnî, Kuran harfleriyle, besmeleyle ve bu ikisiyle ilgili konularla yetinmemiş bunlardan hareketle gündelik hayata yönelik sırlar da ortaya koymuştur. Ona göre ilm-i hurûf, kullanıcısının iyi veya kötü olmasına bakılmaksızın tabiatı ilmin sahibine boyun eğdiren bir meslek ve vesiledir.
İslam düşünce tarihinde ilm-i hurûfun zirve yaptığı isim, İbn Arabî’dir (ölümü: 1239). İslam kültüründe ilm-i hurûfun şekillenip yaygınlaşmasını sağlayan İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye isimli eserinde konuya geniş yer ayırmıştır. O bu eserinde harfler için şöyle der: “Harfler bizim gibi bir topluluktur, onlar da sorumlu ve muhataptır. İçlerinden peygamberler ve kendilerine göre isimleri vardır. Bunu sadece keşif ehli bilebilir. Harfler âlemi bütün âlemler içinde en düzgün konuşan ve en açık ifade sahibi olan âlemdir.”
İbn Arabî elif harfine özel bir önem atfeder. Ona göre elif bütün harflerin hammaddesi gibidir. Bütün harfler elif’in farklı şekiller almasıyla meydana gelir. Bu yaklaşım vahdet-i vücud düşüncesinin en teknik konularından birisidir ve İbn Arabî bunu şöyle açıklar. “Elif, bir sayısının bütün sayılara yayıldığı gibi, bütün mahreçlere yayılır. O harflerin dayanağıdır, her şey ona ilişir, o hiçbir şeye ilişmez. Bu özelliğiyle de bir’e benzer, çünkü sayıların varlıkları ona ilişir, o ise hiç birine bağlı değildir. Bir, bütün sayıları ortaya çıkarır, sayılar ise onu ortaya çıkaramazlar. Bir, herhangi bir mertebeyle sınırlanmadığı gibi, elif de bir mertebe ile sınırlanmaz. Elif bütün mertebelerde kendini gösterir.”
Hurufilik, İslam dünyasında diğer bir çok vahdet-i vücutçu akım gibi eleştirilere maruz kalmış bir akımdır. Hurufiliği bir çeşit ateizm olarak yorumlayanlar yanında, Nusayrilik, Dürzîlik, Yezidilik gibi esas inançlarında İslami hükümlerden tamamıyla ayrılmış uydurma bir din olduğunu söyleyenler, en iyimser ifadeyle de batıni bir fırka olduğunu söyleyenler azımsanmayacak kadar çoktur.
Kaynak