Edebiyat Dergisi Notos, Dünya ve Türk Edebiyatının en önemli roman kahramanlarını belirlediği 40 roman kahramanı listesinden Dünya Edebiyatına ait roman kahramanlarından 15 tanesini sizler için listeledik. Daha sonra Türk Edebiyatındaki roman kahramanları için ayrı bir liste hazırlayacağız. Bu roman kahramanları, 295 seçicinin önerdiği 367 kahraman arasından seçildi.
1. Suç ve Ceza – Dostoyevski – Raskolnikov
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanındaki kahramanı Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinden Rodiyon Romanoviç Raskolnikov, maddi imkansızlıklar yüzünden üniversite öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Aslında, diğer üniversite öğrencileri gibi asil ailelerin çocuklarına ders vererek ve annesinin büyük zorluklar içinde kendisine gönderdiği birkaç rubleyle üniversiteyi bitirinceye kadar idare edilebilecek olan Raskolnikov, hayatındaki acılara birdenbire son vermek arzusundadır. Kurtuluşunu planlamakta olduğu bir cinayette gören Raskolnikov, Alyona İvanovna adında tefeci bir yaşlı kadını öldürür, amacı paralarını almaktır. Şehrin iğrençlikleri, ekonomik zorluklar, yaşamındaki insanların kendisinden bekledikleri, Raskolnikov’u bu cinayeti işlemeye iter. Cinayeti işledikten sonra büyük bir ruhsal bunalıma giren ve yaşamı vicdan azabıyla dolan Raskolnikov, işlediği cinayetin toplumsal yönünü ele alan bir düşünce sistemi geliştirir.
“Bunu söyler söylemez o eski, bildik duygu bütün ruhunu dondurdu, birden Sonya’nın yüzünde Lizaveta’nın yüzünü gördü.Birden elinde baltayla Lizaveta’nın üzerine yürürken kadının yüzünde beliren anlatımı hatırladı: Lizaveta bir yandan duvara doğru gerilirken, bir yandan da çocuksu bir korkuyla ellerini ileri doğru uzatmıştı; ansızın bir şeyden korkmaya başlayan ve gözlerini kendisini korkutan şeye dikip minicik ellerini ileri doğru uzatarak her an ağlamaya hazır geri geri çekilen bir çocuk gibiydi… Şu anda Sonya’nın yüzünde de aynı anlatım vardı: Aynı korku, aynı umarsızlıkla bakıyordu ona. Birden sol elini ona doğru uzatarak parmağının ucuyla hafifçe göğsüne dokundu. Bir yandan da usul usul ondan uzaklaşarak yataktan, oturduğu yerden kalkmaya başlamıştı; ancak gözlerini bir an olsun onun gözlerinden ayırmıyordu, Sonya’nın duyduğu korku birden ona da bulaştı: Yüzünde aynı dehşet anlatımı, hatta dudaklarında aynı çocuksu gülümseme, o da Sonya’ya bakmaya başladı.”
2. Don Kişot – Cervantes – Don Kişot (Don Quijote)
Cervantes, eserinde insanoğlunun hayattaki amacına değinmiş ve bunun için mücadele etmesi, gerekiyorsa savaşması gerekliliğini Don Kişot’un traji komik görüntüsünde bizlere ulaştırmıştır. Eserin evrenselliği de buradan kaynaklanmaktadır. Don Kişot, komik, hayalperest, mert, yiğit, cesur, gözüpek, korkusuz, deli, çılgın, meczup, bunak, idealist bir kahramandır. Don Kişot’un ilk baskısı 1605 yılında, Cervantes 58 yaşındayken yapılır. Kitabın önsözünde oğlum dediği bu ölümsüz kahramanın hapishanede doğduğunu belirtiyor Cervantes. Bir fikir olarak doğmuş veya yazmaya orada başlamış olabilir. Don Kişot, Cervantes’in mali sorunlarına çözüm getirmese de, şöhret kazanmasına vesile olur.
“Neticede Dük, Don Kişot’a karşı duyduğu derin hayranlığın küçük bir ifadesi olarak, bir süre, kısa bir süre de olsa misafiri olmalarını arzu etmektedir. Obur, tembel ve açgözlü Sanşo’nun pek hoşuna giden bu teklife Don Kişot önce soğuk bakar. Bir gezgin şövalyeye yakışan bir yerlerde yan gelip yatmak değil, çalışmak, en ufak bir gevşekliğe, uyuşukluğa, tembelliğe kendini kaptırmadan mesleğinin gereklerini yerine getirmeye canla başla çalışmaktır. Kendisi bir yerlerde dinlenmeye çekilirse kötüler, özellikle kötü büyücüler fırsatı ganimet bilip Don Kişot ’un yokluğundan istifade ile kimbilir ne kötülükler yapacaktır. Dük’ün, Düşes’in ve Sanşo’nun ısrarları karşısında, sırf bu iyi insanları kırmamak adına ve çok kısa olması şartıyla teklifi kabul eder.”
3. Anna Karenina – Tolstoy – Anna Karenina
Tolstoy’un yüzyılın en büyük aşk hikayesi olarak kabul edilen Anna Karenina adlı romanında Anna karakterinin oluşumuna ilham veren, Rus yazar Alexander Puşkin’in en az annesi kadar güzel kızı Maria Hartung’dur. “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” sözüyle başlayan roman daha ilk cümlesiyle aile hayatına ilgin çarpıcı saptamalarla karşılaşacağımızın sinyallerini verir adeta. Tolstoy”un 1876-77 yılları arasında kaleme aldığı Anna Karenina’nın ana teması, her şeyden önce Rus ailesidir. Aşkın peşine takılmasına karşın, iyilik timsali kocasının yaklaşımıyla bir tür vicdan hesaplaşmasına da giren Anna, çevresel faktörlerin baskısına yiğitçe göğüs gerer, ama sevdiği adamla onu suçlu hissettiren kocası arasında kalmanın bedelini epeyce ağır ödeyecektir.
“Ona karışanlara kızmasının asıl nedeni ruhunun derinliklerinde onların tümünün haklı olduklarını hissetmesiydi. Onu Anna’ya bağlayan bu sevginin, gönüllerde tatlı ya da tatsız birtakım izlerden başka bir şey bırakmadan geçen sosyete ilişkilerine benzeyen geçici aşklardan olmadığını hissediyordu. Kendisinin durumunun da, Anna’nın durumunun da ne denli kötü olduğunu; içinde bulundukları sosyetenin gözleri üzerlerindeyken aşklarını gizlemenin, yalan söylemenin güçlüğünü de biliyorlardı. Onları birbirine bağlayan tutku, başka her şeyi unutturacak ölçüde güçlüyken yalan söylemek, aldatmak, kurnazlık etmek, sürekli başkalarını düşünmek çok güçtü.”
4. Madame Bovary – Gustave Flaubert – Emma
Flaubert’in 19. yüzyılın en başarılı romanlarından biri olan Madame Bovary’de, aile kavramının zenginlik ve soyluluk hırsıyla yaşanan ihanet içinde yozlaşması, değersizleşmesi, sınıf ayrımının insanlarda yarattığı ahlaki değerleri hiçe sayan davranışlara yol açması ve kıstırılmış kadın tipinin kadınlık ruhunun kurallarından kopup uygunsuz davranması anlatılır. Romanın kişilerine gelince Flaubert, “Madame Bovary’nin gerçek yaşamla hiçbir ilişkisi yoktur, bu bütünüyle uydurulmuş bir öyküdür.” dese de hiç şüphe yok ki roman kişilerini gerçek yaşamdan seçmiştir. Eugene Delamare! Flaubert bir zamanlar koket, savurgan, kendini beğenmiş bir eşi olan silik bir sağlık memuru tanımıştı. Kadın kocasını aldattıktan ve mahvettikten sonra kendini zehirlemişti. Edebiyat tarihçileri ise Emma Bovary’nin hiç şüphesiz Delphine Delamare’ı çok andırdığını söylemekle birlikte yazarın aynı zamanda bir rastlantı sonucu heykeltraş Pradier’nin çekici ve hafifmeşrep karısı Louise’den de etkilendiğini söylerler. Flaubert’in kağıtları arasında da Louise’in sadakatsizlikleri ve savurganlığı yüzünden kendi sonunu nasıl hazırladığını anlatan hemen hemen elli sayfalık bir el yazması bulunmuştur. Anlatan kişi ise Louise’in bir kadın arkadaşıdır.
“Bir gün çiftliğe üç sularında vardı; herkes tarlalara çıkmıştı; mutfağa girdi, fakat Emma’yı hemen göremedi; pencerenin tahta kanatları kapalı idi. Tahtanın yarıklarından giren güneşin taşlara çizdiği ince çizgiler eşyalara çarpıp kırılıyor, tavanda oynaşıyordu. Masanın üstünde kirli bardaklara tırmanan sinekler elma şarabı artıklarına düşüp vızıldayarak boğuluyordu. Ocaktan giren ışık, maden levhaya bulaşmış kuruma bir kadife hali, soğuk küllere bir mavilik veriyordu. Emma, pencere ile ocağın arasına oturmuş, dikiş dikiyordu; arkasına ipek atkısını almadığı için çıplak omuzları üzerinde küçük ter taneleri gözüküyordu.”
5. Dönüşüm – Franz Kafka – Gregor Samsa
Dönüşüm, 20. yüzyılın en önemli romanlarından biri kabul edilmektedir. Dönüşüm’de Kafka kendi yaşamını, toplumun beklentileriyle bu yaşamın nasıl biçimlendiğini ve bu biçimlenmenin ruh dünyasındaki yansımalarını iddialı bir biçimde anlatır. Kafka Dönüşüm’de, modern toplumda yabancılaşmanın mükemmel örneklerinden birini sunmaktadır. Dönüşüm işte bunları yaşayan Gregor Samsa’nın hikayesidir. Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendisini böceğe dönüşmüş olarak bulmaktadır. Gregor babasının borçlarını ödeyebilmek için kendi istek ve ihtiyaçlarından fedakarlık yaparak çalışan biridir. Ancak tüm bunlara rağmen Gregor ailesi tarafından takdir görmemekte ve kendi ihtiyaçları hiç düşünülmemektedir. Gregor ancak bir böceğe dönüştükten sonra onun ailenin ekonomik düzenindeki önemi fark edilmektedir. Sonuçta da annesi, babası ve kız kardeşi birlikte çalışmak zorunda kalmışlardır. Bazen insanlar takdir etmek için çok geç kalmıştır, ancak Kafka’nın öyküsünde daha da acıklı olan Gregor’un hiçbir zaman bu takdiri kazanmamasıdır.
“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içersinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.”
6. Sefiller – Victor Hugo – Jean Valjean
Victor Hugo, giderek çökmekte olan dini ahlaki yapıyı vurgulayarak başladığı Sefiller romanında yalnız kilise ve onun dini etkisine değil yıpranan bir çağı anlatarak, tüm toplumu gerçekçi bir biçimde merceğinin altına yerleştirmeye çalışmıştır. Olay 1815-1833 yılları arasında Fransa’da geçmektedir. Fransız İhtilali’nden sonraki yıllarda oldukça fakir bir genç olan Jean Valjean, aç kalan yeğenlerini doyurmak için fırından ekmek çalar. Hırsızlık suçundan yakalanır ve bir kadırgada kürek mahkumu olur. Birkaç kez cezaevinden kaçmaya çalışır, fakat başarılı olamadığı gibi cezası on dokuz yıla çıkarılır. Cezası biter. Hapisten çıktıktan sonra aç ve kimsesizdir. Eski bir kürek mahkumu olduğu için kimse ona yatacak yer vermemektedir. Kasabanın iyiliksever piskoposu Myriel onu misafir eder. Piskoposun misafirperverliğine karşılık Jean Valjean onun gümüş takımlarını çalar. Polis onu yakalar. Piskopos, polislere takımları Jean Valjean’a kendisinin hediye ettiğini söyler. Valjean, seneler sonra ilk defa insan gibi bir muamele ile karşılaşmıştır. Önceleri insanları sevmeyen, kendisine yapılan iyiliklere kötülükle karşılık veren, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen biriyken, bu hareket onda büyük bir değişiklik yapar ve iyi bir insan olmaya karar verir. Piskoposun güvenine layık olmak için faziletli bir insan olmaya, insanların yararına çalışmaya azmeder.
“Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkumu Jan Valjan, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jan Valjan’ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse “Bu adam da kim?” diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos’u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahısa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jan Valjan ise ufalıp, sönüyordu. Biraz sonra Jan Valjan’ın yerinde yalnız bir gölge kaldı. Sonra da kayboldu. Şimdi ortada yalnız Piskopos bulunuyordu. Ve Piskopos’un hayali bütün ruhunu doldurdu. Öyle ki, bu durum karşısında kadın gibi hisli, çocuk gibi aciz ve ağlıyordu… Gözyaşlarıyla beraber zihninde, bir sabah açılmaya başladı. Garip bir sabah, karanlığa inat bir sabah, ilkbahar gibi tazelik, canlılık… Kaç saat böyle durup ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bu soruları cevaplayabilmek için Jan Valjan’ı gören olmadı. Yalnız bir arabacı, Piskoposhane’nin önünde bir adamı, diz çökmüş, dua ederken gördü.”
7. Mrs Dalloway – Virginia Woolf – Clarissa Dalloway
Roman, Mrs Dalloway’in bir gününü anlatır. Mrs Dalloway düşündükçe anımsıyor, anımsadıkça sorguluyor, bilincinin akışıyla bizi düşüncelerin labirentine sokuyor. Sürekli yeni bir kahraman ve yeni düşünceler karşılıyor bizi, her seferinde yeni kahramanın gözleriyle bakıyoruz olaylara. Sonunda hepsi tek bir kişide birleşiyor, Mrs Dalloway’da. Woolf, romanlarında bilinç akışı tekniğini kullandığı için okuru zorlayabilir. Ama bu romanı Tomris Uyar’ın çevirisiyle en az zorlayan romanıdır dersek hiç yanlış olmaz.
“İnsanların onuru vardır; yalnızlıkları; karı koca arasında bile bir uçurum bulunur; ve insan buna saygı duymalıdır; diye düşündü Clarissa, Richard’ın kapıyı açmasını seyrederken; çünkü insan özgürlüğünü ya da özyargısını yitirmeden kendiliğinden vazgeçemez ondan, ya da arzusu dışında kocasının elinden alamaz- ne de olsa paha biçilmez bir şeydir onur.”
8. Çavdar Tarlasında Çocuklar – J.D. Salinger – Holden Caulfield
J.D Salinger’ın yazdığı Çavdar Tarlasında Çocuklar ya da diğer adıyla Gönülçelen adlı romanda, ana karakter Holden Caulfield, toplumla uyuşamayan on altı yaşındaki bir gençtir. Holden aslında anti-kahramandır. Pasif, korkak, çekingen, yalancı, güvensiz, başarısız… Holden Caulfield’ın dışındaki bütün karakterler ise gerçekte çok sahte ve samimiyetsiz oldukları halde toplumla uyumlu, toplumun moral değerlerini içselleştirmiş ve sosyal hayatta tutunan insan tipleridir. Holden, bu toplumla uyumlu fakat soysuzlaşmış insan tipleriyle karşılaştıkça ve onların moral değerlerinin alçaltıcılığını gördükçe toplumdan iyice uzaklaşıp kendi kabuğuna çekilmek ister. Jerome David Salinger, Holden Caulfield’ın çocukluğuna benzer bir çocukluk ve sorunlu bir öğretim hayatı geçirmiştir. II.Dünya Savaşı’na katılmış, savaşın olumsuz yüzünü görmüş, psikolojik buhran geçirmiş. Salinger, özellikle Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabından sonra başarısıyla dikkatleri üzerine çekince, New Hampshire’a taşınıyor ve tam olarak insanlardan kendini soyutluyor, münzevi bir yaşam sürüyor. Hakkında çıkan yazılara bile izin vermemeye çalışıyor. Daha fazla da yazmıyor zaten.. 2010 senesinde 91 yaşındayken ölüyor.
“Sahtekar heriflerden geçilmiyor ortalık. Tek yapacağın, derslerine çalışmak, böylece, bir gün kendine lanet bir Cadillac alacak parayı kazanmasını öğreneceksin, okulun futbol takımı kaybederse üzüleceğine herkesi inandıracaksın, sabahtan akşama kadar kızlardan, içkiden ve seksten başka bir şey konuşmayacaksın. O küçük kliklerde herkes birbirini nasıl da tutuyor. Basketbol takımındakiler birbirlerini tutuyor, Katolikler birbirini tutuyor, lanet entelektüeller birbirlerini tutuyor. Ayın Kitabı Kulübüne üye olan herifler bile birbirlerini tutuyor. Şöyle biraz akıllıca bir şey yapmaya kalk…”
9. Moby Dick – Herman Melville – Kaptan Ahab
Melville’in başyapıtı olan Moby Dick, balina avcılığı gemisi Pequod ve onun beyaz balina Moby Dick’i yakalamak konusundaki takıntılı arzusu nedeniyle gemisinin ve adamlarının yok olmasına neden olan Kaptan Ahab’ı anlatır. Moby Dick, büyük beyaz balina, Ahab’ın aklına takıldığı gibi romana da hükmeden gizemli kozmik bir varlıktır. Kendisini tek bacaklı bırakmış, ruhunda onarılamayacak yaralar açmış devasa beyaz balina Moby Dick’in peşinde ölümcül bir yolculuğa çıkan Kaptan Ahab’ın kişiliğinde kendisine her daim düşman arayan insanoğlunun kötücül profilini görürüz. Mürettebatın zaaflarını kullanarak onları sahte bir motivasyon içine sokan Ahab, mağduru oynayarak amacına ulaşmanın hesaplarını yapar hikaye boyunca. Onun tek amacı, kendisini aşağıladığını düşündüğü Moby Dick’i bulup öldürmek, böylece huzura kavuşmaktır. Ama hikayenin ilerleyen evrelerinde görürüz ki, Ahab’ın asıl derdi kendisiyledir. Adını Eski Ahit’teki bir kraldan alan Ahab, önce bir darbeyle kör olur, sonra bacağından yaralanır ve en sonunda ölür.
“Sular, aniden halka halka kabarmaya başladı sandalların çevresinde. Hızla su üstüne çıkan bir budağı gibi yükseldiler, sonra, o buzdağının yamaçlarından aşağı akmaya başladılar. Denizin içinden boğuk gökgürültüleri geliyordu. Ve solukları kesilmiş tayfaların bir mızrak atımı önünde, üstünde halatlar, zıpkınlar, mızraklarla dolu devasa bir gövde yüzeye çıktı. Gökkuşağının bütün renklerini yansıtan tül gibi incecik bir sis, havada bir an süzüldü, sonra ağır ağır dalgaların üstüne serpişti. Moby Dick’in mermer gövdesindeki sular, ilâhî bir fıskiye gibi gökyüzünde yükseldi balinayla beraber. Sonra, Beyaz Balina bütün haşmetiyle sulara gömüldü. “Asılın küreklere!” diye kükredi Ahab.”
10. Küçük Prens – Antoine de Saint-Exupéry – Küçük Prens
Küçük Prens ideal görünen ve özlem duyulan asla yaşanamayacak olan fantastik bir yaşantıyı temsil eder. Bu eser büyüklerin insani ve doğal olamayan dünyasına tepkidir ve bu tepki birçok şifre ile ifade edilmiştir. Küçük Prens’in ne yaşını, ne ailesini, ne de içinde bulunduğu çevreyi biliyoruz, ama dostluk arayışı içinde bir çocuk olduğunu anlıyoruz. Sevgi ve dostluk kavramları boyutunda, insanları tanıyabilmenin somutladığı bir romandır. İlk defa 1943’te yayımlanan Küçük Prens, yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin hayatından da kesitler taşıyor gibidir. Yazarın bir pilot oluşu, kitaptaki anlatıcının da pilot olması bu benzeşmeye örnek verilebilir.
“Küçük Prens çölü geçerken yalnızca tek bir çiçeğe rastladı. Üç taç yapraklı önemsiz bir çiçekti bu. “Günaydın,” dedi küçük Prens. “Günaydın,” dedi çiçek. Küçük Prens, “İnsanlar nerede?” diye nazikçe sordu. Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü. “İnsanlar mı?” dedi. “Sanırım onlardan altı ya da yedi tane var. Birkaç yıl önce görmüştüm. Ama nerede olduklarını kimse bilemez. Rüzgâr sürüklüyor onları. Kökleri yok, bu yüzden de yaşam onlar için güç.” “Hoşça kal,” dedi küçük Prens. “Hoşça kal,” dedi çiçek.”
11. Robinson Crusoe – Daniel Defoe – Robinson Crusoe
Ağızlara sakız olmuş “Issız bir adaya düşsen yanına alacağın 3 şey nedir?” sorusundan tutun da televizyonlarda reklamlara konu edilmesine kadar pek çok yolla bilincimizde yer etmiş bir serüvendir Robinson Crusoe. Defoe’nun romanının esin kaynağı ada sürgünü, Juan Fernandez adasında 4 yıl tek başına yaşamış olan İskoç denizci Selkrik’in öyküsü sayılmaktadır. 1712’de Selkrik’in başından geçenleri, onu bu ıssız adadan kurtaran Kaptan Woodes Rogers, Dünya Çevresinde Gemiyle Bir Yolculuk kitabında anlatır. Selkrik, kaptan ile arasındaki bir anlaşmazlık sonucu o ıssız adaya bırakılmıştır. Selkrik ile Crusoe’nunki arasındaki benzerlik belirgindir. Ama bir diğer görüşe göre Daniel Defoe’ya ilham kaynağı olanı İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan adlı eseridir.
“Gözlerimi karaya oturmuş olan gemiye çevirdim, denizdeki dalgalar ve köpükler öyle büyüktü ki gemiyi zor görebiliyordum, o kadar uzaktaydı ki birden, -Tanrım!- nasıl olup da karaya çıkabildiğime hayret ettim. Durumumun iyi taraflarına bakarak kendimi avuttuktan sonra nasıl bir yerde olduğumu ve bundan sonra ne yapılması gerektiğini anlamak için etrafıma bakınmaya başladım. Kısa bir süre sonra da bütün avuntularım etkisini yitirmeye başladı. Uzun sözün kısası, korkunç bir kurtuluş olmuştu benimkisi; çünkü ıslanmıştım, giyecek başka elbisem yoktu, güç kazanmak için yiyecek ya da içecek bir şey bulamayacağım gibi önümde açlıktan ölmek veya vahşi hayvanlara yem olmaktan başka bir seçenek de yoktu. Bana özellikle acı veren şey de karnımı doyurmak için herhangi bir yaratığı vuracak ya da öldürecek veya kendi karınlarını doyurmak için beni öldürmek isteyecek başka yaratıklara karşı kendimi savunacak bir silahım olmamasıydı. Yani, yanımda bir bıçak, bir pipo ve bir kutu içinde biraz tütünden başka hiçbir şey yoktu. Sahip olduğum her şey bundan ibaretti.”
12. Kırmızı ve Siyah – Stendhal – Julien Sorel
Stendhal, Henri Beyle’in kullandığı birçok takma addan biriyken, zamanla yazarın edebiyat dünyasındaki resmi adı olarak kalmıştır. Stendhal, uzun yıllar yaşadığı İtalya’ya derin bir aşkla bağlanmış ve mezar taşına adının “Milanolu Errico Beyle” olarak yazılmasını dilemiştir. Ünlü Fransız yazarın İtalya’yı bu denli sevmesinin bir nedeni İtalyan kadınlarla yaşadığı tutkulu aşklarsa, diğeri, çok sevdiği annesini küçük yaşta yitirmesi ve onun ölümünden sorumlu tuttuğu babasıyla olan kan bağını yadsımak amacıyla yeni bir kimlik aramaya başlamasındandır. Annesine duyduğu sevgiyle, onu elinden aldığını düşündüğü babasına duyduğu nefret, yapıtlarına da yansıyacaktır. Kırmızı ve Siyah’ta Julien Sorel, babası gibi kaba, saba, cahil, sevgisiz bir adamdır. Zaman zaman ikiyüzlülüğe kadar varan içten pazarlıklı Sorel, yüksek mevki edinme arzusu içinde bulunan, ihtiras dolu bir gençtir. Ne var ki, babası tarafından küçük görülerek aşağılanmaktadır. Stendhal Julien’e aslında kendisinden çok şey katmıştır.
“Bunaltıcı sıcaklar geldi. Akşamları evden birkaç adım ötedeki bir ulu ıhlamur ağacı altında geçirme alışkanlığına tutuldular. Burada karanlık korkunçtu. Bir akşam Julien, heyecanlı heyecanlı konuşuyor, güzel söz söylemenin ve genç kadınların yanında bulunmanın doyasıya tadını çıkarıyordu; elini kolunu sallarken, bahçelerde bulunan o boyama tahta iskemlelerden birinin arkalığına dayanan eline dokundu Bn.de Renal’m. Bu el hemen çekildi; ama Julien dokunuldu mu bu elin çekilmemesini sağlamanın kendi işi olduğunu düşündü.”
13. Körleşme – Elias Canetti – Peter Kien
Canetti adını dünya edebiyatına mal eden kitap Körleşme’dir. Canetti 1928 yılında insanlığın deliliklerini anlatan sekiz romanlık bir eser dizisi planlamış ve başyapıtı Körleşme’yi bu serinin ilk kitabı olarak yayımlamıştır. Faşizmin her türünü ince bir alay ile anlatan kitap basılır basılmaz Nazi otoriteleri tarafından yasaklanmıştır. Seri, Körleşme ile sınırlı kaldı. Romanın kahramanı Prof. Kien, kitaplardan kurulu bir dünyanın adamıdır ve kütüphane raflarının arasında geçen hayatı ona hiç de iyi bir son hazırlamayacaktır. Roman fildişi kulesinde, bilimin sığınağında yaşayabileceğini sanan aydını simgeleyen sinelog (Çin Bilimleri uzmanı) Profösör Kien’in öyküsüdür. Kien antik diller hakkında çok bilgili olmasına rağmen güncel dünyayı çözümlemekten acizdir. Yazar, Körleşme ’de, katı, yaşamın gerçeklerinden kopuk, dogmatik entelektüelliğin, kaos ve yıkımın üstesinden gelebileceğine inanmanın tehlikelerini müthiş bir ironi ile dile getirir.
“Adına yaşam kavgası denen kavgayı karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararına aykırı davranışlara dek götürebilir. “İnsanlık”, bir kavram olarak bulunmadan ve sulandırılmadan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir.”
14. Aleksi Zorba – Nikos Kazancakis – Zorba
Zorba, Nikos Kazancakis’in 1946 yılında yayımlanan, Aleksi Zorba adında Makedonyalı bir adam ile hayata karışmak amacıyla Girit’e gidip orada bir linyit yatağı işletmek isteyen entelektüel bir adamın kesişen hayatlarını konu alan romanıdır. Zorba karakterinin gerçeği ne kadar yansıttığı bilinmese de aslında yazarın kendisiyle girdiği bir tür sessiz hesaplaşmadır. Zorba, tam bir özgürlük timsalidir. Anı yaşayan, duygularını çekinmeden dışa vuran, insanlara da anı yaşamayı öğreten bir karakterdir. Zorba vatansızdır, hiçbir ülküye bağlı değildir ve bu halinden oldukça memnundur. Kendinden başka kimseye hesap vermek zorunda değildir. Haksızlığa, üzüntüye ve sevince karşı santuruyla, dansıyla karşılık veren bir adamın hikâyesidir Zorba.
“Ama daha, tasarılarımı Zorba’ya açma kararını verememekteydim. İşçiler arasında dolaşmama, sorular sormama, araya girip her zaman işçinin tarafını tutmama kuşkuyla baktığını görmekteydim. Zorba, dudak bükerek, “Patron,” diyordu, “gidip biraz gezmez misin? Güneş, Tanrı’nın lütfu, git!” Ama, başlangıçta ben kalıyor, gitmiyordum. Soruyor, sohbet ediyor, her işçinin hikayesini biliyordum: beslemek zorunda oldukları çocukları, evlendirecekleri kız kardeşleri, ihtiyar ve sakat ana babaları. Kaygıları, hastalıkları, acıları… Zorba, suratını buruşturarak bana, “Onların geçmişini kurcalama patron,” derdi. “Sonra kalbin acımayla dolacak, onları gereğinden, işimize uygun olandan çok sevecek ve ne yaparlarsa onları bağışlayacaksın. O zaman da vay halimize! İş şeytanın yanını boylar, bunu bilesin! İşçiler sert patrondan korkar, çekinir ve çalışırlar; yumuşak patronun tepesine biner, tembelleşirler. Anladın mı?”
15. Goriot Baba – Honoré de Balzac – Goriot Baba
Balzac’ın Goriot Baba romanında, kızlarını tutkuyla seven zengin bir babanın tüm servetini kızlarının önüne serdikten sonra günden güne düşüşü, saygınlığını kaybedişi, damatları yüzünden kızlarına hasret kalışı, ucuz bir pansiyon odasında kızlarını görememenin üzüntü ve acısıyla kıvranarak can verişi anlatılır. Romanın en belirgin teması babalık duygusudur. Goriot Baba’daki babalık duygusu, her şeyin önüne geçen, kendisi dışındaki her duyguyu yok eden, adeta hastalık derecesinde olan bir tutkudur. Karısının ölümünden sonra iki kızı, Goriot Baba’nın tüm benliğini kaplamıştır. Öyle ki, Goriot Baba’dan babalık duygusunu çıkardığımızda, geriye hiçbir şey kalmaz. Nefes alıp vermesi bile çocukları içindir. Goriot Baba kızları için ömrünü, ruhunu, sevgisini, tüm birikimini düşünmeden vermiş, fakat kızları ölüm döşeğinde onu yalnız bırakmışlardır. Yaşlı adam ölüm döşeğinde kızlarını sayıklar, onları ne kadar çok sevdiğini söyler.
“Ah, zengin olsaydım, servetimi saklasaydım, onlara vermemiş olsaydım, şimdi burada olurlardı, öpüşleriyle yanaklarımı yalarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşaklarım, ateşim olurdu; gözyaşı dökerlerdi başucumda, kocalarıyla, çocuklarıyla. Bütün bunlar benim olurdu. Şimdi hiç. Para her şeyi verir adama, kızlarını bile. Ah, param, param nerede? Bırakacak gömülerim olsaydı, yaralarımı sararlardı, bakarlardı bana; seslerini duyardım, yüzlerini görürdüm… zengin olmak isterdim: görürdüm onları. Vallahi, kim bilir? İkisi de taş yürekli. Onları o kadar seviyordum ki onların da beni sevmesi olanaksızdı. Baba dediğin her zaman zengin olmalı, birer huylu at gibi görmeli kızlarını, dizginlerini bırakmamalı. Bense onların önünde diz çöküyordum.”
Kaynak
Ankara Üniversitesi Edebiyat Dergisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Dergisi, Dergi Park, DipNot Kitap
Yorum Yap