Gol Kralı, Zübük, Şimdiki Çocuklar Harika başta olmak üzere Aziz Nesin’in en önemli kitaplarını ve bu kitaplardan alıntıları derledik.
Bu yazılarımızda da Aziz Nesin’e yer vermiştik, onlara da göz atmanızı öneririz.
15 Hikaye Kitabı ile Türk Öykücülüğü’nün En İyi Örnekleri
Türk Çocuk Edebiyatı’nın 15 Önemli Kitabı
1. Düğümlü Mendil
Ayda bir polis romanları serisinin 3. kitabı olarak 1955 yılında yayımlanmış Düğümlü Mendil. Aziz Nesin’in böyle bir polisiye roman yazdığının bilinmemesinin en önemli nedeni, hiç kuşkusuz kitaba kendi ismini koymayışı. Hatta kapakta yazar ismi bile yok. Kitapta yazarının adının Nuru Hayat olduğunu öğreniyoruz. Aziz Nesin, geçim sıkıntısı nedeniyle tıpkı Kemal Tahir gibi takma isimle ucuz bir kitap üretmek zorunda kalmış. Aslında yazılarında iki yüze yakın takma ad kullanmıştı Nesin. Düğümlü Mendil, edebiyatımızın belki de ilk seri katilini barındıran bir polisiye roman. Yazar, bu polisiye romanında da yoksulların çaresizliğini de yazmayı ihmal etmemiştir.
“Kendi kendine kalbinin sesini dinledi. O, Haluk’u seviyordu. Ona verdiği sözlerde hiçbir samimiyetsizlik yoktu. Fakat, İsmet Doğar ne demişti: “İnsan dünyaya bir kere gelir. Mesut olmak ister…” Necla da mesut olmak istiyordu. Saadet onun hakkıydı. Bütün çocukluğu sefalet içinde geçmişti. Şimdi önünde bir fırsat vardı, Haluk… Evet onu seviyordu. Fakat ne yapmalıydı? İşte genç kız bir türlü buna karar veremiyordu. Bütün bunlardan sonra, kendisini Haluk’a teslim etmiş bulunuyordu. Artık onun karısı olmaya da mecburdu. Aşk mı yoksa müreffeh bir hayat mı? Haluk’u feda etmekle annesine, kardeşine karşı da kendisini feda ettiğine inanıyordu. Özer ancak böylece iyi bir tahsil yapabilirdi.”
2. Gol Kralı
Çok zengin, çelimsiz, akıllı ama saf bir genç olan Sait kendi halinde hayatına devam ederken amansız bir aşkla tutulduğu Sevim ile tanışınca hayatı değişir. Sevim biraz kaba ve futbol fanatiğidir. 1957’de yayımlanan bu eserinde, komik bir aşk hikayesinin arkasında Türkiye’nin 60’lı yılları, futbolun toplum üzerindeki uyuşturucu etkisini ve halktaki entelektüel ve ekonomik uçurumu eğlenceli ve alaycı bir dille anlatıyor.
“Yaradana sığınıp, herifin kuyruk sokumu budur diye bir şiddetli şut çekeceksin ki, neye uğradığını şaşırsın; o sırada gözü kalede olduğundan yuvarlanmayı akıl edemez. Sen ondan atik davranıp, etinden et koparılmış gibi bağırarak kendini yere atıp debelenmeye, kıvranmaya başlayacaksın. Saha çamursa çamura, topraksa toza batıp beleneceksin yuvarlanmaktan… Bu bir futbol hüneridir arkadaş, herife tekmeyi savurmakla kendini yere atman gözle kaş arasında olacak ki, kimin kime tekme attığı anlaşılmasın; bunu bir cenab-ı mevlam, bir sen, bir de tekmeyi yiyen herif bilecek… Sen kendini yere atıp bağırarak yuvarlandın mı, bizim seyircinin huyudur, yenilene, dövülene acır ve yenene, dövene kızar. Çünkü, dayak atanı hep haksız, dayak yiyeni de hep haklı sanır. Neden?”
3. Erkek Sabahat (Erkek Olan Kadının Hatıraları)
Gülmeceye yönelişini daha çok geçim koşullarına bağlayan Aziz Nesin, romanlarında değişik konulara değinmiştir. Beğendiği konulardan biri Erkek Sabahat romanında işlediği kadın-erkek ilişkileridir. Aynı konuyu işlediği diğer bir romanı ise Kadın Olan Erkeğin Hatıraları’dır.
“Pek çoğunuz beni tanırsınız. Gazetelerde resmini görmüş, benim için çıkan yazıları okumuşsunuzdur. Bunlardan birkaçını sayayım. “Bir kız askere çağırıldı.” İlk dile düşüşüm askere çağırılmam yüzünden oldu. İkincisinde, gazetede çıkan resmimim altında şöyle yazılıydı. “Seviştiği delikanlıyı bıçakla kovalayan genç kızın geçen yaz plajda çekilmiş bir resmi. Ne kadar yakıcı bir güzelliği var, değil mi?” Plajda resmi çekilen, yakıcı güzellikteki kız ben değildim. Gazeteci her nedense eline bikinili mayolu bir güzel kız resmi geçirmiş, benim resmim diye gazeteye koymuş. Artık bundan sonra iyice gazetelerin diline düştüm: “Beyoğlu’nda bir genç kız, kendisine sarkıntılık eden üç erkeği Taksim’den Beşiktaş’a kadar kovaladı.” “Genç ve güzel bir kadının üstünde yirmi dört santim uzunluğunda bıçak bulundu.”
4. Zübük
Zübük’ü 1961’de yazdı Aziz Nesin. Nesin’in ölümsüz eserlerinden birisidir. Türkiye insanını anlatır. Kasaba yaşamından, belediye başkanlığından, politikadan, Ankara’ya mebusluğa uzanan yolda herkesi kandırarak, bir şekilde herkesi vaatler ve umutlarla aldatarak iktidarı ve her şeyi ele geçiren bir insan tipini anlatır. Kağnı gölgesindeki it diye tanımlar onu Aziz Nesin. Zübük Zeybekzade diye tanıtan bir çingenenin oğludur. Adına zeybek süsü verip kasabaya yerleşen babası, hamamda bıyıklarıyla yakalanıp dayak yediği için Zübük lakabı takılmıştı.
“Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler her yerde var, biz zübükle nerde varsak, onlar da orda…”
Zübük İbrahim paramı alıp beni kandırdığı için böyle söylemiyorum. Ama böyle doğru düşünebilmem için, benim de aldatılmam gerekliydi. Nasıl aldandığını kimseye söylemedim. Aslında aldatmak isteyen bendim. Zübükler de işte bu duygumuzdan yararlanıp bizi kandırıyorlar. Daha doğrusu, biz önce kendimizi kandırıp, onları da bizi kandırsınlar diye zorluyoruz. Kendi içimizdeki zübüklükleri biriktirip, birleştirip zorlaya zorlaya zübük yaratıyoruz. Gerçekte zübük biziz, benim, sensin… Karşımıza bir zübük çıkıyorsa, onun zübüklüğünde bizim de bir parçamız var.”
5. Şimdiki Çocuklar Harika
Aziz Nesin’in 1967 yılında yazdığı bu romanda, çocukların gözüyle büyüklerin nasıl göründüğü anlatılıyor. Çocuklar, ana babalarını, öğretmenlerini ve büyüklerini eleştiriyor ve çocuk eğitiminde gerekli sanılan, günümüzde geçerli bitakım değer yargılarının yanlışlığını anlatıyor. Aziz Nesin “Bu romanı, salt çocuklar için değil, ana-babalarla öğretmenler için de yazdım.” diyor.
“Amcam her zamanki gibi harikasını göklere çıkarınca, mühendis de altta kalmadı:
-Şimdiki çocukların hepsi öyle… Benim kız daha yedisini bitirmedi, çatır çatır Fransızca konuşuyor.
-Ne diyorsunuz!.. Harika!
-Evet, harika! Fransızcayı iyice söktü.
-Benim küçük, maşallah, büyüğünden de harika. Büyük oğlan da harikadır ya… İkisi birbirinden baskın. Bir akşam eve geldim, annesi, “Koca oğlan oldu, artık ben başedemiyorum, dinlemiyor beni. Sokakta top oynuyor. Gel diyorum, gelmiyor. Şunu sok içeri.” dedi. Çıktım sokağa aramaya. Baktım, kan ter içinde kalmış. Gel dedim, gelmez. Yakalamak için koştum arkasından, ama benden hızlı koşuyor, yetişemem. Bacak kadar ama, öyle bir koşuyor ki, vallahi harika…
Komşumuz,
-Benim kız da öyle, maşallah bir harika… derken, büyük amcam yakaladığı fırsatı kaçırmak istemediğinden lafınızı balla kestim diyerek, harikasını övmeye devam etti: -Sonra efendim… Bendeniz koşarım, o kaçar… Bir türlü yakalayamıyorum. Sonra efendim, -Gel içeri, sonra fena yaparım! diye arkasından seslendim. Sözde korkutacağım.
Döndü arkasına da, bana ne dese beğenirsiniz? -Sen bana ne karışıyorsun, sen benim annem misin? demez mi! Şu akla, şu mantığa bakın siz!.. Beni aldı bir gülme… Yani ne kuvvetli mantık, beyim!.. Büyük bir insan düşünse, bu lafı bulamaz…”
6. Tatlı Betüş
Aziz Nesin, ilk olarak 1958 yılında Bayan Döviz adıyla yazmış kitabı. İçine sinmeyerek 1960’da Bir Mirasçı Aranıyor adıyla düzeltme yapmış, Barış gazetesinin kitap istemesi üzerine 1973’te Tatlı Betüş olarak eser son halini almıştır. Aziz Nesin’in sıradışı bir kadını merkez alarak zamanın yüksek sosyete tabir edilen kesiminin yozlaşmışlığını her zamanki hicivsel üslubuyla anlattığı bir kitap. Birçok insan tarafından farklı isim ve lakaplarla anılan Betüş, etrafındaki insanların ikiyüzlülüğünü kendisi üzerinden kanıtlayarak onlardan intikam alma peşindedir. Ayıplanacak her türlü davranışı sergilemekten çekinmez, buna rağmen onu tanıyanlar onun aslında ne kadar naif ve hayırsever bir kadın olduğunu anlatır dururlar.
“Yani diyeceğim şu ki, Mahmut Bey, enternasyonal bir kadındı. Memleketimizin döviz kaynağıydı ama, ne yazık ki kadrini bilemedik. Bir komşu devletin gümrükçüsü bana aynen “Bu kadın bizde olsa el üstünde tutarız ve sizde yaptığı vazife karşılığında ellibin lira maaş bağlarız” demişti. Bugün bizim en büyük döviz kaynağımız nedir? Avrupa’lara, Avustralya’lara gönderdiğimiz işçilerimiz değil mi? Hey gidi hey! Vaktiyle atalarımız dünyanın üç kıtasında nal şakırdatıp kılıç sallarken, onların torunları bugün oralarda çekiç takırdatıp sokak süpürgesi sallıyorlar. Memlekete döviz kazandırsınlar diye iki milyon işçimiz yurt dışında… Çok değil, Betül Hanım ayarında ikiyüz kadınımız olsaydı, yeterdi; ne diye iki milyon işçimizi gurbet ellere salacaktık… İnan olsun ikiyüz Betül, iki milyon işçiden daha çok döviz getirirdi memlekete… Size birşey söyliyeyim mi, bunca senelik gümrükçüyüm, gümrüklerin bir faydası olduğuna kani değilim. Elinde Betül Hanım gibi birkaç kadın olacak, salacaksın Avrupa’ya, Amerika’ya… Sermayesi de kendinden, sen hiçbir şey koymayacaksın. Yatırım yok, kazanıp kazanıp getirecekler memlekete beyim. Sonra da, neme lazım, kaçak eşyalarını yakaladığımız zaman bize karşı eli gayet açık bir kadındı. Bu bizim işler, maaşla olmaz beyim… Betül Hanım gibisi olduktan sonra ben ne yapayım maaşı, değil mi ama… Böyle bir beynelmilel şöhret kolay kolay yetişmez, zaten bizde, malum, iş adamı kıtlığı var.”
7. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz
İlk kez 1977 yılında yayımlanan romandaki olaylar 1950’li yıllarda geçmektedir. Romanın kahramanı, Orta Anadolu’nun bir köyünde doğup büyüyen Reşit oğlu Yaşar Yaşamaz’dır. Roman boyunca Yaşar’ın kendisine bir nüfus cüzdanı çıkarma yolunda harcadığı çabalar ve bu sırada başından geçen maceralar, mizahi bir dille anlatır. Nüfus cüzdanı olmadığı için Yaşar, fiziksel olarak var olmakla birlikte yasal olarak yoktur. Nüfus Müdürlüğü’ndeki kayıtlara göre Çanakkale Savaşı’nda çarpışırken ölmüş sayılmakta, bu yüzden kendisine nüfus cüzdanı verilememektedir.
“Büyük hanımefendi çok titizdir. Hiç kimseyi odasına ayakkabısıyla sokmaz. Çıkar ayakkabını!” İşte o zaman ben bir eyvah, çektim ki, gözü kör olası felek de duymuştur bu eyvahımı. Nasıl eyvah çekmeyeyim arkadaşlar, ben ayağımı çıkardım mı, köşkü öyle bir koku saracak ki, bu kokudan o Büyük hanımefendi ölmezse de bayılır. Anşe çok anlayışlı bir kızdır, daha ben ne olduğunu söylemeden, eyvahımın nedenini anlayıp elimden tuttu, beni banyoya soktu.
“Ayak havlusu şurdadır. Temiz çorap da getireyim. Sok ayaklarını şuraya da yıka!” dedi.
Dediğini yaptım. İkinci kata çıktık. Büyük hanımefendinin odasına girdik. Allah Allah! Bu nasıl bir oda yahu… Padişahların yatak odaları gibi desen, padişah odası da böyle olamaz. Bir masal anlatılmış da ben de anlatılan o masalın içine düşmüşüm gibi… Duvarlar, kapılar yaldızlı boyalı ya, tavanlar da yaldızlı ve boyalı… Büyük hanımefendi, öyle şişman, öyle şişman, öyle şişman ki, odaya girince ben onu ilkin bir denk gibi, üst üste yığılmış şilteler gibi, eşya kümbeti gibi bişey sandığımdan, dört bir yanıma bakınıp odada Büyük hanımefendiyi aranıyordum.
Anşe beni dürtükleyip “Bu yana dön!” diye fısıldadı. Çünkü ben Büyük hanımefendiyi nerde göreceğim diye dönenirken, eşya dengi sandığım kadına arkamı dönmüşüm. Bir de baktım ki, divanın üzerine yatırılmış o koca denk kımıldıyor, Haliç’teki mavnalar gibi birşey. Yetmişinde, sekseninde, belki de daha yaşlı… Anşe’nin, odasından çıkamaz, demesini şimdi anlıyorum. Kadın, şişmanlıktan yarı kötürüm olmuş. Biz odasına girdiğimizde divana kurulmuştu. Padişah tahtı gibi bir divanı var.”
8. Surname
Bilindiği gibi Surname, Osmanlılar çağında, evlenme, düğün-dernek, sünnet gibi sevinçli olaylar dolayısıyla, halkın da katılmasıyla yapılan ve birkaç gün süren zengin şölenleri, renkli törenleri, büyük eğlenceleri, olağanüstü gösterileri, bütün bu şenlikleri betimleyip anlatan kitaplara denilir. Bu törenlerin yeri Topkapı Sarayı’na yakın bir mesafedeki Sultanahmet Meydanı’ydı.
Nesin aynı yerde, 1950 sonrasında 50 bin kadar izleyiciyi bir araya getiren bir olayı anlatıyor. Yapıtının bir Cumhuriyet Surnamesi sayılabileceğini söylüyor. Sucuların, şerbetçilerin, simitçilerin, köftecilerin dolaştığı, küçük çocukların koşup oynadığı, delikanlıların, genç kızların piyasa yaptığı meydanda bir mahkumun idam edilmesi bekleniyor.
“İstanbul’da Berber Hayri’nin asılışını seyretmek için halkta, görülmedik aşırılıkta istek vardı. Yalnız İstanbullular ve İstanbul’da oturanlar değil, uzak yerlerde yaşayanlar da, bu ırz ve namus düşmanının darağacında sallandırılışını görebilmek için can atıyorlardı. İstanbul’un Yalova, Kartal, Çatalca, Adalar, Şile gibi uzak ilçelerindekilerden pek çok kişi asılma töreninde bulunmak için İstanbul içine akın etmişlerdi. Bu yüzden İstanbul’un turistik otelleri dışında kalan otelleri dolup taşıyordu. Otellerde yer bulamayanlar ya da bu eşsiz seyri para harcamadan görmek isteyenler, İstanbul’ daki akrabalarının, tanıdıklarının evlerinde bir gecelik konuk kalabilmenin umarını arıyorlardı. Salep güğümleri kaynıyor, gezginci çay ocakları yakılıyordu. En çok simitçiler, poğaçacılar satış yapıyor ve en çok onların mallarını öven bağırtılar duyuluyordu. Tükürük köftecileri, ızgarda ve tavada balık pişirenler mangalları, maltızlarını yakmışlardı…”
9. Tek Yol
Aziz Nesin “Bu romanın kahramanını 1951 yılında Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nde tanımıştım. Elli yaşın üstünde sabıkalı bir sahteciydi. Romanda tastamam bu adamı anlattığımı söyleyecek değilim. Hatta anlattığım, hiç de bu adam değildir, denilebilir. Ama, romanda anlattığım Paşazade’yi bana esinleten canlı kaynak, cezaevinde tanımış olduğum o sabıkalı sahteci Paşazade olmuştur.” diyor.
Romanda küçük bir şaka yüzünden hayatı tek yol üzerine sapan ve toplum tarafından bu yolda seyreden bir sabıkalının trajikomik yaşam hikayesi, macerası anlatılmıştır.
“Suç yalnızca kişinin sorumluluğunda olan ve toplumsal sistemin kurallarına aykırı düşen bir davranış mıdır? Yoksa, toplumsal sistemin yanlışlıkları, eksiklikleri, kişiyi zorunlu olarak suç işlemeye mi iter? Suç insan için kaçınılmaz ve zorunlu bir tek yol mudur? Kişiyi ve toplumu ortak ve onurlu bir sistem anlayışında buluşturacak olan çıkar yol nerededir ve bunu kim yaratacaktır? İnsanların içinde, güçlü ya da yüksek yerdeki kişilerin çocuklarının düşkün ve aşağılık olmasını dileyen gizli bir duygu var. Büyük, ünlü, zengin insanların çocukları kötü yollara düşerse, serseri olursa, belki de halk böylece, toplumsal eşitsizlikten, toplumsal adaletsizlikten öcünü almış oluyor.”
“Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır. Zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.”
Yorum Yap