Ahilik, kelime anlamı olarak Arapça “kardeşim” veya Türkçe “akı” (Dîvân’ül Lugât’it Türk’te) “cömert, yiğit, civanmert, eli açık” anlamındadır. Terim olarak, XVIII. yüzyıldan sonra bir esnaf ve zanaatkâr birliği haline dönüşmüş olsa bile, XIII. yüzyıldan itibaren, Anadolu’nun vatanlaşmasında ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasında büyük rol oynayan dini, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi boyutları olan bir sistem olarak tarif edilebilir. Bir kavram olarak Ahilik, Abbasi halifesi Nasır tarafından kurumsallaştırılan “fütüvvet” geleneğinin, Anadolu’da XIII. Yüzyıldan itibaren millî ve yerli unsurlarla donanmış bir şekli olarak da kabul edilir.
Sözlük anlamı olarak Arapça fetâ kelimesinden türeyen fütüvvet, “genç, yiğit, cömert” anlamındadır. Tasavvuf çevrelerinde ise, diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Başlangıçta tasavvufi bir mahiyet taşımayan fütüvvet, 13. yüzyıldan itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüşmüştür.
Kırşehir Ahi Evran Türbesi
Gerçek adı Şeyh Nasirüddün Ebü’l- Hakayık Mahmud b. Ahmed ya da Mahmud bin Ahmed el- Hoyi (Hoylu Ahmet’in oğlu Mahmut) olarak bilinen Ahi Evran; 1171 yılında İran’ın Batı Azerbaycan tarafında, Hoy kasabasında dünyaya gelir. İlk eğitimini Horasan’da ünlü alimlerden Fahreddin Razî’den alır. Sonrasında Hoca Ahmet Yesevî’nin talebelerinden aldığı ilk tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş ve olgunlaşmıştır.
Çıktığı bir Hac seyahatinde (tahminen 1204’te) Razî’nin talebesi olan Türk asıllı gezgin Menakıb-ı Evhadüddîn-i Kirmanî ile tanışır ve ondan dersler alır. Bağdat’ta iken fütüvvet teşkilatının ileri gelenleriyle tanışır ve Kirmanî başta olmak üzere birçok üstattan istifade eder. İbn-i Sina, Sühreverdi el Maktul ve Fahrettin Razî’nin eserlerinden istifade eder; Abbasi Halifesi Nasır Lidînillâh’ın kurduğu fütüvvet teşkilatını da tanır.
XIII. yüzyıl başlarında Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, Evhadüddîn Kirmanî, Muhyiddin İbnü’l Arabî, Ebu Cafer Muhammed el-Berzai ile beraber Anadolu’ya gelir ve Kayseri’ye yerleşir. Burada bir deri atölyesi kurarak debbağlık yapar ve “Debbağların Piri” olarak tanınır. Bu tarihlerde hocası Menakıb-ı Evhadüddîn-i Kirmanî’nin kızı Fatma Bacı ile evlenir.
Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı halkı uyarır. Moğollara karşı Kayseri’yi savunan Ahileri, Ahi Evran teşkilatlandırır. 1237 yılında I. Alâeddin Keykubat’ın zehirlenerek öldürülmesi üzerine sultanla gönül bağı bulunan Ahiler; II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Vezir Sadettin Köpek’e karşı koyarlar. Hatta bu nedenle Ahi Evran ve bazı ileri gelen Ahiler, Konya’da tutuklanır.
Kırşehir, Ahi Evran Heykeli
II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra saltanat naibliğine getirilen Celaleddin Karatay zamanında Ahiler ve Türkmenler üzerindeki baskı kalkar. Bundan sonra Denizli’ye giden Ahi Evran, orada bir yıl kadar bahçıvanlık yapar tekrar Konya’ya döner. Ardından Sultan II. İzzeddin Keykavus, Ahilerle yakın ilişki içinde olur. Ahi Evran’ı ve Konya’yı terk eden diğer Ahileri, yakın dostu Sadreddin Konevî aracılığı ile Konya’ya çağırır. Böylelikle sultanın davetiyle tekrar Konya’ya dönen Ahi Evran, Letâifu’l-Hikme adlı eserini sultana sunar. Ancak ne var ki; Konya’daki ikameti uzun sürmez. 1247 yılında Şems-i Tebrizî’nin ölümünden, Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi ile bazı Ahilerin sorumlu tutulmaları nedeniyle, Ahi Evran bir daha dönmemek üzere Konya’dan ayrılır. Ardından Hacı Bektaş Velî’nin yaşadığı Kırşehir’e gelir ve ömrünün son on beş yılını burada sürdürür. 1261 yılında bu dünyadan ayrılır, kabri Kırşehir’de kendi adını taşıyan mahallede bulunan Ahi Evran Camii’ndedir.
Ebu’l-Hakâyık (hakikatlerin babası), Nasîrüddîn (dinin yardımcısı) olarak adlandırılan Ahi Evran; Ahi şecerenâmelerinde “Nimetullah” olarak anılır.
Birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, çalışmayı bir ibadet sayan, din ve ahlak kurallarına sıkı sıkıya bağlı Ahiler; Ahilik teşkilatının merkezi Kırşehir olduğu için buradan “İcâzetnâme” alırlardı.
Önemli devlet adamları da bu kuruluşa girmeyi bir onur sayıp, önem vermişlerdi. Örnek vermek gerekirse, Orhan Gazi bir ahi idi; ahiler gerçek isimlerinin yanında lakap kullandığı için “İhtiyarüd’din” lakabını kullanırdı. Kendisi aynı zamanda, bir ahi babadan şed kuşandığı (ustanın kalfasının beline ustalık peştamalını sarması) gibi ahiliğe girenlere de şed kuşattığı ve oğlu I. Murad’ın da ahi olduğu bilinir.
Ahilik sistemi, insanları ötekileştirmeden bir dayanışma ve kardeşlik modeli ortaya koymuştur. Anadolu’ya gelen göçebe Türkmenleri işbaşında eğiterek insanların kaliteli bir üretici olmasını sağlamıştır. Diğer taraftan akşamları ahi zaviyelerinde dini-tasavvufi eğitim vererek kendilerine has bir eğitim modeli oluşturmuşlardır.
Ahiler dünyada ilk defa kadın teşkilatı (Bâcıyan-ı Rum) kurarak kadınlara bir kısım meslekleri de öğreterek üretici insan olmalarının, gerektiğinde savaşlarda lojistik destek sağlamalarının önünü açmışlardır. Kurucusu Ahi Evren’in eşi Kadıncık Ana olarak da bilinen Fatma Bacı’dır.
Ahiler Anadolu’nun Türk ve Müslüman yurdu olmasında çok etkili olmuşlardır. Göçebe Türkmenler’in yerleşik hayata geçmelerinde, şehir hayatına intibaklarında öncü olmuşlardır. Ahilik esas itibariyle yerleşik toplumların hayat tarzı olmuştur. Bir mesleği icra etmek daha çok yerleşik, oturmuş bir hayat tarzı ile ilgilidir. Kurmuş oldukları köy ve kasabalarla Anadolu’da öncü olmuşlardır.
Ahilerin oluşturduğu ekonomik sistem helal kazancı, alın terini, dayanışmayı, kul hakkını, ahlakı, kanaatkârlığı, çalışmayı-üretmeyi ve böylelikle Allah’ın rızasını kazanarak Ahiret yurdunu kazanmayı esas alır. Oluşturduğu sosyal güvenlik sistemi ile ahiler, adeta kimsesizlerin kimi olmuşlardır. Dullar, yetimler, savaşlarda yakınlarını kaybedenler, başka yerden gelen misafirler (İbn-i Batuta örneğinde olduğu gibi), sığınacak bir yeri olmayanlar, garipler, ahi zaviyelerine sığınmışlardır. Ayrıca Batı’da olduğu gibi işçi-işveren ayrımı olmamış; bütün haklar baba-oğul ilişkisi içinde Hakk’a dayalı olarak verilmiştir.
Ahiler Anadolu’da siyasi iktidarın sağlanmasında etkili olmuşlardır. Anadolu Selçuklu döneminde bir yerde yönetim boşluğu olduğundan hemen o boşluğu doldurmuşlar. Moğollara karşı en etkili mücadeleyi Ahiler verir hatta Moğol zulmünden bu sebeple en çok onlar etkilenir. Diğer taraftan Ankara’da “Ahi İdaresi” kurarak Ankara ve çevresini 65 yıl idare ederler.
Ahiler, Anadolu’nun vatanlaşmasında ve Türkleşmesinde kurdukları vakıflarla, yapmış oldukları şifahane, hamam, çeşme, han, medrese ve hayır kurumları ile kültürel olarak etkili olurlar. Zira bir yer-şehir alındığında hemen orada ahi teşkilâtı kuruluyordu. Onlar da alınan o beldede Müslüman-Türk hayat tarzını inşa ederler. Ahilerin bu hizmetleri yanında Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve yükselmesinde önemli fonksiyonlar icra ettikleri bilinir. Kuruluş döneminde Kırşehir’den uç bölgesine giden Osmanlı’nın manevi mimarı Edebâli bir Ahi şeyhi idi. Şeyh Edebâli damadı Osman Gazi’ye her türlü maddi ve manevi desteği verir. Osmanlı’nın teşkilatlanmasında ahilerin desteği büyük olmuştur.
Ünlü tarihçi Halil İnalcık: “Ahilik adabı yüzyıllar boyunca Anadolu Türk halkının milli karakterini belirlemiştir. Bugün sosyal Antropologların Türk köy ve kasabalarında sıradan Türk insanının davranışları üzerinde tespit ettikleri özellikler, olağanüstü konukseverlik, güç durumda olanın yardımına koşma, özverili dayanışma, emece denen tarlada hep birlikte çalışma, büyüğe saygı, hırsızlıktan, cinsel tacizden ve başkası aleyhine kötü söz söylemekten dikkatle kaçma, yiğitlik ve civanmertlik hepsi Fütüvvetnâmelerde telkin edilen ideal insanın sıfatlarıdır.”
Ahi Evran’in hayatı ve eserleri üzerine Prof. Dr. Mikâil Bayram uzun yıllar çalışmıştır. Bayram, Ahi Evran’ın el yazması nüshalarının yirmi tanesinin günümüze kadar geldiğini, Farsça olan birçok eserinin Sadreddîn Konevî, Hâce Nasîrüddîn Tûsî, Fahreddîn Râzî ve Necmeddîn Dâye gibi çeşitli bilginlere mal edildiğini; bazı eserlerinin ise nüshasının bulunamayıp kayıp olduğunu belirtir.
Ahi Evran’ın eserlerini sıralarsak: Menâhic-i Seyfî (El Menahicü’s Seyfiyye), Metâli’ü’1-İmân, Tabsıra (Tabsıratü’l Mubtedî ve Tezkirerü’l Müntehî), Letâif-i Hikmet, Âgâz u Encam (Vasiyyet), Mürşidü’lKifâye, Yezdân-şinâht, Medh-i Fakr u Zemm-i Dünyâ, Tercüme-i Elvâhu’l-İmâdiyye, Tercüme-i Kitâbü’lHamsin fi Usûli’d-dîn, Tercüme-i Teveccühü’l-Etemm Nahve’l-Hakk, Tercüme-i Miftâhü’l-Gayb, Mektubât Beyne Sadreddîn Konevî, Tuhfetü’ş-Şekûr, Ulum-ı Hakiki.
Prof. Dr. Mikail Bayram, Ahi Evren’in latifeler içeren iki kitabını ortaya çıkarıp, Nasreddin hoca fıkraları ile karşılaştırır. Bazı fıkraların aynı olduğunu, bazılarının arasında da büyük benzerlik olduğunu görür. Nasreddin Hoca fıkralarında Ahi Evren’in hayatından izler bulunması, Ahi Evren’in bir dönem Akşehir’de yaşamış olması, Mevlana’nın Mesnevi’de onu Cuha (komik, güldüren kimse) diye nitelendirip hicvetmesi nedeniyle Nasreddin Hoca’nın aslında Ahi Evran olduğunu yazar.
Ahi Evran/Evren ismi üzerinde tartışmalar devam etmektedir. Bazı araştırmacılar Ahi Evran derken, bazıları Ahi Evren olarak yazılıp okunması gerektiğini savunurlar. Evren, Türkçe bir kelimedir ve “büyük yılan, ejderha” anlamındadır. Ahi Evran ismi en çok Ahi Şecerenâmeleri’nde geçer.
Büyük yılan anlamına gelen Evran ismini ise nasıl aldığıyla ilgili Prof Dr. Mikail Bayram, Ahi Evran’nın ‘”Tabsiratü’l Mübtedi ve Tezkiratü’ül Müntehi’” isimli eserinde zehirli yılanlardan panzehir yaptığını ve başka bir eserinde ise yılan ve akrebe dair bilgiler verdiğini belirtir. Ayrıca debbağ olması nedeniyle yılan derisinden kemer ve kırbaç yaptığına dair menkıbe niteliğinde rivayetlerin bulunduğunu ve bu sebepten dolayı kendisine Evran dendiğini ileri sürer. Ayrıca Ahi Evran bir hekim olduğu için de kış aylarında kış uykusuna yatmış olan yılanları yakalayıp onlardan panzehir ( Muhre-i Mar) yaptığı da rivayet edilir.
Tasavvuf kültürü içinde yetişmiş olup dönemlerinin önde gelen sûfîlerinden Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasında çok yakın bir ilişki bulunur. Her iki ulu şahsiyete daha yakından bakıldığında, aralarında ortak olan bazı noktaların bir hayli fazla olduğu görülür. Zira her ikisi de, aynı dönemde ve aynı sosyo-kültürel özelliklere sahip bir çevre içinde yaşamışlardır. Yine köken olarak Türkmen olup Türkmen oymaklarından geliyorlardı. İkisi de, Asya içlerinden, özellikle Horasan orijinli olup Moğol istilasının önünden kaçan Türkmen kitleleriyle birlikte Anadolu’ya gelmiş; Anadolu’nun içinde bulunduğu kargaşa ve kaos ortamında yaşamış ve yaşamları boyunca insanlara bu ortamdan çıkış yollarını göstermişler, bunun mücadelesini vermişlerdi. Hemen her konuda birbirlerine yardım ettikleri, sıkı bir dayanışma içerisine girerek adeta birbirlerinin gönüldaşı oldukları görülmektedir. Bu yüzden Alevi- Bektaşi geleneğinde her iki ulu şahsiyet, birbiriyle musahip olarak kabul edilir.
Kaynak
Anadolu’nun İslamlaşmasında Ahi Evren ve Ahiliğin Rol Modelliği, Ahi Evranı Veli Ve Türk Dünyasına Etkileri, Debbağlıktan Dericiliğe, İstanbul Merkezli Deri Sektörünün Doğuşu Ve Gelişimi, Hacı Bektaş-ı Veli Ve Ahi Evran İlişkisi, Ahilik Teşkilatının Sosyo-İktisadî Yapısı Ve Örneklik Değeri, Pamem- Ahilik Kitapçığı, Ahi Evran (1171-1261) ve Ahilik ile Hekimlik Ahlakı Üzerine Bir Değerlendirme*