Tam adı el-Hasan b. Ali b. Muhammed b. Cafer b. el-Hüseyin b. Muhammed es-Sabbah el-Himyeri olan Hasan Sabbah’ın Güney Yemen’deki Himyeri krallarının soyundan geldiği düşünülmektedir. Babası Yemen’den Kufe’ye sonra Kum’a ve en son Rey şehrine yerleşir. Doğum tarihi tam bilinmese de, Hasan Sabbah’ın 1052 ya da 1053 tarihinde Kum’da dünyaya geldiği tahmin ediliyor. Babası Ali b. Muhammed, Şîa mezhebinin İmamiye kolundan tanınmış bir kişidir. Felsefe, kelam, mantık, fıkıh alanlarında çok iyi eğitim almış olan Hasan Sabbah, İsmâili hareketlenmelerinin merkezi olan Rey’de, On iki İmamcı olarak ilk eğitimini alır.
Emire Zarrab isimli bir Fâtimî daisi (İsmâililik mezhebine davet için görevlendirmiş din adamı) sayesinde, o güne kadar sapkınlık olarak adlandırdığı İsmâili öğretilerini öğrenir. Bütün bu eğitimlerden sonra, Fâtımîlik davasına katılan Hasan Sabbah dönemin imamı, Halife el-Müstansır’a bağlılık yemini eder.
Hassan-i Sabbah Depicted With His Followers And Houris (Ressamı belli değil), 1310
Irak’taki İsmâili mezhebinin başı Abdülmelik İbn Attaş, 1072 yılında Rey’e gelir. Hasan Sabbah ile tanışınca ona Kahire’ye gitmesini ve halifenin yanında kendini tanıtmasını söyler. Birkaç yıl sonra da Hasan Sabbah, Mısır’a gider. Hasan Sabbah’ın hayatının anlatıldığı Sergüzeşt-i Seyyidina’da belirtilen Ömer Hayyam ve Nizâmülmülk arkadaşlığından bahsetmek gerekirse; üçünün de Nişapur’da aynı hocanın öğrencisi oldukları anlatılır. Fakat aralarındaki yaş farkı ve gençliklerini İran’ın değişik yerlerinde geçirmiş olduklarını göz önüne alan çağdaş bilginler bu öykünün uydurma olduğunu söylerler.
Hasan Sabbah, 1076 yılında, Rey’den İsfahan’a oradan da Azerbaycan yoluyla Silvan’a ulaşır. Burada sünni âlimlerin üstün olduklarını reddedip dini açıklamayı sadece imamların yapabileceğini söyleyince; Silvan Kadısı, Sabbah’ı şehirden kovar. Arkasından Meyyafarikin, Musul, Sincar, Rahbe, Dımaşk, Sayda ve Sur üzerinden Akka’ya gelip en son Fâtımî halifesi el Müstansır’la görüşmek için Mısır’a gider. Hatta halife onu kendisine vekil tayin eder. Fakat Hasan Sabbah’ın halife ile görüşüp görüşmediği konusu tartışmalıdır; kaynaklar farklı görüştedirler.
Hasan Sabbah müritlerine şarap ikram ediyor. Sabbah’ın olumsuz imajı minyatür ve resimlere de yansır.
Halife El Hakim’in ölümünden sonra Fâtımilerin halifesi Müstansır hilafet makamında 60 sene kalır. Ardından halife olması için oğlu Nizâr’ı seçer. Nizâr’ın arkasındaki desteği gören Fâtımilerin veziri Efdal onu halife yapmaktansa daha pasif biri olan diğer oğul Müstali’yi halife seçer. Kahire halkı da Müstali’nin hilafetini benimseyince Nizâr ve oğulları İskenderiye’ye giderek burada isyanlar çıkarır. Bu tehlikeli durumun farkına varan Müstali, onları tekrar Kahire’ye getirtip zindana attırır ve Nizâr bir süre sonra burada ölür.
O dönemde Müstansır’ı destekleyen Hasan Sabbah onun ölümünün ardından Efdal’in tutumunun tersine Nizâr’ı destekler ve hatta onun adına hutbe okutur. Artık Nizâriyye ve Mustâlliyye olarak ikiye ayrılan İsmililerin, Nizâriyye koluna en büyük destek Hasan Sabbah’tan gelir; ayrıca Nizar’ın torununu da Alamut’a getirterek yetiştirir. Bundan sonra Nizâriler için Fâtımiler’den ayrı Alamut Kalesinde yeni bir dönem başlar.
Alamut Kalesi’nin Moğollar tarafından kuşatmasını gösteren bir minyatür.
İsmâililerin Seyyidina Hasan bin Sabbah diye çağırdıkları, Hasan Sabbah, yolculuklarla dolu hayatının ilk dönemlerinde, bir şekilde yakalanmamayı başararak, gözüne kestirdiği Alamut Kalesi’ni almak için plan yapar. Alamut Kalesi Selçuklunun kontrolünde Mehdi isimli birisinin elindedir. Hasan Sabbah, Mehdi’nin askerlerinden bir bölümünü İsmâililiğe çeker. 4 Eylül 1090’da kendisi de gizlice Dikhuda ismiyle kaleye girer, ve bir süre kalede yaşamayı başarır. Mehdi bir süre sonra birçok askerinin İsmâili olduğunu ve hatta Dikhuda’nın da, Hasan Sabbah olduğunu fark ettiğinde iş işten geçer.
Mehdi, Hasan Sabbah’ın kalede bir hakimiyet oluşturduğunu anlayıp yapabileceği bir şeyin kalmadığını görür. Bir rivayete göre Hasan Sabbah, Mehdi’den kaleyi kendisine satmasını ister. Mehdi’nin canına zarar vermeyen Hasan Sabbah kale içinde ona üç bin dinarlık senet verir. Hasan Sabbah artık Alamut’u ele geçirir ve burada davet-i cedide adını verdiği hareketine başlar.
Alamut Kalesi, coğrafi olarak İran’da Elburz dağları üzerinde, Kazvin’in kuzeydoğusunda yer alan bir kaledir. Aluh ve Amut kelimelerinden meydana gelen Alamut, ismi eski fars dilinin Taberistan şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi” anlamlarına gelir. Ayrıca “Aluh Amut” isminde geçen harflerin her birine ebced hesabındaki sayısal değerler verilip toplandığında, Hasan Sabbah’ın Alamut’u ele geçirdiği 1090 tarihi çıkar. İranlı tarihçiler bu durumun altında gizemli bir anlam aramışlardır.
Alamut Nizari İsmâililiği, Hasan Sabbah’ın öncülüğünde, 1090-1256 yılları arasında tam yüz altmışaltı yıl Selçuklu Devleti’nden bağımsız bir şekilde yaşar.
İsmâili topluluğu, sünni inançlı Selçuklu yöneticileri tarafından “mülhid, zındık” (inançsız) diye karalanıyordu. Batılılar ise Marko Polo’nun anlatısına istinaden aynı topluluğu, “Haşhaşiler” (esrarkeşler) olarak adlandırdılar. İsmâililerin kendilerini koruma ve saldırganları caydırma amacıyla harekete geçirdikleri, kendini kurban eden savaşçıları olan Fedâilerin, başta Selçuklu baş veziri Nizamülmülk olmak üzere çok sayıda siyasetçi ve komutanı öldürmeleri, Haçlılar döneminin batılı otoriteleri tarafından “suikastçılar/katiller (Assassins)” diye adlandırılmalarına yol açtı. Onlar asıl olarak Suriyeli İsmâililere bu adı veriyorlardı. Daha sonra deyim, Avrupalı gezginler ve kronikçiler tarafından İran İsmâilileri için de ortaklaşa kullanılır hale gelir. Yıllar içerisinde konu çokça dile düşer ve İsmâililerle ilişkili her şey adeta destanlar ve peri masallarıyla kuşatılır. Oysa başta Alamut Kalesi olmak üzere tüm İsmâili merkezleri astronomi, kimya gibi fen bilimlerinde ileri bir aşamaya ulaşmıştı. Dönemin en zengin kütüphanesi, Alamut Kalesi’ndeydi.
Venedikli Marco Polo, Hulâgü Han tarafından yakılıp yıkılmasından 16-17 yıl sonra 1273 yılında Alamut’un yıkıntılarını ziyaret etmiş. İlişkide bulunduğu bölgede yaşayan Sünni Müslümanların, İsmâililer hakkında verdikleri yalan ve yanlış bilgilere, kendi hayali ve abartılı yorumlarını katarak, Hasan Sabbah Alamut’unu insanlardan ölüm araçları, yani fedaileri üreten bir cennet olarak tanımlamış. Oysa gerçek bilim cenneti olan ve bilginler yetiştirmiş; Moğolların yakıp yaktığı ve içinde iki yüz bin kitap bulunan Alamut kitaplığından hiç söz etmemiş. Babası ve amcası ile birlikte Kubilay Kağan’ın sarayına seyahat yapan Marco Polo, 1271 yılında Akka’dan yola çıkıp 1292 yılında İran’dan geçer. Eserini ise Çin’de bulunduğu on yedi yılın ardından döndüğü Venedik’te 1298 yılında bir kâtip yardımıyla kaleme alır. Anlaşılacağı üzere Marco Polo, Nizari İsmâililiği’nin yıkılmasından on beş yıl sonra İran’dan geçerken duyduklarını yazması kuvvetle muhtemel, bu nedenle gerçeği yansıtmamaktadır.
Marco Polo, Harikalar Kitabı, 1410-1412
Marco Polo, Farsça’daki söylenişiyle Pir-i Alamut’u (Hasan Sabbah’ı) “Dağlı İhtiyar” adıyla Batı’ya büyük kötülüklerin adamı olarak sunmuştur. “Dağlı İhtiyar, kendisine cesur erkekler olmaya aday görünen, on iki yaşındaki çocukları sarayında alıkoyup yetiştirirdi. Zamanı gelince onları dört, on ve yirmilik gruplar halinde bahçeye gönderilir ve orada haşhaş içirilirdi. Üç gün boyunca uyurlar ve sonra onları uyandırılacakları bahçeye uyur durumda taşırlardı. Bir sure sonra bu genç adamlar uyandıklarında, kendilerini buldukları görkemli bahçede, gerçekten cennette olduklarına inanıyorlardı. Güzel körpe kızlar, büyük eğlence gösterileri yaparak, şarkı söyleyerek daima onlarla birlikte olurlardı; istedikleri her şey verilirdi. Bunun için kendi özistemleriyle bu bahçeyi asla terk etmek istemiyorlardı. Ne zaman Yaşlı Adam birini ölüme göndermek isterse, onu çağırıp şöyle söylerdi: “Git ve bu işi yap. Ben bunu sana yaptırıyorum, çünkü ben senin Cennete geri dönmeni ve burada her şeye sahip olarak ebedi mutlu yaşamanı istiyorum.” Böylece eğitilmiş suikastçılar (assassins) gider, eylemi büyük bir istekle gerçekleştirilerdi.”
Sufi gelenğin yazarlarından Arkon Daraul mahlaslı İdris Şah’ın fedailer hakkında verdiği kısa bilgiye göre: “Assassee, Arapça’da muhahafızlar-koruyucular anlamına gelir ve bazı yorumcular, sözcüğün gerçek kökeninin “sır muhafızları-koruyucuları” olduğunu düşünmektedirler. Hasan Sabbah’ın bu inanç örgütlenmesinde inanca çağıranlara Dai’ler, öğrenci-mürid olanlara Rafik (yoldaş, arkadaş), Fedailere ise adanmışlar deniliyordu. Bu son grup Hasan Sabbah tarafından İsmaililiğe eklenmişti ve bunlar suikastçı timleri gibi yetiştiriliyordu. Fedailerin üzerinde bir kuşakla bağlanan beyaz bir giysi, ayaklarında kırmızı çizme, başlarında ise kırmızı başlık bulunuyordu. Hançeri kurbanın göğsüne ne zaman, nerede yerleştirecekleri konusunda dikkatli bir eğitime ek olarak onlara dil öğretiliyor; kıyafet değiştirme ve askerler, tacir ve keşişlerin yaşam tarzları gibi alanlarda yetiştiriliyor ve görevlerini uygularken, onların her birini taklit ve temsil etmeye hazır duruma getiriliyorlardı.”
Alamut Kalesi
Yazar Edward Burman ise bunların tesrine şunları söyler: “Oysa Hasan Sabbah, tasarımlar üretmiş, planlayıp uygulamış devrimci bir dahi idi. Kahire’deki eski Fâtimî İsmaililerin, eski davanın yerini alan, Nizâri İsmâililerin yeni davasını yaratıp eyleme koydu. Onun çok mükemmel bir teoloji bilgisi, üstün bir zeka gücü vardı. Kuşkusuz o aynı zamanda, uzun yıllar boyunca idealini izlemeyi sağlayacak olan olağanüstü güçte bir iradeye sahipti. Daylam halkını tek başına kendisi İsmâili davasına çevirmişti. Potansiyel kuşkular taşımakta olan bir inanç değişiminde, insanlara bir seçenek olasılığını sunup, kabul ettirecek derecede güçlendirinceye kadar nasıl sabırla ikna ederek, onları çevirdiğini düşünürsek, aklının ve iradesinin yüksekliğini hayal edebiliriz.”
15. yüzyıldan kalma minyatür, Alamut Kalesi’nin Moğollar tarafından alınışı
Alamut Kalesi ilk olarak Deylem’li bir hükümdar tarafından 860 yılında yaptırılır. Kale sırasıyla önce Misafiroğullarının sonra Zeydilerin en son da Hasan Sabbah’ın hâkimiyetine geçer. Bulunduğu bölgede yalçın bir kayalığın üzerine kurulan kaleye ancak kuzey tarafından giden daracık ve engebeli bir yoldan geçerek çıkılabiliyordu. İşte bu durum Alamut Kalesi’ni ulaşılması çok zor ve zapt edilmesi imkansız bir kale haline getirir. Rivayete göre Deylem’li hükümdar ava çıktığında kartallarından birini gökyüzüne bırakmış kartalda bir kayalığa konmuş. Hükümdar bölgenin öneminin farkına varınca da buraya bir kale inşa edilmesine karar verir.
Hasan Sabbah, kalenin onarımı ile uğraşmaya başlayarak ambarları ve su kaynaklarını geliştirir, tarımsal üretimi artırır. Vadinin içerisine meyve ağaçları diker kale duvarlarını da fazlasıyla güçlendirir. Sabbah’ın çağdaşı denebilecek olan Cüveynî, Alamut Kalesi’ni şöyle anlatır:
“O kale çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile bu duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç kullanarak büyük hacimli su depoları yapmışlar, “Kayadan evler yonttuğumuz” ayetinin dediğini yerine getirmişlerdi. Bunun dışında şarap, sirke, bal ve çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenler inşa etmişler, sanki “Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları onun buyruğuna verdi” tarifine uymuşlardı. Bu binaları etraflı olarak Kısas-ı Mübin’de anlatılmış olan insan eliyle yapılmış o görkemli binalara benzetebiliriz. O kale yağma edilip yiyecekler çıkarılırken yağmacının biri, bal deposunu su havuzu sanmış ve yunus balığı gibi oraya dalmıştı. Sanki “Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı” durumuna düşmüştü. Bahru Irmağından kalenin dibine kadar bir suyolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının önünü taşla kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında denizi andıran, taştan havuzlar vardı. Kaleden inen su depolanmak için orada birikir, fazlası dışarı atılırdı. Ta Hasan-ı Sabbah’ın zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı sıvı ve katı yiyecekler, oradaki depolarda bozulmadan kalabilmişti. İsmailiyye taraftarları onların bozulmadan kalmasını Hasan’ın kerametine bağlarlar. Bunlardan başka orada bulunan savaş araç ve gereçlerini burada anlatacak olsak, birkaç cilt daha kitap yazmamız gerekir.”
Alamut Kütüphanesi
Hasan Sabbah, Alamut’u alıp bir yatak ve kütüphaneden oluşan odasını kendisine ikametgâh olarak kurar. Kaleyi ve ilerde alacağı diğer kaleleri askerlerini yetiştirmek, Sünni Halifeliğin içine girmeye çalışmak ve bir şekilde zapt etmek amacı ile kullanmayı planlar. Burada enteresan bir bilgi vermek gerekirse tarihçi Enno Franzius, Hasan Sabbah’ın Alamut’ta bulunduğu otuz beş senelik süreçte odasından dışarıya sadece dört kez çıktığını, Bernard Lewis ise bir kez bile kayalıklardan aşağıya inmediğini odasından, dışarıya iki kez çıktığını söyler.
Alamut Kalesi’nin bulunduğu alan olan Rudbar bölgesindeki toprakları kendi inancına kazandırmak isteyen Hasan Sabbah, buradaki insanları saldırı ve ikna yöntemleri ile etkisi altına almayı başarır. Sabbah’ın bu hızlı yükselişi Selçuklu Devleti’nin ciddi kararlar almasına sebep olur. Selçuklu Beyi Yoruntaş ve komutasındaki ordusu Alamut eteklerine gelerek buradaki Nizarîlere saldırır; Nizarîler bir süre sonra Selçuklu askerleri karşısında dayanamaz. Hasan Sabbah’a kaleyi terk etmek isteyenlere, İmam Müstansır’dan bir mesaj aldığını ve sabrederlerse talihlerinin açık olacağını söyleyince; halk mucize olduğunu düşünerek kalede direnmeye devam eder. İlerde bu sebepten Alamut bölgesi “talihli bölge” anlamına gelen “beldet el ikbal” olarak anılır. Bu esnada Yoruntaş’ın vefat etmesi kuşatmanın yarım kalmasına neden olur.
Hasan Sabbah, Selçuklu Devleti’nin veziri Nizamülmülk’ü emellerine ulaşmada en büyük düşman olarak görür. Bu konuda Hasan Sabbah’ın, Sultan Melikşah’a mektuplar gönderdiği de rivayet edillir. Hasan Sabbah dökülen ilk Nizarî kanının sebebi olarak Nizamülmülk’ü görür. Bu arada Sultan Melikşah’ın ölümü büyük bir fırsat doğurur. Selçuklu Devleti karışıklıklarla mücadele ederken, Hasan Sabbah, Alamut’ta iyiden iyiye yerleşerek güçlenir. Hatta Nizarîler, Selçuklu ordusundan önce davranıp Nizamülmülk’ü suikast düzenleyip öldürür.
Hasan Sabbah, Alamut Kalesi merkez olmak üzere büyüklü küçüklü sayıları elliye varan kaleyi ele geçirerek, çok iyi bir şekilde yapılanır. Suriye’den Doğu İran’a kadar düz ve eşit olmayan bir biçimde dağınık topraklarıyla uzun süre var olmayı başarır. Hasan Sabbah’ın, Büyük Selçuklu Devleti’ni yıkmak için düşündüğü en iyi strateji, kaleleri ele geçirerek kendisine ulaşılması zor müstahkem bir savunma ve mekan hazırlığı olur. Selçuklu İmparatorluğuna karşı mücadele etse de; birtakım kaleler dışında hiç bir başarı elde edemez; Selçukluları yıpratmaktan öteye gidemez.
Hasan Sabbah’ın 1124 yılında, doksan yaşlarında öldüğü söylenir. Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra yerine en güvendiği komutanı Buzurg Umid geçer.
Kaynak
Moğollar Ve Nizâri İsmaililerinin İran’daki Hakimiyetinin Sonu, Hasan Sabbah (1034-1124) Ve Alamut İsmailileri, Hasan-ı Sabbâh, Hasan-i Sabbâh, Hasan-ı Sabbâh Ve Haşîşîler, Alamut Kalesi, Bernard Lewis