John Griffith London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da dünyaya gelmiştir. Müzik öğretmeni olan annesi Flora Wellman Chaney John London ile evlendiğinde henüz sekiz aylık olan Jack London, bu andan itibaren gerçek bir baba sevgisine kavuşmuş olmasına rağmen babasının gerçek kimliğini asla öğrenememiştir.
Yaklaşık olarak on dört yıl boyunca John London ismini kullanmış olan, evde Johnny olarak çağrılan, daha sonra tüm dünyanın kendisini tanıyacağı Jack London ismini alacaktır. Amerika’da astrolojinin gelişmesine öncülük etmiş olan avukat ve gazeteci William Chaney’in, annesi Flora Wellman’la yaşadığı evlilik dışı ilişki sonucu dünyaya geldiği düşünülmektedir.
1885
Henüz 9 yaşlarındayken sokak kavgalarına katılarak, dövüş sanatının inceliklerini öğrenmiş bir çocuk olarak yetişirken, bir yandan da Oakland Halk Kütüphanesi’ni keşfetmiştir. Oakland Halk Kütüphanesi’nde kendisini derin bir biçimde etkilemiş olan, sonraları Kaliforniya’nın ilk hatırı sayılır şairi olan Ina Coolbrith’in himayesi altına giren Jack London, yazınsal yolculuğuna rehberlik ederek sevgisini kazanan bu kütüphaneciyi Asil Bayan olarak çağırmaktadır.
Ailesinin kaderinin aniden değişmesi üzerine yaşadıkları şehrin en yoksul bölgelerinden biri olan West Oakland’a taşınmak zorunda kalan Jack London, birkaç sent kazanabilmek için gazete satıcılığı ve benzeri işlerde çalışmaya başlamıştır. Yoğun bir biçimde çalışmak durumunda olduğu için okumaya ara vermiş, sokak çetelerine katılmış ve adeta bir sokak çocuğu haline gelmiştir.
1886
Jack London, aktif çalışma hayatına 1889 yılında, henüz on üç yaşında konserve imalathanesine işçi olarak girerek başlar. On yedi yaşında bir gemiye tayfa olarak yazılır ve Japon adalarına doğru yolculuğa çıkar. Bu olayın hemen akabinde Japonya yakınlarındaki bir tayfunu anlatan haberiyle gazetecilik ödülü kazanmıştır. Bir süre muhtelif işlerde çalıştıktan sonra Jack London, yaklaşık bir ay boyunca cezaevinde kalır ve avarelik yılları başlar. Bu dönemi atlattıktan sonra Oakland’a geri dönen London, 1897 yılında, Oakland Lisesi’ne girer ve okulunun resmi yayınlarından Aegis adlı dergisine birkaç eseriyle katkıda bulunur.
Bu dönemde Jack London, yazınsal anlayışından etkilendiği Rudyard Kipling’i, edebi tarzını geliştirmesine öncülük edecek model olarak seçmiştir. Felsefi ve bilimsel konulardaki merakı her geçen gün artmakta olan London, artık gününün büyük bir kısmını okuma ve yazma faaliyetlerine ayırarak Marx, Engels, Nietzsche ve Spencer gibi düşünürlerden etkilenir ve aynı yıllarda sosyalizmi dünya görüşü olarak benimser. Yazar, 1896 yazında Berkeley Üniversitesi’ne girer, bir yıl kadar sonra maddi olanaksızlıklardan ötürü okuldan ayrılmak zorunda kalır.
1896
Jack London’ın yazarlık kariyerinin başlangıcı, Amerika’da düşük maliyetli popüler dergilerin yayınladıkları kısa öyküleri geniş okur kitlelerinin ilgisine sundukları yıllara sahne olmuştur. 1900 yılının Ocak ayında Yoldaki Adam adlı kısa hikayesi, bir dergide yayınlanır. Bu başlangıçtan itibaren Jack London, farklı tarihlerde kaleme aldığı kısa hikayelerini muhtelif dergi ve gazetelere satmaya başlamıştır. Yazarlık kariyerinin gelişim evrelerine tanıklık etmiş olan Bessie Maddern, aynı zamanda Jack London’ın yazarlıktan vazgeçme teşebbüsünde bulunduğu dönemlerde onu yüreklendirmiştir.
7 Nisan 1900 tarihinde, Bess Maddern ile evlenen Jack London, buna rağmen eşine kendisine aşık olmadığını itiraf etmekten çekinmemiştir. Evliliği süresince kendisiyle dostluğunu sürdürdüğü Anna Strunsky ile Kempton-Wace Mektupları adlı ünlü eserini kaleme almıştır. Austin Lewis tarafından 1899 yılının Aralık ayında Turk Street Temple adlı salonda verilen sosyalist bir konferansta tanıştığı Anna Strunsky ile birlikte kaleme aldığı bu eser, aşkı iki farklı perspektiften değerlendiren mektuplarla oluşturulmuş bir romandır.
Eşi Bess, 1900
Joan ve Bessie isimli iki çocuğu olan London ve Bess Maddern, 11 Kasım 1904’te boşanır. Bir yıl sonra Charmian Kittredge ile ikinci evliliğini yapan Jack London için eşi mükemmel bir hayat arkadaşı haline gelmiştir.
En önemli romanlarından olan, 1903’te yayımlanan Vahşetin Çağrısı altın aramak üzere gittiği Alaska’dan döndükten sonra, yaşadığı maceraların zihninde beliren izlenim ve deneyimlerinden hareketle meydana gelen kurgusal bir yapıyı ihtiva eder. Vahşetin Çağrısı, evcil bir köpeğin biyolojik varlığının öngördüğü içgüdüsel çağrılara boyun eğerek vahşi doğaya sürüklenmesi ve altın arayıcılarının emrinde başladığı yaşantıyı bir kızak köpeği olarak tamamlama sürecinde, intibak etmeye çalıştığı doğada yaşadığı maceraların anlatımına dayanır.
“Evet, oğlum Buck,” dostça bir sesle devam etti:“Şöyle ufaktan hırlaştık. Şimdi en iyisi bütün olanları unutmak. Bundan böyle sen sen ol, yerini öğren, ben de kendiminkini biliyorum. Akıllı uslu bir köpek olursan her şey düzelir, işler yolunda gider. Yok eğer kötü bir köpek olursan, dayaktan canını çıkarırım. Anladın mı?” Konuşurken, az önce alabildiğine gaddarca vurduğu kafayı korkusuzca okşuyordu. Elin dokunuşuyla ister istemez tüylerinin diken diken olmasına karşın, Buck buna ses çıkarmadan dayandı. Adam su getirdiği zaman, büyük bir istekle içti, sonra da adamın elinden lokma lokma doğranmış, koca bir parça çiğ eti çiğnemeden yutarak yedi. Dövülmüştü (biliyordu bunu); ama yenilmemişti. Ömründe ilk ve son olarak eli sopalı bir adama karşı elinden hiçbir şey gelmediğini görmüş, öğreneceğini öğrenmişti. Ve bundan böyle bütün hayatı boyunca bunu hiç unutmadı.”
İkinci eşi Charmian Kittredge ile 1915
Uçurum İnsanları, Jack London’ın 1903 yılında kaleme aldığı ve Londra’nın doğu yakasında yaşamlarını yoksulluk içerisinde devam ettirmek zorunda kalan düşkün insanların hayatlarını, aylak bir gemici kılığına bürünerek doğrudan gözleme olanağı bularak aktardığı natüralist romanıdır. Eser, yazarın Londra’nın doğu yakasının yaşantısını yerinde müşahede edebilmek için bölgeye giderek, yoksul halkın arasına karıştığı 1902 yılı boyunca edindiği izlenimlere dayandırılarak meydana getirilmiştir.
“Sokağa adım atar atmaz giysilerimin etkisiyle gerçekleşen statü değişikliğinden etkilenmiştim. Temasa geçtiğim sıradan insanlar hiç ezilip büzülmüyordu artık. Ne çabuk! Tabiri caizse, göz açık kapayıncaya dek onlardan biri oluvermiştim. Yırtık pırtık ceketim, mensup olduğum sınıfın nişanesiydi, ki bu onların da sınıfıydı aynı zamanda. Artık aynı türdendik ve şimdiye dek karşılaştığım yaltaklanmanın, saygılı davranışların yerini yoldaşlığımız almıştı. Şu fitilli kadife giymiş, atkısı kirli adam bana “Beyim” ya da “Efendim” demiyordu artık. Lakabım “Arkadaş” olmuştu, diğer kelimede olmayan bir sıcaklık, memnuniyet vardı bunda.”
Jack London kızları Bessie ve Joan ile
1904’te yayımlanan Deniz Kurdu adlı romanında Humphrey Van Weyden’in 35 yaşına kadar gösteremediği bir gelişme, deniz üzerinde zorluklar içerisinde kazanması ve olgunlaşması işleniyor. Özellikle Nietzsche’nin üst insan modeli şahsında geliştirdiği bireyci anlayışa karşı çıkmak için kaleme aldığını belirten Jack London, romanının olay örgüsü için gerekli olan malzemenin büyük kısmını 1893 tarihinde on yedi yaşında Sophia Sutherland isimli teknede tayfa olarak Japon adalarına yaptığı yolculuklar sırasında yaşadığı muhtelif olaylardan edinmiştir.
“Gün ağardığında okyanusun üstü dalgaların köpüğüyle bembeyaz olmuştu. Sandalımız köpüklü dalgalar tarafından her an alabora edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Üzerimize oldukça fazla su serpintileri ve köpükler geliyordu ki, hiç ara vermeden onları sandaldan dışarı akıtıyordum. Battaniyeler ıslanmıştı. Maud dışında her şey sırılsıklamdı. Ayağında lastik çizmeler, üzerinde muşamba giysi olan Maud’un elleri, yüzü ve birkaç tutam saçı dışında her yeri kupkuruydu. Ara sıra sulan dışarı atmamda bana yardım ediyor, fırtınayla cesurca yüzleşiyordu. Belki yalnızca sert bir rüzgardan öte bir şey değildi bu, ama zayıf teknemizde yaşam mücadelesi veren bizler için bir fırtınaydı.”
George Sterling, Mary Austin, Jack London, Jimmie Hooper
1906’da yayımlanan Jack London’ın unutulmaz romanlarından olan Beyaz Diş genç bir kurdun hayatını anlatır. Hem bir kurdun hem de bir köpeğin kanını taşıyan Beyaz Diş’i, Amerika’nın kuzeyindeki vahşi ortamda zor bir hayat beklemektedir. İçindeki köpek doğası onu insanlara çekerken, kurt doğası da vahşete sürüklemektedir. Verdiği çetin yaşam mücadelesi içinde yolu bir gün insanla kesişir.
“Ama o, dünyasının bir duvarının diğerinden farklı olduğunu çabuk keşfetmişti. O duvar mağaranın girişi ve ışığın kaynağıydı. Kendi düşünceleri, kendi bilinçli kararları gelişmeden önce keşfetmişti o duvarın farklı olduğunu. Gözlerini açıp orayı görmeden önce, o duvar bu küçük gri yavruyu karşı konulamayacak biçimde çekmeye başlamıştı. Oradan sızarak göz kapaklarına vuran, gözlerini ve göz sinirlerini sıcak renkli kıvılcımlarla titreten bu ışık yavruda garip ama hoş bir duygu uyandırmıştı. Vücudundaki yaşam ve her bir hücresi, kendi kişisel yaşamının yanında varlığının da temeli olan o yaşam bu ışığa özlem duyuyor, marifetli kimyası bir bitkiyi nasıl ışığa yöneltirse onu da öyle ışığa yöneltiyordu.”
Yazarın belli bir edebi derinlik içeren ilk eseri, 1908 yılında yayımlanan Demir Ökçe, distopik karakterli bir romandır. Yazarın, ideolojik unsurlar ihtiva eden romanının yer verdiği belli başlı kahraman, motif ve vaka parçalarının, Jack London’ın gerçek hayatına dayandırılabileceğini görmekteyiz. Eser, içerik itibariyle yazarın politik eğilimleri paralelinde gelişen genel bir kapitalizm eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Jack London, adı Demir Ökçe romanıyla ölümsüzleşecek olan Ernest Everhard isimli kuzeniyle, 1894 yılında halası Mary Everhard’ı ziyaret ettiğinde tanışır.
Eşi ile 1914
“On kadar eyalette isyanlar patlak verdi. Malları ellerinden alınmış çiftçiler, eyalet yönetimlerini zor kullanarak ele geçirdiler. Bütün bunlar anayasaya aykırı davranışlardı ve buna dayanılarak Birleşik Devletler askerleri isyan bölgelerini kuşatıp, asileri yakalamakla görevlendirildi. Ajan provokatörler, işlerini başarıyla sürdürüyorlardı. Demir Ökçe’nin bu casusları zanaatkar, çiftçi, toprak işçisi maskeleri altında işlerini yürütüyorlardı. Oyunun sahne hazırlıkları tamamlanınca, Birleşik Devletler askerleri, yani aslında Demir Ökçe’nin orduları sahneye egemen oldu. Sacramento sokaklarında kan gövdeyi götürdü. On bir bin kadın, erkek ve çocuk kurşunlandı ya da evlerinde uyurken öldürüldü. Ulusal hükümet, eyalet hükümetine el koydu.”
Martin Eden romanını kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı söylenegelmiştir ki Martin Eden’in başından geçenleri London’un biyografisi ile karşılaştırınca bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Martin Eden genç bir adamın yükselmesiyle ilgili bir roman. Ün ve para söz konusu yükselişin önemsiz bir boyutu aslında. London’ın esas meselesi Martin’in zihinsel yükselişi, bir başka deyişle aydınlanması. Martin Eden’nin tanınan bir yazar olma ideali doğrultusunda verdiği mücadele sırasında aşk yaşadığı Ruth Morse, Jack London’ın gerçek hayatında ilgi duyduğu Mabel Applegarth isimli kadın olduğu anlaşılmaktadır.
“Yaşanmış günler yaşanacak günlerin içinde erir, saatlerin günün içinde, haftaların ayların içinde eridiği gibi. Harcanmış günlerden insana kalan yalnızca yaşadıklarıdır. Bu yaşadıkları kayda değerse onun ruhunda, belleğinde unutulmaz izler bırakır. Günler aynı tonda geçiyorsa hayat çekilmez olmaya başlayacaktır. Yaşamı boyunca maceradan maceraya koşan, alt tabakadan üst tabakaya çıkmak için mücadele veren Martin için her gün yenilik demekti. Ama işte şu parasızlık yok mu, bu Martin’in canına tak etmişti, üstelik yayıncıların iş görmesi muhtemel çekleri de oldukça uzak görünüyordu. Hayatı mücadeleden ibaret sayan Martin için pes etmek kavramı yoktu, olamazdı da zaten. Kendince önemli olan yazıların hepsi gerisin geriye dönmüş, para etmesini düşündüğünü küçük yazılar ise hiç de parlak olmayan bir durumla karşı karşıya kalmıştı.”
1916’da hayata veda eden, ölümü hakkında ihtilaflı görüşlerin öne sürüldüğü Jack London, son dönemlerinde üremi hastalığının etkisiyle birkaç kez komaya girmiş ve yaşadığı acıları hafifletmek üzere yoğun bir biçimde morfin kullanmaya devam etmiştir. Öldü mü, intihar mı etti bu hala kesin değil. Ama annesinin defalarca intihara teşebbüs ettiği düşünülürse, genetik bir yatkınlıktan söz edilebilir. Zaten Martin Eden de hayatta her arzusuna kavuştuktan ve aslında hayatın önünde uzanan okyanusun girdaplarından başka bir şey olmadığını anladıktan sonra kendisini sulara bırakmamış mıydı? London’un cesedi, Oakland’a götürülerek Eliza isimli arkadaşına bildirdiği vasiyete uyularak yakılmıştır.