Ekmek üzerine yazılmış roman ve şiirlerden alıntılarla, ünlü ressamların içerisinde ekmek yer alan tablolarını birlikte listeledik.
1. Maksim Gorki (1868 – 1936), Ekmeğimi Kazanırken, 1915-16
Evaristo Baschenis, Boy With A Basket Of Bread, 1665
Gerçek adıyla Aleksey Maksimoviç Peşkov, müstear adıyla Maksim Gorki neredeyse bütün romanlarında yoksulların sefaletinden, samimiyetinden, zor şartlar altında verdikleri hayat mücadelesinden manzaralar çıkarır karşımıza. Ekmeğimi Kazanırken, Gorki’nin otobiyografik üçlemesinin ikinci kitabıdır. Gorki romanda kendi yaşamının yanında Rusya’nın içinde bulunduğu durumu da anlatır. 10 yaşında bir ayakkabı mağazasında başlayan çalışma hayatı üniversiteye başladığı zamana dek aralıksız devam eder. Yazları gemilerde çalışır, bir süre kuş avcılığı yapar, sonra bir ikon atölyesinde çalışır. Böyle iş değiştirerek yaşadığı yıllarda hem insanları ve hayatı gözlemler hem de kitapları keşfeder.
“Aşçı kadın hasta ve sinirli biriydi. Beni sabahları Saşa’dan bir saat evvel uyandırırdı. Patronun, tezgahtarın ve Saşa’nın ayakkabılarını ve elbiselerini temizler, semaveri yakar, bütün sobalar için odun taşır, öğle yemeği için tabakları yıkardım. Mağazaya gidince yeri süpürür, toz alır, çayı hazırlar, müşterilerin paketlerini teslim ettikten sonra, öğle yemeğimi yemek için eve geri dönerdim. Ben bu işleri yaparken kapıda bekleme işi Saşa’ya kalırdı. Bu işi yapmak gururuna dokunduğu için, “Tembel herif! Senin işini de biz yapıyoruz” diye beni azarlardı.”
2. Emile Zola (1840 – 1902), Germinal, 1885
Luis Meléndez, Still Life With Figs and Bread, 1770
Emile Zola, Germinal’i gerçek yaşamdan kurgulayarak, gözlemleyerek kaleme almıştır. 9 Şubat 1884’te Anzin Maden Ocakları’nda bir grevde gözlemlerde bulunur, işçilerle konuşur. Maden ocağındaki kazaları, ölümleri ve işçi sınıfının direnişini anlatır. Bu öyle bir kavgadır ki sımsıcak ekmeğin kokusunu ve ılık ılık akan terin, kanın kokusunu ve bu amansız kavgayı iç içe ve usta kurgularla soluk soluğa, sanki olayın içindeymişsiniz gibi yaşatır size Zola. Aşkı, sevgiyi ve sevdayı ekmek kavgası ile ilmik ilmik işleyen dev bir roman çıkar karşınıza.
“Evet, gene paramparça giysileri, gene saboların yankılanan tıkırtıları, pislik içindeki bedenleri, kötü kokan nefesleri, dizginlenemeyen barbar taşkınlığıyla o öfkeli, dehşet verici kalabalık alt üst edecekti ortalığı. Her tarafta yangınlar çıkacak, taş üstünde taş kalmayacak, yoksulların bir gecede kadınlara saldırıp, varlıklı kimselere ait şarap mahzenlerini boşaltacağı o müthiş şehvet ve yeme sefahatinden sonra ilkel insanlar gibi ormanlara dönülecekti. Belki de yeni bir dünyanın geleceği güne kadar hiçbir şey kalmayacaktı. Ne para ne şöhret. Evet, doğanın bir gücü gibi bunlar geçiyordu yoldan işte ve içerdikleri de yüzlerinde bunların korkunç rüzgarını hissediyorlardı. Başka bir çığlık Marseillaise’i bastırdı: Ekmek! Ekmek! Ekmek!”
3. Heinrich Böll (1917 – 1985), İlk Yılların Ekmeği, 1955
Jan Steen, The Feast Of Saint Nicholas, 1660
1972 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Heinrich Böll, İlk Yılların Ekmeği adlı sıradışı yapıtı ile İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan açlık sınırına çarpıcı bir üslupla gönderme yapar. Romanın başkişisi, Almanya’nın en bunalımlı dönemleriyle özdeşleşir ve verdiği mücadele vurucu bir dille aktarılır. Savaş sonrası Köln şehrinin yeni yeni dirilen arka planında yoksul hayatlar ve adından da anlaşılacağı üzerine ilk yılların bulunması zor ekmeği… Hikaye bir tek günde geçiyor, bir Pazartesi günü. Fakat yazar geçmişe geri dönüşler yaparak size kahramanı hakkında uzunca bir biyografi okutmuş gibi hissettirir.
“Sonra Fundahl görünür, dükkana gider, ekmeği kağıda sarmadan babama uzatır, babam da hiçbir şey söylemeksizin ekmeği alırdı. İlk seferinde ne çanta ne de kağıt vardı yanımızda ve ben yanıbaşında sessiz sedasız yürüyüp yüzündeki anlamı gözlerken babam ekmeği eve kadar kolunun altında götürmüştü. Yüzü her zamanki gibi neşeli ve mağrurdu. Ekmeği alırken ne kadar zorlandığının en ufak bir izi yoktu. Taşıyayım diye ekmeği almak istediğim zaman başını içten bir hareketle sallamıştı. Sonraları, yine pazar akşamları anneme gönderilecek bir şey olup da trene vermek üzere istasyona gittiğimiz zamanlar, hep yanımızda bir çanta bulunmasına dikkat ettim. Öyle aylar olurdu ki, daha salı gününden bu fazladan ekmek için sevinmeye başlardım. Ama bir pazar günü kapıyı birdenbire açan Fundahl’ın yüzünü görünce, bir daha ekmek alamayacağımızı hemen anladım.”
4. Xavier de Montépin (1823 – 1902), Ekmekçi Kadın, 1884
Sam Uhrdin, Baking Bread, 1917
Fransız Edebiyatı’nın en ünlü klasiklerinden Ekmekçi Kadın adlı roman yayınlandığı yıllarda önemli yankılar uyandırmış, hemen tüm dillere çevrilmiş, içerdiği toplumsal sorunlarla ve küçük insanların dramlarını anlatmadaki başarısıyla haklı bir üne kavuşmuştur. Bir dönem Yeşilçam’da da film olarak uyarlanmıştır.
“Bir fabrikada gece bekçiliği yapan iki çocuk annesi Jeanne Fortier iftira sonucu patronunu öldürmek ve fabrikayı yakmak suçlarından ömür boyu hapse mahkum olur. Oysa cinayeti işleyen ve fabrikayı yakan kadına asılan usta başı Jack Garo’dur. Cinayeti işledikten sonra Paul Harmon adında eskiden ölmüş bir arkadaşının kimliğine bürünerek sefil adam işlediği suçtan sonra Amerika’ya kaçar ve orada çok zengin bir adama önce ortak sonra da damat olur. Karısının ve ortağı olan kayınpederinin ölümünden sonra fabrikalarında tek sahibi olur. Ancak kızı Mary ölümcüldür derecede hastadır. Kızının arzusuna boyun eğerek tekrar Fransa’ya Paris’e yerleşir. Ve ondan sonra kader ağlarını örmeye başlar. Ömür boyu hapse mahkum olan Jeanne Fortier çocuklarını aramak için hapisten kaçar ve evlere ekmek dağıtan bir fırında çalışmaya başlar.”
5. Victor Hugo (1802 – 1885), Sefiller, 1861
Pieter de Hooch, A Boy Bringing Bread, 1663
Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller, çok geniş bir çerçeve içinde, toplum hayatının gerçekçi sahnelerini, insan ruhunun en derin duygularıyla birleştiren büyük bir edebi anıttır. Acılarla dolu karanlık bir dünyadan uzaklaşıp, özgür ve aydınlık bir dünyaya kavuşmak isteyen zavallı insanların öyküsüdür. Hugo, içinde yaşadığı yüzyılın toplumsal kuralları ve yasalarının yarattığı sorunları, yapay bir cehennem imgesiyle tasvir ederek betimler. Romanda, kötülük ve acılarla dolu bir yaşantıdan, düşlenen güzel bir hayata geçişi, adaletsiz bir toplumdan insan haklarına ve özgürlüğüne duyarlı bireylerin bir toplum oluşturmasını, insanların yaptıkları hataların farkına varıp gecenin karanlığından gündüzün aydınlığına geçmelerini duygulu bir şekilde dile getirir.
“Ne devlete ne de cemiyete güveni kalmamıştı. Tersanede müdür, fabrikada patron onun emeğini çalıyor, fakat kimse gelip yakalarına yapışmıyordu. Halbuki kendisi bir ekmek çaldığı için beş sene kürek cezasına mahkum edilmişti. İçi kin dolu olarak oradan ayrıldı.”
“Sefalet, sadece bir sınıfın malı veya kaderi değildir. O, bütün insanlığın ve içinde sefaletin kol gezdiği cemiyetlerin ayıbıdır. Eğer bir evde sefalet varsa, bir aile yoksulluğun, cehaletin, düşkünlüğün korkunç pençelerinde can çekişiyorsa, bundan sırası ile o evin komşuları, o mahallenin sakinleri, o şehrin kalabalıkları, o memleketin devleti sorumludur.”
6. Orhan Kemal (1914 – 1970), Ekmek Kavgası, 1949 & Önce Ekmek, 1968
Jan Steen, The Baker and His Wife, 1658
Orhan Kemal’in ekmek peşinde koşmaya başlamasıyla fabrikalar, sokaklar, hayata karşı bir duruş belirlediğinde de hapishane, onun eserlerinin gerçek hayattan alınmış mekanları olacaktır. Bu mekanlardaki insanlar onun çok iyi tanıdığı bir çevrenin insanları olarak hikayelerine yansır. Hikayelerinde yaşanmışlık, önemli yer tutar.
İlk öykü kitabı 1949 yılında yazdığı Ekmek Kavgası’dır. Fabrikada çalışan emekçiler, kenar mahalle insanları, cezaevlerindeki mahpusların yaşamlarından kesitler aktaran kitap adını, bir asker ile alayın dökülen yemek artıklarını kapışan yoksullar arasındaki çekişmeden almıştır.
“Bazan bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usulcacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu: “Allah kahretsin e mi! iki gözün kör olsun e mi!” Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu… Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu. Kocakarı gene uluyordu: “Sürüm sürüm sürün e mi! Allah belânı versin e mi!..” (Ekmek Kavgası)
Johannes Vermeer, The Milkmaid, 1657-58
Orhan Kemal’in 1968’de yazıp 1969 yılında hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, hem de Sait Faik Hikaye Armağanı kazanan öykü kitabı Önce Ekmek, kent yaşamına ve onun keşmekeşine ayak uydurma savaşı verirken, bir yandan da hayata tutunma uğraşı içinde bocalayan insan manzaralarını aktaran öyküleri içerir.
“Kirası aylarca ödenmeyen evin sokak kapısı çalındı. Ayten anladı. Fırladı sedirden koştu kapıyı açtı. Babasıydı. Şarap kızılı vurmuş ablak, koskocaman yüzüyle öfkeli girdi içeri. Bakmadı bile yüzüne kızının. Çalışsınlardı efendim. Meyhanedeki emekli haksız mıydı.. “Baktım işler gitti akıntıya. Emeklilik maaşı yetmiyor. Oğlanla kızı seferber ettim. Şimdi ikisi de işte. Evimize refah geldi, refah..” demişti. Sonra da eklemişti: “Önce ekmek..” Altları delinmiş, sarısını atmış, kat kat pençeli pabuçlarını çıkardı. Ağır ağır çıktı merdiveni.. “Önce ekmek.. Sonra başkası.. Okumak, meslek sahibi olmak.. Evet ama neyle? Önce ekmek, sonra her şey.. Bir bu kadar daha yaşayacak değilim. Bana ne kızımın ben öldükten sonraki doktorluğundan.. Kendi gibi bir doktorla ya da eczacıyla evlenir..” (Önce Ekmek)
7. Fakir Baykurt (1929 – 1999), Yarım Ekmek, 1972
Job Adriaensz Berckheyde, The Baker, 1681
Uzun yıllar Almanya’da yaşamak zorunda Fakir Baykurt’un Yarım Ekmek, Koca Ren ve Yüksek Fırınlar, Duisburg Üçlemesi olarak adlandırdığı üç romanının her birinin kendi iç bütünlüğü var. Ama üçü birbirini tamamlayarak Almanya’daki Türk insanların göç ve değişim süreci içinde yeniden biçimlenmelerinin çok boyutlu tablosunu çizer. Fakir Baykurt’un 1972’de yazıp aynı yıl Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazanan Yarım Ekmek eserinde Almanya’daki Türklerin sosyo-ekonomik nedenlerden kaynaklanan sosyo-kültürel açmazlarını, Türkiye’de yaşanılan siyasi ve sosyal bunalımlarını, insani olmayan bir biçimde verilen ölüm cezalarını vb. tüm konuları yabancılaşma ve aidiyet sorunu üzerinden işler.
“Paranın gücü yıldan yıla düştü. Eskiden bir yıla yeten bir aya yetmez oldu. Bir yandan da “evlen Kezik evlen” diyenden başımı alamıyorum. İki yıl yalnız oturdum yetimlerle. “Evlen Kezik” diyenler arttı. Demiryolcu Mustafa’nın üstüne evlenmeyeceğim. Yattığı yatağa başkasını yatırmayacağım. Ama baktım olacak gibi değil. Almanya’ya yazılmaya karar verdim. “Kezik bulaşıkçı yazıl, sıran tez gelir” dediler. “Bulaşıkçı yazın madem” dedim. Bir yıl geçmedi sıra geldi. “Kezik çocukları götürme belki gelirsin” dediler. Elbette döneceğim, kalıcı gitmiyorum üç yıl sonra dedim. Üç yıl kimin üstüne atayım üç yetimi? Öz anamın yanında ben varken sığmıyorlar. Mustafa’nın anası çoktan öldü. Yanımda aldım getirdim. Geliş o geliş. Beş yıl, on yıl, on iki yıl geçti dönmedik, daha doğrusu dönemedik.”
8. Oktay Akbal (1923 – 2015), Önce Ekmekler Bozuldu, 1946
Pablo Picasso, Still Life With Jug and Bread, 1921
Önce Ekmekler Bozuldu, Oktay Akbal’ın 40’lı yılların bir belgesel anısı olarak, yazarın İkinci Dünya Savaşı’na girme kuşkuları içinde çırpınan 18-20 yaşlarındaki bir gencin düşleri, aşkları, umutlarını kaleme aldığı otobiyografik eseridir. Akbal “Önce Ekmekler Bozuldu, 1946’da yayınlanan ilk kitabım. Annemin sattığı Tophane’deki evin parasıyla bastırmıştım. İki yüz liraya bin beşyüz tane. Her biri altmış kuruş. Kendim dağıtmıştım. Şehzadebaşı’ndaki tütüncü, altmış kuruş fiyatı çok görmüştü. “Kim alır bu paraya?” demişti; yine de hatır için camın önüne koymuştu. Kapağını Fahir Onger çizmişti. On sekiz, yirmi yaşlarındaki genç bir yazarlık heveslisinin duygusal seslenişleri.” diye anlatıyor o günleri.
“Sabah akşam işimize gidiyor, geliyoruz. Yüksek okullara girenlerimiz de oldu. Onlar da gençlikten çıktılar. Hepimizi kötü düşünceler çirkin duygular kapladı. Barış günlerinin insanları artık yok. Nice tanıdığım insanların şimdi hepsi bana yabancı geliyor. İyileri kötü, cömertleri hasis, duyguluları katı yürekli oldular. Ah, o ekmeğin bozulması, insanların mayası muhakkak ki ekmektir. Şu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski halini almaz, ama zarar yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını yeniden öğrensin. Sırasında ağlamasını veya gülmesini bilmeyene insan denemiyor. Bizler, yarı barış, yarı savaş insanları umutlarımızı kaybetmedik. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Herşey ekmekle başladı, ekmekle bitecek.”
Jean-François Millet, Woman Baking Bread, 1854
Ekmek ve Yıldızlar
Ekmek dizimde
Yıldızlar uzakta, ta uzakta.
Ekmek yiyorum yıldızlara bakarak.
Öyle dalmışım ki sormayın,
Bazan şaşırıp, ekmek yerine
Yıldız yiyorum.
Oktay Rifat
Jean-Baptiste-Siméon Chardin, Back From The Market, 1739
Susadım
Susadım
Üç tane elma soydular, üç tane portakal
Nafile
Bir bardak suyun yerini tutmadı.
Acıktım,
Kuş sütü, kuru üzüm getirdiler,
Nafile
Bir çimdik somunun yerini tutmadı.
Seni düşündüm sevgilim şükrederek,
Su gibi aziz olasın her daim,
Ekmek gibi mübarek…
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Anders Zorn, Baking the Bread, 1889
Halkın Ekmeği
Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
Bakarsınız bol olur bu ekmek,
Bakarsınız kıt,
Bakarsınız doyum olmaz tadına,
Bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek,başlar açlık,
Bozuldumu tadı,başlar hoşnutsuzluk boy atmaya…
Bertolt Brecht
(Çeviren: A. Kadir – Asım Bezirci)
Helen Mary Elizabeth Allingham, Baking The Bread
Ekmek
Dilimin ucunda bir eski arkadaş adı.
Unutulmuş şekilleri taşıyan bulutlar;
Bir gökyüzü genişliğiyle ruhuma dolar
Otların içine sırtüstü yatmanın tadı.
Avucumda sıcaklığını duyduğum ekmek;
Üstümde hatırası kadar güzel sonbahar;
O bembeyaz, o tertemiz bulutlara dalar
Düşünürüm bir çocuk türküsü söyleyerek.
Orhan Veli Kanık
Paul Cézanne, Still Life With Bread and Eggs, 1865
Defne Ormanı
Köle sahipleri ekmek kaygısı çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı,
Çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygısı çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı,
Çünkü
Ekmeklerini köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygısı çekmedikleri için ekmek yapıyorlardı,
Çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygısı çekmedikleri için ekmek yapmıyorlardı,
Çünkü
Kölelerini Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya
Melih Cevdet Anday
Kaynak
İnsan ve Ekmek – Dr Murat Kuter, 2011, Maksim Gorki – Ekmeğimi Kazanırken, Germinal – Emile Zola, İlk Yılların Ekmeği – Heinrich Böll, Heinrich Böll, Fakir Baykurt’un Romanlarında Yabancılaşma ve Aidiyet Sorunu