19 Nisan 1946’da İstanbul’da doğan Duygu Asena, tutucu olarak nitelendirilebilecek bir ailenin büyük kızıdır. Annesi Nihal Hanım, CHP eski milletvekili Ali Şevket Öndersev’in kızıdır. Babası Ahmet Muhtar Bey ise tüccar, amcası Vacit Bey DP milletvekillerindendir. Kadıköy Özel Kız Koleji ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü’nü bitirir.
“Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri yapabilmek için yalan söyleme hakkımızı kullandık kardeşim İnci’yle beraber. Daha küçükken denize gitmek, gündüz partilerine gitmek, biraz büyüyünce flört etmek, diskoteğe gitmek gibi… Büyük ablamızı üniversiteye bile göndermeyen babamı bu biçimde alt edebiliyorduk. Liseyi bitirdiğimizde ikimiz de üniversite sınavlarını kazandığımızda babamın, ‘Kazanacağınızı bilseydim sınava sokmazdım’ deyişini unutmadık.”
Duygu Asena
“Annemin güzelliği meşhurdu. Bizim adımız hiç geçmezdi, İnci güzelliğini ön plana çıkaran bir kadın olmadı. Güzellik yarışmasına girmesi babamdan kurtulmak içindi. Çünkü Milliyet Gazetesi birinci gelen kıza Londra’da okul bursu veriyordu. Ve girdi kazandı, eğitim bursunu da aldı, Milliyet Gazetesi’nin o zamanki en ünlü yazarı Halit Çapın röportaja geldi, birbirlerini sevip evlendiler, çocuk falan derken bursa gidemedi.”
Duygu Asena’nın kızkardeşi İnci Asena
“Dışarıdan baktığın zaman, benim doğduğum ev tam bir sıcak yuva. Kadın, annem, genç ve güzel. Erkek, olgun ve geliri, kazancı yerinde. Bahçe içinde, iki katlı güzel bir ev, iki çocuk. Yokluk, yoksunluk değil, fazlalık var: Komşuda olmayan sende var. Ama orada her şeyin – ve bizlerin de, eşinin, çocuklarının – sahibi olan babam dahil, kimse mutlu değildi. Sıcak olabilecek, olması gereken yuva, cehennemdi desem haksızlık olur, ama soğuktu.”
Duygu Asena, mezun olduktan sonra, Haseki Hastanesi Çocuk Kliniği’nde ve İstanbul Üniversitesi Çocuklar Evi’nde pedagog olarak çalışır. 1972 yılında Hürriyet Gazetesi’nde gazetecilik hayatına başlar. Gazetenin Kelebek ekinde Şirin takma adıyla köşe yazıları yazar. 2001 yılında Pazartesi Dergisi’nde Ayşe Düzkan’ın röportajında, “Senin gazeteciliğe başlamanda da güzelliğinin katkısı var değil mi?” sorusuna “Evet, fotomodel gibi istedi beni Zeynep Avcı, o köşeye öyle girdim ben.” diyecektir.
Duygu Asena, çok severek evlendiği eşi Gültekin Gürgen ile uyuşamadıklarını fark eder. Gazetede kendisi gibi evli olan Murat adlı bir başka gazeteciye aşık olur. Bir süre sonra durumu kocasına açar ve ayrılmak istediğini söyler. Murat da aynı şeyi yapar. Konu mahkemelik olur, Hürriyet Gazetesi’nin o dönemdeki genel yayın yönetmeni Nezih Demirkent, gazeteden beş kişiyi Duygu Asena’yı mahkemede hafif kadın olmakla suçlamak için tanıklığa gönderir. Ancak, Gültekin Gürgen mahkemede “Eşim çok namuslu kadındır” diyerek tanıklık yapar.
“Gizli, yasak bir ilişki, ama her şey de ortada! Neredeyse herkesin gözü üstümüzde. Nezih Demirkent ikide bir çağırıyor beni, ‘Bırakacaksın’ diye masaya yumruğunu vuruyor. Bendeyse şöyle bir şey var. Hangi konuda, kim olursa olsun, birisi bana ‘Yapma’ derse, ben ısrar ederim; yapacağım! Bana bunu yasaklayamazsın. Kötü bir şey yapmıyorum. Aşk yüce bir şey ve seviyorum. Yalancılık da yapmıyorum, söylemişim her şeyi açıkça… O zaman sen bana neden karışıyorsun (…) Sadece Nezih Bey değil, çalışma arkadaşlarım, özellikle kadınlar bana tavır almaya başlamıştı. Bu daha kırıcı ve öfkelendiriciydi.”
Sonuçta, Duygu Asena’nın gazeteden kovulur, askerde olan eşinden aldığı vekaletname ile boşanabilir. Ancak, yaşadıklarını bu olayın kahramanlarını başta Nezih Demirkent olmak üzere Kadının Adı Yok adlı kitabında anlatacaktır. Ardından, Ayrıntılı Haber Gazetesi’nde muhabirlik ve 1976-78 yıllarında da Man Ajans’ta metin yazarlığı yapar.
1978 yılında Gelişim Yayınları’nda Genel Yayın Yönetmeni olarak göreve başlayan Asena, 1 Aralık 1978’de yayın hayatına başlayan Kadınca Dergisi’ni bambaşka bir boyuta taşır. Gelişim Yayınları’nın kurucusu Ercan Arıklı, dergiyi başlangıçta stilist Necla Seyhun ile beraber klasik bir kadın dergisi olarak düşünür.
“Elbise patronları, kalıplar, moda haberleri, yazıları falan getiriyor. Dergiye neredeyse hiç uğramıyordu. Her iş benim üstümde. Ama birkaç ay sonra Necla Hanım benim yaptığım dergiyi bayağı buldu ve bırakıp gitti. Neymiş, seks meks yazıları koyuyormuşum. Ercan, bu bayağılaşıyor dedi ve ayrıldı.”
“Başlangıçta, 1980-1981’de daha feminizm lafı bile etmeden, ‘Çalışan Kadınlar Kendinizi Sömürtmeyin’ lafını kapağa çıkarttığım için Ercan Arıklı kızdı, karşı çıktı. Kadın özgürlüğü falan, ciddi şeyler bunlar, Batı’da az satar, burada hiç tutmaz, yapma böyle şeyler dedi. Ama baktı ki, biz o tarz gittikçe satışlar 17-18 binden 50-60 binlere tırmanıyor, sürekli tiraj alıyoruz, bir daha karışmadı.”
“Dergiye gelen mektuplardan biliyor, öğreniyorduk ki, birçok evde Kadınca Dergisi yasaklanmıştı. Babalar kızlarına, abiler bacılarına, kocalar karılarına yasakladılar Kadınca’yı. Yasal ve evet, ticari bir yayın yapıyorduk. Ama Anadolu’da çoğu evde, hatta büyük şehirlerde bile siyasi yayın muamelesi görüyorduk. Sansürleniyor, yasaklanıyorduk.”
Duygu Asena, feminizm ile tanışması hakkında, annesinin yaşadıklarına içsel bir tepki olarak, farkında olmadan ve bilinçsizce olduğunu ifade etmiştir. Bu tepkisel duruma, özel hayatında yaşadıkları ile ilgili toplum baskısı eklenince, Asena haksızlık, eşitsizlik ve ötekileştirilmeye karşı mücadeleci biri olmuştur. 70’lerin başlarında işten atılmasına yol açan, kadın olarak ahlakını ve iffetini hedef alan aşk skandalının Asena’yı fikirlerinde nasıl radikalleştirdiği tahmin edilebilir.
“Şunu söylemek lazım: 12 Eylül darbesi etkili olmuştur kadın hareketinin doğuşunda. Darbe sonrasında her türlü politik faaliyet yasaklandı. Muhalefet yasak, siyaset yasak. Solcu, entelektüel kadınlar biraz da bu yasak döneminde kendi kimliklerini sorguladılar ve tartıştılar. Biz de o dönemde el yordamıyla bir şeyler yapıyorduk, kadın hakları, eşitliği, özgürlüğü için ve bu tuttu.”
Uzun yıllardır basın dünyası içinde bulunan yazarın, Kadının Adı Yok adlı ilk kitabı 1987 yılında yayımlanır. Bu kitap ile başlayan ve bazı görüşlere göre elit feminizm olarak da adlandırılan Duygu Asena’nın feminizmi, Türkiye’de yeni bir dönemi açar. Asena, bu kitabında aile olgusunu, herkesin bildiği, çekirdek aile yapısında ele alır. Muhafazakar bir baba, babanın sözünden çıkmayan bir anne ve çocuk yaşta cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan iki kız evlat… Kadının Adı Yok, Şirin Tekeli tarafından “Türkiye’nin ilk orijinal feminist manifestosu, bu kitap yalnızca bir kadının hikayesi değil, bunun yanında kadınlara minimum kadınlık bilinci seviyesinde buluşmaları için yapılmış bir çağrı” olarak tanımlanır.
Kitap, bir yıl içinde 40 baskı yaparak Türkiye’de satış rekoru kırar. Aynı yıl Atıf Yılmaz tarafından filme alınır. Film, önemli bir gişe başarısı elde eder. Nokta Dergisi, Doruktakiler ve Boğaziçi Üniversitesi En İyi Yazar Ödülü’nü alır. Ancak 1988 yılında kitap, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından muzır bulunur ve satışı yasaklanır.
“Kitabın ilk cümlelerinde ‘Babamın yüzü kızgın bir kedi gibi, hayır hayır bir köpek, hatta bir eşek gibi’ diye yazmışım. Bu satırlar kitabın toplatılmasına, Türk aile düzenini yıkıcı ve çocuklar için muzır, yani zararlı, sakıncalı bulunmasına yol açtı. Ama sadece bu kadar değil. Hayatta beni en çok üzen iki damganın da kaynağıdır oradaki anlatım. Bunlardan biri babamdan nefret ettiğim, ikincisi de babamdan nefret ettiğim için tüm erkeklere düşman olduğumdur.”
“Kadın edebiyatçıların, yazarların yüzde doksanı, hakarete varan ifadeler kullandılar benim için, kitabım için. Dost olduklarım bile selamı kestiler. Kelebek’ten kovuluşumdaki iffetsizlik suçlamasını bir kere daha yaşıyordum adeta. Karşılaştığımız her yerde vebalıymışım gibi yüzlerini çeviriyorlardı.”
Kadının Adı Yok
“Babam hepimize, her şeyimize karışıyor. Anneme bile zaman zaman kızıyor. “Geç kalma” diyor, “Nereye gidiyorsun, kaçta geleceksin, kaç lira harcadın, kaça aldın” diye sorup duruyor. Annem bazen ağlıyor, sanırım babamdan korkuyor ve o bir gün bile babama “Kaçta geleceksin, nereye gidiyorsun, kaç para harcadın” diye sormuyor. Babamın çok parası var, annemin yok, bizim de yok, hepimize babam para veriyor. Sanırım parayı o verdiği için her şeye karışıyor, para çok önemli.”
“Annemin babamı sevdiğini sanmıyorum, ne konuşurlar, ne söyleşirler, ne birlikte içerler. Bunu anneme söylesem, iyice mutsuz olacak… ve gidemeyecek… gidecek bir yeri yok… çalışamayacak… çalışamaz… Gidebilseydi eğer, bunu ona söylerdim… Ama gidemeyecek ve söylemeyeceğim.” (Kadının Adı Yok)
Kadının Adı Yok kitabının devamı olan Aslında Aşk Da Yok, 2 yıl sonra 1989 yılında yayımlanır. Kitap, Almanya, Hollanda ve Yunanistan’da yayımlanır.
”Hiç ama hiç üzülmüyorum, yalnızca büyük bir kızgınlık var içimde. Aydın’ın gidiş şekline kızıyorum. Zayıf bir kişilik olduğu için böyle davrandığına inanıyorum. Belki de onu bırakmayacağımı sandı, kim bilir. Belki de boynuna sarılacağımı, ağlayacağımı, yolunu keseceğimi sandı, daha önce yaptığım gibi. Oysa anlaması gerekirdi artık bunları yapmayacağımı. Eğer biraz duygusal olabilseydi, o da benim yaptığım gibi son günlerde biraz beni inceleseydi, bir hoşça kal demeyi yeğlerdi… Bu daha uygar olurdu.”
“Erkekler erkekçe davranışlarından ne zaman vazgeçecekler acaba? Şu kadınca dedikleri davranışlardan üç beşine sahip olsalar, çok daha huzur ve barış içinde yaşardık. Erkek gibi olmak, erkek gibi davranmak, ağlamamak, üzüntüyü göstermemek, kaçmak mı? Buyurun… Yolunuz açık, kaçın…” (Aslında Aşk Da Yok)
13 öykü, bir masaldan oluşan Kahramanlar Hep Erkek adlı eseri, 1992’de toplumun rol kalıpları ile kuşatılan kadın ile eylemde bulunan üstün konumdaki erkek arasındaki ilişkilerin anlatımıdır. Eserde farklı meslek, eğitim ve duygu durumlarına sahip kadınlar ile onların eşi ya da sevgilisi konumundaki erkeklerin çatışmaları üzerinden kadın-erkek ilişkileri ve bu ilişkilerin etki alanı irdelenir.
“Dünya Kadınlar Günü. (…) Ömer’in sesi… Ömer’in sesi işte… Geç kaldım. Ne güzel konuşuyor, ses tonu nasıl etkileyici. Alkış, alkış, alkış… Kadınlar durmadan alkışlarla kesiyor konuşmasını. “(…) Kadınların en önemli sorunlarından biri de dayaktır. Bugün kırsal kesimde olsun, kentlerde olsun, egemen güç erkekler, ikinci sınıf gördükleri kadınları eziyorlar, dövüyorlar.. Döven erkek, sorunludur, gelişmemiştir. Kaba kuvveti, bilek gücünü kullananlar, aslında güçsüz kişilerdir. Bu kişiler için de, kurumlar için de, ülkeler için de böyledir. Kadınların dayağa hayır demeleri, ilk tokata karşı çıkmaları, erkeklerin feodal düşünceleriyle..” (Kahramanlar Hep Erkek – Nur Ya da Yalan)
Duygu Asena ve ekibinin, 1992’de Ercan Arıklı’nın Gelişim Yayınları’nı satmasından sonra geçtikleri, Milliyet grubunda önce Kim adlı bir kadın dergisi, sonra da Negatif adlı bir gençlik dergisi çıkarırlar. Kim ve Negatif, Kadınca kadar olmasa da başarılı bir dergilerdir. Fakat sonra çıkarılan Elite öyle olmaz.
“Kim’in hemen peşinden mevsimlik, üç ayda bir çıkarmayı planladığımız Elite diye bir dergi yayımladık. (…) Kadınca’daki ortalama okurumuzdan sofistike, biraz daha üst sınıftan bir kadın tipi vardı. Daha entelektüel, daha Batılı, kariyeri, düzeni yerinde, her bakımdan daha az dertli, daha az sorunlu. Şimdiki moda deyişle, trendy… Onları düşünerek hazırlamıştık Elite’i. Ya biz onları yeterince tanımıyorduk ya da daha klas, daha soft bir dergi talep eden o farklı kadınlar sözlerinde, taleplerinde samimi değillerdi, ya da başka bir şey. Elite hiç ama hiç tutmadı. Gerçi ben de dergiyi yaparken tedirgindim. Bildiğim ama çok da tanımadığım bir kesime seslendiğimin farkındaydım.”
Duygu Asena, 1992-1997 arasında, TRT 2’deki Ondan Sonra programını hazırlayıp sunar. Milliyet Gazetesi’nde başladığı köşe yazarlığını Cumhuriyet, Yarın, Habertürk ve Vatan gazetelerinde sürdürür.
1997’de yayımlanan Aynada Aşk Vardı isimli eserinde hikaye ettiği üç farklı kadının yaşadıkları ve hayatını, büyük ölçüde kendi hayatından yola çıkarak yazmıştır. Özellikle Nilüfer karakteri için annesinden esinlendiğini belirtmiştir.
“Ah şu kadınlar ne salak şeyler. Daha tanımadıkları adamlara aşık oluyorlar, aşık olunca da onlar için yapamayacakları şey yok. Çocuk bile doğuruyorlar. Sonra adamı tanımaya başlıyorlar. Bakıyorlar ki hiç de sandıkları adam değil bu. Beğenmedikleri onlarca şey çıkıyor ve kadınlar bir süre bunları görmemeye çabalıyor. Ancak bu mümkün mü? Yaşıyor ve görüyorlar, sonra adamı değiştirmeye uğraşıyorlar, beceremiyorlar. Aşk bitiyor acılar başlıyor.” (Aynada Aşk Vardı)
Kadınca Dergisi’ndeki sevilen yazılarından derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok, Temmuz 1994’te piyasaya çıkar ve ilk hafta 70 bin satarak yeni bir rekor kırar. Aynı yıl beyninde tümör olduğu teşhis edilen Duygu Asena geçirdiği ameliyata rağmen bu dönemde de yazmaya devam eder. 1995 yılında Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tarafından ikinci kez En İyi Yazar seçilir.
“Bize ille de evlenmemiz gerektiğini öğrettiler. Pembe hayallerimizin bir parçasıydı evlilik. Kayıtsız şartsız bir düş, bir mutluluk, bir masal alemiydi. Evlilik bütün olumsuz şeylerden kurtuluştu.” (Değişen Bir Şey Yok)
Duygu Asena, 2001 tarihli Aslında Özgürsün isimli eserinde, dışarıdan bir gözle bakıldığında mutlu bir evlilik süren, örnek çift olarak gösterilen eşlerin bile gerçekte kendi içlerinde aynı mutluluğu yakalayamadıklarını dile getirir.
“Hep ikinci planda olmayı kabullenmek, hep uyum göstermek, hep karşısındakini pohpohlamak ve kendini asla kavga etmemeye, sesini bile yükseltmemeye programlamak mutluluksa mutluydum… Bana anneannen böyle öğretmişti, ben de onun dediklerini aynen yaptım. Bu kadar silik olmayı kabullenmek, hep onun arkasında durmaya katlanmak, evlendikten sonra bankadan ayrılıp, onun yükselmesi için çabalamak için tek bir nedenim vardı, onun dürüstlüğü, asla yalan söylememesi…” (Aslında Özgürsün)
2003’te Aşk Gidiyorum Demez ve 2004’te Paramparça adlı kitapları yayımlanır.
“… Madem karısına bu kadar düşkündü, neden bir başkasına aşık oldu? Madem o kadın duyacak diye bu kadar endişeleniyor demek ki onu önemsiyor, bu da sevgi demektir. Birisini severken bir başka kişiye aşık olunur mu? Acaba beni sevmiyor da yalnızca basit ve geçici bir heyecan mı duyuyor? Heyecanı aşkla mı karıştırıyoruz? Nasıl anlayacağız peki duyduğumuz şeyin gerçek aşk olup olmadığını? Yoksa aşk bu mu yalnızca? Geçici bir heyecan…” (Aşk Gidiyorum Demez)
“Ne doğru ne yanlış? Doğru mu insanın sürekli birbirini sorgulaması, doğru mu sevdiğin insanın her şeyinin böylesinde kurcalanması, ille de bir şeyler araması? Doğru mu aldatılmaktan bu kadar korkmak? Gerçekse eğer o sevgi, sürmez mi araya geçici birkaç ilişki girse de? Herkes kendini yaşasa bunu karşısındakine hiç anlatmadan ve anlatmak zorunluluğu duymadan…” (Paramparça)
Duygu Asena, 30 Temmuz 2006’da İstanbul’da vefat eder, cenazesi sarı güllerle uğurlanır. Kardeşi İnci Asena şöyle der:
“Çocukluk dönemimizde Duygu bana sarı gülleri içeren bir dörtlük okurdu.
“Eğer bir gün ölürsem
Mezarıma gelip de sarı güller dikersin..
O da bir sarı güldü
Ne çabuk soldu dersin”
Hüzünlü sözleri olan bu dörtlük beni hep ağlatırdı. Onun cenazesinin örtüsünde sarı güllerin yer almasının anlamlı olacağını düşündüm.”
Kaynak
En Popüler Feminist Duygu Asena, Duygu Asena: Kadının Adını Koyan Kadın, ASILACAK KADIN VE KADININ ADI YOK ROMANLARINDA FEMİNİZMİN YORUMLANIŞI, Cinsel Kimlik Paniği ve Nesne-Özne Çatışması: Kahramanlar Hep Erkek, MISIRLI NEVÂL ES-SA‘DÂVÎ İLE DUYGU ASENA’NIN ESERLERİ VE EDEBİ KİŞİLİKLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Teşekkürler, başarılar dileriz.