Türkiye’nin önde gelen terapistlerinden, psikiyatrinin duayeni ve yazar İsmail Engin Geçtan, 12 Ocak 1932’de İzmir’de Ahmet Refik ve Zehra Sebahat Geçtan’ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası noterdir, annesi ise oğlu büyüyene kadar çalışmaz; daha sonra moda konusunda başarılı bir kariyeri olur.
Engin Geçtan’ın çocukluğu, İzmir Karşıyaka’da geçer. İzmir’in güzel mimarisi ve babası ile yaptığı kentsel keşif merakını besleyen geziler, üniversite eğitimini mimarlık üzerine yapmak istemesine neden olacak kadar etki yaratacaktır üzerinde.
Farklı geçmişlere ve ekonomik seviyelere sahip insanların sorunsuz bir şekilde bir arada yaşadıkları, sınıf farklılığı hissinin çok az olduğu şehrin bu kozmopolit nüfusu, Geçtan’ın sosyal, politik ve kültürel görüşlerini şekillendirecektir. Karşıyaka’nın dünyası öylesine farklıdır ki, gençlik döneminde ilk ziyaret ettiğinde İstanbul’u alaturka bir şehir olarak değerlendirecektir.
İzmir Karşıyaka İskele Meydanı, 1930’lar
Engin Geçtan’ın çocukluğunda kitaplar hemen bulunamadığından, o zamanlar Türkiye’de yaygın bir uygulama olan kiralama ile kitap sahibi olur ve bulabildiği her şeyi okur. Jules Verne’nin Seksen Günde Devrialem, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ilk okuma deneyimlerinden örneklerdir. Sekiz yaşındayken annesinin teşvikiyle özel İngilizce dersleri almaya başlar ve bu onu Charles Dickens gibi yazarlarla tanıştırır.
Engin Geçtan, 2000 yılında Virgül dergisi için Mustafa Arslantunalı ile Orhan Koçak’ın sorularını yanıtladığı söyleşide şunları söyler:
“Evde kitap vardı, annem geç dönem Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk dönemi yazarlarına meraklıydı, çocukken etrafımda kitap konuşulduğu da olurdu. Son yıllarda bana yazı yazmamla ilgili çok soru sorulmuş olması, unutulmuş ve çok da net olmayan bir çocukluk anımı canlandırdı. Hani çocuklara sıkıcı sorular sorarlar ya “Ne olacaksın büyüyünce?” gibi, birine “Yazar olacağım” dediğimi ve annemin bana onaylayan gözlerle baktığını hatırlar gibiyim. On beş yaşındayken ilk bağımsız seyahatimi yaptım. Döndüğümde eve yolladığım mektupların edebiliğine ilişkin bir konuşma geçmişti annemle babam arasında, yan odadan duymuştum, muhtemelen bu sonradan yüzüme de söylenmiş olabilir. Ankara’da kalmış olsaydım kurgu kitap yazar mıydım, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim tabii, ama İstanbul’un kışkırtan bir yanı olduğu kesin.”
Engin Geçtan’ın yazarlık ve edebiyata olan ilgisi, zamanla yerini bilime bırakır ve lisede fen bölümüne kaydolmasına neden olur. 1949 yılında liseden mezun olan Engin Geçtan, üniversite eğitimi için ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınır.
“Benim zamanımda saygınlık atfedilen mesleklerin sayısı zaten azdı ve durum şimdiki gibi kafa karıştırıcı değildi. Üniversite öncesinde hiçbir mesleği düşlememiştim. Bir seçim yapmam gerekiyordu yine de, mimarlığı düşündüm. O zamanlar üniversitelere kabulde ölçü, lisedeki performansınızdı, üstelik fen bölümünden mezun olmuştum, önüm tüm seçeneklere açıktı. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne kaydımı yaptırdığım gün bina bana kasvetli geldi ya da her neyse, çünkü bugün de bunu anlayabilmiş değilim, ertesi günü kendimi İstanbul Tıp Fakültesi kayıt kuyruğunda buldum. Bir iki gün bocalamadan sonra bir akşam üzeri Karaköy’den Kadıköy’e giden bir vapurun açık kısmında kararımı tıp yönünde veriverdim, nedense. Mimarlık hâlâ beni ilgilendirir, ama o dönem Türkiye’sinde mimar olmadığıma memnunum. Tıbba gelince, bende heyecan uyandırmadı. New York’tayken kolayı seçme adına psikiyatriyi seçiverdim ve kendimi bir heyulanın içinde buldum. Başı sonu belli olmayan bir alandı, özellikle o yıllarda iyice salkım saçaktı.” (Mustafa Arslantunalı & Orhan Koçak röportajı, Virgül Dergisi, 2000)
Geçtan, 1956 yılında tıp eğitimini tamamlar. Ailesinin tanıdığı olan ve ABD’de bulunan doktor Sabri Bilsel ile temasa geçer; o yıl New York’a taşınır ve Lincoln Hastanesi’nde (Bronx) staj yapar. 1957-1959 yıllarında Columbia Üniversitesi’ne bağlı bir programda, psikiyatri alanında eğitim görür. Psikiyatrinin bilinmeyenleri dikkatini çektiği için bu alana sezgisel olarak odaklanır. Anne ve babası da bu alanı geleceğin mesleği olarak gördükleri için onun bu kararını desteklerler. Psikiyatride kişisel bir metodoloji oluşturmasına izin veren temeli ise daha sonraki yıllarda atar.
Geçtan, yıllar sonra yazacağı ve son anı kitabı olan, kendi hayatını, ilk gençlik yıllarını, ABD’ye gittiği dönemlerini anlattığı Rastgele Ben’de (2016) şu satırları yazacaktır:
“Hastanenin polikliniğindeyim. Bana Türkçe küfürle günaydın diyen kızıl saçlı hemşire çömelmiş, karşısında oturan perişan görünüşlü bir adamın bacağını temizliyordu. Adamın ayağı ve bacağı binlerce kurtçukla kaplanmıştı. Muhtemelen İrlanda kökenli bir alkolik. Böyle bir şey görmemiştim, görebileceğim de söylenmemişti. Memlekette hiçbir insan bu hale gelene kadar kaderine terk edilemezdi. Ve yine o soru: Amerika bu mu?”
Geçtan, New York Üniversitesi ve Columbia Üniversitesi’nde psikiyatri ve nöroloji dallarında uzmanlık eğitimini tamamlar. Bunun yanında psikanaliz eğitimi alır ve psikanalitik psikiyatrist Alfred Messer, dünyaca ünlü çocuk psikiyatristi Lauretta Bender, tanınmış nöroloji profesörü Morris Bender ve Nachum Katz ile çalışma şansı bulur.
Varoluş ve Psikiyatri (1987) kitabının önsözünde şu satırlara yer verir: “(…) Dinamik psikiyatri ve psikoterapi alanında sunduğu deneyim ve bilgilerin yanı sıra, bir tarz edinmem de de bana örnek olmuş olan Alfred Messer’i, meslektaş ilişkisi ve profesyonellik yönünden bana çok şey kattığına inandığım Nahum Katz’ı ve bilimsel merak denen olguyu şahsında yaşadığım ve biraz da paylaşabildiğim Lauretta Bender’i burada saygıyla anmak istiyorum.”
Engin Geçtan, Broadway’de Two for the Seesaw, West Side Story gibi oyunları izlemek, Museum of Modern Art (MoMA) ve Guggenheim’ı ziyaret etmek gibi faaliyetlerin, New York’un kültürel çeşitliliğinin kendisini ne kadar zenginleştirdiğini söyleyecektir.
Askerliği sırasında, Konya Maarif Koleji’nde (Konya Meram Anadolu Lisesi) biyoloji, jeoloji, psikoloji derslerine girer. 1963-64 okul yıllığından bir fotoğraf.
1962 yılında yurda döndükten hemen sonra 2 yıl süren vatan görevini Konya Asker Hastanesi’nde yerine getirir. 1964-1966 yılları arasında uzman psikiyatr olarak Ankara Ruh Sağlığı ve Araştırma Dispanseri’nde görev yapar. Doktorlara tanınan hak çerçevesinde 1964 yılında Ankara’da muayenehane açıp psikoterapiye başlar.
Aynı yıl Ankara Radyosu ruh sağlığı hizmetlerinin tanıtımı için bir dizi program başlatılır. Geçtan, bu program için sanatçılar tarafından seslendirilen kısa skeçler ve açıklayıcı yorumlar yazar. Bu çalışma yapımcısının ayrılmasının ardından sona erse de, birkaç ay sonra radyoya geri döner ve dönemin ünlü romancılarından Adalet Ağaoğlu’nun prodüktörlüğünde koruyucu ruh sağlığı programları yapar.
1968 yılında Ankara Üniversitesi’nden doçent unvanını alır ve ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak ders vermeye başlar. 1968 yılında bir konferans için Prag’ı ziyaret ederken, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’yı işgal eder. Geçtan, kendini çatışmaların ortasında bulsa da, trenle ülkeden kaçabilir.
1966-1968 yılları arasında Ankara Üniversitesi Mediko Sosyal Merkezi Psikolojik Danışma Bölümü’nü kurup yönetir. 1968-1985 yılları arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde de psikoloji derslerine girer. 1975 yılında Profesörlük’e terfi eder. 1985 yılında İstanbul’a yerleştikten sonra ise Boğaziçi ve Marmara Üniversitesi’nde psikoloji derslerine girdiği gibi, özel muayenehanesinde hasta kabulünü de sürdürür. 1995-1999 arasında Açık Radyo’da programlar yapar.
Engin Geçtan, mesleki çalışmalarının yanı sıra edebiyatla da ilgilenir. Akademik çalışmalarının yanında, roman, deneme, anı türlerinde eserler verir. Psikiyatri üzerine yazdığı kitaplarda, genel anlamda varoluşçu psikiyatri ve psikanalitik düşünce temel konuları idi. Bunun yanında özgürlük, depresyon, birey ve toplum ilişkileri, çocukluk, yaşam ve ölüm gibi varlığın temelinde yer edinmiş kavramları da inceler.
“Yazma sürecinin en kızıştığı dönemlerde bilgisayarın başından kalkıp uyumak üzere yatağa girdiğimde tekst zihnimde kendini yazmayı sürdürebiliyor. Hatta bazen kalkıp onun talebini biraz olsun karşılamam gerekebiliyor, dört nala yol almak isteyen süreç biraz durulana dek. Bir hususu daha açıklamam gerek, siz yazdığım kurgu kitapları roman diye nitelediniz, ama ben onlara roman denilebileceğinden bir türlü emin olamıyorum, sorulduğunda “Okuduğum başka şeylere benzemeyen bir şeyler yazıyorum” diyorum, yani bana öyle geliyor.” (Mustafa Arslantunalı & Orhan Koçak Röportajı, Virgül Dergisi, 2000)
Geçtan’ın 1975 yılında yayımladığı Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar adını verdiği ilk kitabı, akademik çevrelerde yaygın biçimde kullanılmakla kalmayıp, aynı zamanda dinamik psikiyatri alanına ilgi duyan geniş bir okur kesiminin de başucu kitabı olur.
“Bazı insanlar, zorlanma sonucu içine düştükleri sıkıntılı durumlarda, her işleri yolunda gidiyormuşçasına davranma eğilimi göstererek, kendilerine ve çevrelerine karşı mutsuzluklarını kabul etmezler. Anksiyete ve çöküntü duygularını hafifletmek amacıyla birçok insanın zaman zaman kullandığı bu yadsıma yöntemi, bazı kişilerde süreklilik kazanabilir. Böyle bir insan, çöküntü duygularının bilinç düzeyine çıkmasını engellemek için kendisine ve çevresindeki kişilere sürekli olarak mutluluğunu kanıtlama çabasındadır; ancak bunun karşılığını gerçek benliğine tümden yabancılaşmakla öder.” (Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar)
Geçtan, Ankara’da yaşadığı dönemde, daha çok akademik çevre için psikiyatri kitapları yazarken, bir okuru şehir dışından gelerek, akademik dille yazdığınız kitaplarınızı, halkın da anlayabileceği bir dille yazın düşüncesiyle “Lütfen bizim için de yazın” der. Bu cümle İnsan Olmak adlı kitabının yazılmasında çok büyük etken olur; zaten yazar önsözde bu okuruna teşekkür eder. Engin Geçtan, 1982 yılında yayımlanan İnsan Olmak’la çok geniş bir okur kitlesine ulaşır.
“1981 yazında Kaş’ta, bir akşam Ali Baba Oteli’nin bahçesinde oturuyoruz. Ani bir dürtüyle yerimden kalktım, biraz yürümek istediğimi söyledim. Kamping’e kadar yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları belirlenmişti. Vahiy inmesi böyle bir şey olmalı, çünkü yürüyüşe başladığım anda aklımda hiç olmayan bir şeydi. Ertesi sabah kahvaltıda o başlıkları kâğıda döktüm.”
“İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne ya da baba olduğunda çocuğunu kendisine özgü bir dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ileriki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişçesine algılatmaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir.” (İnsan Olmak)
Geçtan, 1993 yılında Kırmızı Kitap adlı ilk romanını çıkarır. Önsözde de belirttiği gibi, romanın yazım süreci birkaç yıl önceden başlar, başlangıçta roman yazmak niyetiyle değildi bu notlar. Bir gün Geçtan’ı ziyaret eden yönetmen Atıf Yılmaz, yirmi sayfalık yazıyı görür ve okumak ister. Sonraki günlerde yolları kesiştiğinde hikayenin sonunu merak ettiğini söyler ve yazması için Engin Geçtan’ı teşvik eder.
Romanın sinematografik dilinin yanında çok katmanlı bir anlatı yapısı vardır. Yazar, her fırsatta sınırları bulanıklaştırır. Romanda Geçtan, aynı zamanda varoluşsal temaları keşfetmeyi de başarır ki, bu durum sonraki çalışmalarında daha kararlı bir eğilim haline gelir. Bunun yanında gerçeküstü anlatısını, eğlenceli bir bakış açısı ile süsler. Gazeteci Ayşe Önal bu, hayatlar romanını “İddiasız ama inatçı, soyut ama gerçek, mahcup ama arsız bir kolaj” olarak tanımlar. Kitaba, hem yurt içinde hem de yurtdışında sinemaya aktarılma konusunda ilgi olsa da, maalesef gerçekleştirilemez.
“Yaşadıklarım bana bir şeyi öğretti. İnsanın tutkularına kapılıp, geleceğine önceden el koymaya çalışmasının anlamsızlığını. Korkuya kapılıp fırtınanın yönünü değiştirmeye çalışmak yerine, fırtınanın bizi götürdüğü yerde savaşma yürekliliğini gösterebilmek. Ben bunu yapmamış olmanın bedelini ödedim.” (Kırmızı Kitap)
2001 yılında yayımlanan Kızarmış Palamutun Kokusu, İstanbul’da büyümüş kahramanın bir süredir yaşadığı Amerika’dan dönüşü ile başlar. Olaylar onu tuhaf bir zaman karmaşasının içine çeker ve kahraman kendisini, kentin ve zamanın içinde çeşitli karakterlere bürünmüş bir şekilde tarihinin içinde yolculuklara çıkarken bulur. Romanı için Geçtan, İstanbul’un tarihinin ve kültürünün izini sürerek, İstanbul’un sokak ve semtlerinde bolca yürüyüş yapar. Azize’nin yeniden ortaya çıkması ve Faust’un sınırlı bilgi arayışıyla bu romanla diğer eserleri arasında (Dersaadet’te Dans romanı) metinler arası bağlar kurar. Feridun Andaç yazarın üslubu için “Değişimin rengini, kopuşun ve tükenişin dilini bu denli sıcak, yüreklice anlatan bir yazarın kanatlarında olmak” diye tanımlar.
“Namevcutluğun hüznü, yerini insanları onların haberi olmadan gözleyebiliyor ve dinleyebiliyor olmanın üstünlüğüne bırakıyor. Bir şeyi kaybedince bir başka şeyi kazanıyor olduğuna inanmak, insan denilen mahlukun kendine karşı çevirdiği hilelerin en acımasızı olmalı. Kendimi kah o mekanda kah bir diğerinde, kah bu zamanda kah bir diğer zamanda bularak dolaşıyorum. Yazgım beni hangi anda hangi yöne savurmaya uygun görmüşse.” (Kızarmış Palamutun Kokusu)
Engin Geçtan’ın, 2002 yılında yayımlanan Hayat adlı kitabı, uzun yıllardır sürdürdüğü klinik deneyimin ardından psikiyatriye, ülkemiz insanına ve bugün kaosun kenarında yaşanan süreçlere bakışını dile getirdiği bir eser. Özellikle büyük kent insanının günlük yaşamında hiç düşünmeden gerçekleştirdiği onlarca ayrıntıyı sade bir dille gözlemleyen Geçtan, bunların hayatımızda aslında ne büyük boşluklara karşılık gelebileceğini saptıyor. Terapi deneyimlerinden örneklere de yer verdiği kitabında yabancılaşmadan kuantum kuramına, kaosa kadar pek çok konuya da değiniyor.
Ayşe Arman’la 2003 tarihli röportajında Hayat’la ilgili olarak şunları söyler: “Kitap taslak halindeydi. Yayıncım okudu ve dedi ki “Bu kitap biraz fazla utangaç değil mi?”. Grafiker arkadaşımız ise “fazla mütevazı” bulmuş. Hoşuma gitti. Antik Yunan tiyatrosunda bir kural vardır: Katarsis, seyirciye aittir. Yıllar önce, tiyatronun politize olduğu dönemde Ankara’daydım. Politik mesajlı bir oyun oynanıyordu. Oyunun sonunda oyuncular sahneye çıkıp “Bağımsız Türkiye!” diye bağırdılar ve ben çok rahatsız oldum. Çünkü onlar bağırdılar. Oysa beni bağırtmalıydılar. Bu kitap da farkındaysanız, okuyucuyu bir yere kadar getirip bırakıyor. Ötesi onlara ait.”
“Bana göre hayat, bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl var olduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler… Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu! Bence hayat, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın. Ama insanlık tarihi boyunca, onu karmaşık bir hale getirme yönünde inanılmaz ustalaşmışız! Çözülmesi zor bir yumağa dönüştürmüşüz…” (Hayat)
Engin Geçtan, editörü ile konuşmaya giderken önünde yürüyen on yaşlarındaki çocuğun annesine “Bu ülke adaletli bir yer değil” dediğini duyar. Ana babalarının yüklerini çeken bir ülkede büyüyen bu çocukların ileride, “yaşlı gençler” olmaya aday olduğunu görür ve Zamane adlı kitabının yazımına böyle başlar.
2016 yılında yayımlanan ve bir anı-deneme çalışması denebilecek ve hayatı daha iyi anlamak için ipuçları ile dolu olan Zamane’de, bireyin özerkliği, kimlik sorunları, otorite ve öfke, aidiyet duygusu, çözülen değerler ve umursamazlık, sıkışmış kızgınlıklar, korku, ensest gibi konular irdelenir. Zamane, Türkiye’de yaşananlara psikiyatri çerçevesinden bakan bir kitap.
“Yetmişli yıllarda bir arayış vardı, artık sıkmaya başlayan bir kabuğu çatlatmak istercesine. Askeri yönetim bunu engellemekle yetinmedi, gençliği politikadan uzak tutmak için özel bir çaba gösterdi ve izleri bugüne kadar taşınan bir ölçüde başarılı da oldu. Çağdaş bir insan için politik tavır kimliğinin doğal bir boyutudur. Bu boyutun oluşumu ketlendiğinde politik inançların yerini, yarattığı regresyondan ötürü, körü körüne bir kitlesel fanatizm alabilir. (…) Kimlik boşluğunun bir ideoloji ya da inanç sistemiyle giderilmeye çalışmasının içeriği, 1980 sonrasında farklı alanlara yönelerek varlığını sürdürmekte. Toplumun bir kesimi İslami inançlarını ideolojik boyuta taşırken, bir diğer kesimi aynı boşluğu milliyetçi görüşlerle dengelemeye çalıştı. Bir diğer kesim ise cumhuriyetin başlangıcındaki ilkelere eskisinden daha katı ve kararlı bir biçimde tutundu. (…) Dolayısıyla gelinen aşamada, demokrasi yolunda ilerleyişi ketleyici etkisi olan kolektif bir kitlenme söz konusu. Askeri darbe olmasaydı neler yaşardık sorusunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz.” (Zamane)
“Halimiz. Bu fotoğraf onu yansıtıyor. Kitabı buradaki arkadaşlara verdim, fotoğrafla uğraşmaktan bir süre kitabın içine bakamadılar.”
Geçtan, 2000 yılında Filiz Aygündüz’ün sorularını yanıtladığı Milliyet Kitap & Sanat söyleşisinde şöyle der: “Mevcut sözcükler anlatmak istediklerinize yetmiyor. O zaman hikayeler içinde anlatmaya çalışıyorsunuz. Bana göre, insanlar almaya hazır oldukları noktaların karşılığını kitapta bulurlar. Geri kalanını görmezler. Hayatı, ona katıldığınız oranda öğrenirsiniz. Okuyarak ya da gözlem yoluyla öğrenilebilecek bir şey değil hayat.”
Ayşe Arman’ın 2003 yılında Hürriyet Gazetesi için yaptığı röportajda, çağın hastalığı maskeli depresyonun belirtilerini şöyle sıralıyor Engin Geçtan: “Saymakla bitmez! İşler yolundaymış gibi yaşayanlar. Yani mış gibi yapanlar. Evinde yalnız kalamayanlar, sürekli çalışanlar, durmaksızın koşturanlar, uyuşturucusu “hız” olanlar. İçimizdeki boşluk sözünü ettiğim. Bir şeylerle sürekli doldurmaya çalışıyoruz. Victor Frankl bu olguyu “nojenik nevroz” olarak adlandırmıştı. Varoluş ve Psikiyatri adlı kitabımda ben ancak üç sayfada anlatabildim. Sonra bir gün Balık Pazarı’na alışverişe gittiğimde bir duvar yazısı gördüm. Yazdıklarımı bir cümlede bu kadar iyi anlatacak başka bir laf yoktu, şaşırdım. Şöyle yazıyordu: “Hayat boştur, ama içine sıçınca dolar!”
“Dalay Lama diyor ki, günde bir süre yalnız kalın. Ama öyle bir durumdayız ki, bir kesimin yaşayış şekli şu: “Annem nerede?” Bebeklikten çocukluğa geçildiği dönemde, çocuk, ilk bağımsız denemelerini yaparken, bir taraftan da annesinden uzakta olmasına rağmen onun evin neresinde olduğunu sürekli denetler. Şimdi bu durumu hatırlatırcasına cep telefonu devreye giriyor. “Yerinde mi telefonları” diyorum ben ona. “Security check” yani. Sevgilisinin, eşinin dostunun nerede olduğunu bilmek istiyor. Kendini öyle güvende hissediyor. İyi ama ben sürekli sizin nerede olduğunuzu biliyorsam, siz de benim nerede olduğumu biliyorsanız, hababam telefonda anlamsız konuşmalar yapıyorsak, bir araya geldiğimizde birbirimize anlatacak hikayemiz olmuyor! Bunda aynı zamanda insanların o anda kendileriyle ne yapacaklarını bilememelerinin de payı olabilir. Bir hikâyesizliktir gidiyor. Bazen bana “Siz dünyayı nasıl böyle olduğu gibi kabul edebiliyorsunuz?” diyorlar. “Cepten yiyorum” diyorum. Kendi kuşağıma bakınca şunu görüyorum: Bizim hayatlarımız kendiliğinden akmış gibi. Telaşsız bir biçimde. Halbuki şimdi bazı genç insanlarınki ya akmıyor ya da dişli çark gibi duruyor. Bir dinozor olduğum için de böyle görüyor olabilirim tabii! Ama hayatı kendimize ısmarlamak için debelenmediğimizde hayat bize gelir…” (Ayşe Arman 2003 yılı Hürriyet Gazetesi Röportajı)
Engin Geçtan, 19 Şubat 2018’de İstanbul’da yaşama veda eder. Evlenmediği ve çocuğu bulunmadığı için bütün mirasını Türk Eğitim Vakfı’na bırakır.
Romanları: Kırmızı Kitap (1993), Dersaadet’te Dans (1995), Bir Günlük Yerim Kaldı İster Misiniz? (1997), Kızarmış Palamutun Kokusu (2001), Tren (2004), Kuru Su (2008), Mesela Saat Onda (2015).
Anı/Hatıra kitapları: Rastgele Ben (2016).
Deneme: Kimbilir? (1998), Hayat (2002), Zamane (2016).
Söyleşi: Seyyar (2005).
Mesleki Kitaplar (Araştırma-İnceleme): Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar (1974, Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar adıyla 1988), Psikanaliz ve Sonrası (1980), İnsan Olmak (1982), Varoluş ve Psikiyatri (1987), Psikodinamik Varoluş ve Psikiyatri (2003), Lanet-Son Tabuyla Yüzleşme (2004), Orada, Bir Arada (2017).
Kaynak
Engin Geçtan – Burcu Alkan, Esas Hayat Alanımızı Daraltırsak Kaybederiz,“Engin Geçtan’la ‘Hayat’ Üzerine Bir Röportaj – Metis Söyleşileri, Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni – Cilt 21, Sayı 1, 2018, Engin Geçtan, İnsan Olmak