Sabahattin Ali, ülkemizde kıymeti sonradan anlaşılan değerlerimize verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Kürk Mantolu Madonna başta olmak üzere birçok kitabı yeniden popüler olmaya ve yeni nesil tarafından tanınmaya başlandı. Sabahattin Ali’nin hayatını, önemli eserlerini ve eserlerinden alıntıları derledik.
Etrafındaki insanlar hep güzel sözcüklerle anıyor Sabahattin Ali’yi. Sempatik, kabına sığamayan, güler yüzlü… Dostlarından Niyazi Berkes, “Sabahattin ak saçlı, altın gözlüklü, iyi giyimli bir efendi kılığına girmiş bir çocuk insandı” şeklinde ifade ediyor onu. Oysa dışarıdan bakıldığında mutlu zannedilen ama içinde fırtınalar kopan bir adamdır o.
Ayşe Sıtkı İlhan’a şu satırları yazar: “Ve ben ruhumu dinlendirecek bir köşe aramak için dört tarafa koşup çırpınırken, günün birinde herkesten daha yorgun, herkesten daha perişan bir kenara yıkılıp kalacağım. Yaptığım bu cehennemi koşuda her karşılaştım ile gülerek konuşacağım, şimdiye kadar benim kaşımı çattığımı gören yoktur, beni gözü yaşlı gören yoktur, bundan sonra da olmayacaktır. Beni kim hatırlasa gülümseyecektir. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da sevdiklerim arasında hayattan korkan, yeis içinde olanlar bulunursa onlara elimden geldiği kadar teselli ve cesaret vereceğim, onları felaketime karşı gülmeye sevk edeceğim ve hiç kimse benim dünyada en çok gözyaşı dökenlerden, cesaret ve neşesi en az olanlardan biri olduğumu tahmin edemeyecektir.”
Sabahattin Ali aşka aşık bir insandır ki hikayeleri, romanları aşk teması üzerine kuruludur çoğunlukla. Hatta Nazım Hikmet çok romantik olmakla eleştirir onu. “15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun aşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum” der aşk konusunda.
Sabahattin Ali, bir dönem evlenmek istediği Ayşe Sıtkı’ya, İki Gözüm Ayşe diye başlayan, çoğu cezaevlerinden yazılmış 67 mektup, şiirler ve öyküler gönderir. Bu mektuplarda biraz aşk, çokça dostluk var.
“Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine aşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat aşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.”
Eşi Aliye’ye nişanlıyken yazdığı mektupta şöyle diyor:
“Mektubunu aldım. ‘Ben fena kız değilim, senin meyus olmayıp saadetin için hayatımı şimdi fedaya hazırım!’ diyorsun. Aliye, bana böyle şeyler yazma… Sonra ben sana deli gibi aşık olurum. Senin ne iyi kız olduğunu biliyorum. Muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. Bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım…Mektubundaki ‘Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm!’ cümlesini belki elli defa okudum. Ah Aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. Benim nasıl sevebileceğimi göreceksin.”
Sabahattin Ali 1907’de asker bir babanın üç çocuğundan biri olarak Gümülcine’de dünyaya gelir. İstanbul’da başlayan çocukluğu Çanakkale ve Edremit’te sıkıntılı bir biçimde devam eder. Babasının cephe görevi, özellikle Çanakkale Savaşı sırasında ailecek savaşın tesirinde kalmaları nedeniyle annesinin bozulan ruh hali, yaşanan maddi zorluklar çocuk ruhuna fazlasıyla etki eder. Okul hayatında çalışkan bir öğrenci olarak anılan Sabahattin Ali ilk yazarlık deneyimlerini de yaptığı Balıkesir Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırır. Burada okul gazetesi çıkarır ve çeşitli dergilere yazılar gönderir. Bazı sıkıntılar nedeniyle buradan ayrılır ve İstanbul Muallim Mektebi’nde tamamlar okulu. 1927’de Yozgat Cumhuriyet İlkokulu’na atanır, 1928’de ise Maarif Vekaleti’nin açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya öğrenci olarak gönderilir.
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sından 15 Muhteşem Alıntı
Sabahattin Ali Sözleri ve Alıntıları
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undan 5 Muhteşem Alıntı
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ından 15 Etkileyici Alıntı
Objektifinden 9 Fotoğrafla Sabahattin Ali’nin Fotoğrafçı Kimliği
Sabahattin Ali Şiiri Olduğunu Bilmediğiniz 10 Meşhur Şarkı
1930’da geri dönmüştür. Almanya’da geçen zamanını, talebelik yıllarının en güzel zamanları olarak ifade eden Sabahattin Ali burada sonradan hikayelerine malzeme olacak pek çok gözlem yapar. Asıl önemlisi fikir dünyasında değişiklikler yaşamış ve giderken eğilimli olduğu milliyetçiliğin yerini sosyalizm almıştır. Bu dönemde onu, Nazım Hikmet fikren beslemiştir. Nazım Hikmet Resimli Ay Dergisi’nde tanışmalarını şöyle anlatır: “Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikayeler yazdığını ve ismin Sabahattin Ali olduğunu söyledi, hikayelerinden birini bıraktı. Çıktı.” Bu sıralar Sabahattin Ali’nin fikren kafası karışıktır, çünkü hem Resimli Ay’da hem de milliyetçiliği ile bilinen Nihal Atsız’ın çıkardığı Atsız Mecmua’da yazmaktadır.
O sıralar daha çok şiirle uğraşır Sabahattin Ali. Hem şiirlerinde hem de öykü ve romanlarında, egemen güçler tarafından belirlenmiş, kurallara başkaldıran, bu güçlerin kendilerini ezmesine izin vermeyen bireylerin bilinci mevcuttur. Yazdıklarından ötürü kendisini bekleyen kötü yazgının adeta farkında olarak yaşar ve bunu özellikle şiirlerinde hissettirir. Kızı Filiz Ali ise “Babam kendisini daha ziyade öykücü olarak görüyordu. Öykücülüğe çok özen gösterdiğini biliyorum. Fakat çok ilginçtir, son 20 yıldır Sabahattin Ali dendiği vakit, şiirleri geliyor akla. Ve şiirlerinden şarkı yapılıyor! Herhalde hayattayken birisi böyle bir şey söyleseydi, gülerdi kahkahalarla. Babam, kendisini şair olarak görmezdi.”
1934 yılında ilk şiir kitabı Dağlar ve Rüzgar yayınlandı.
“Başım da saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
Bir gün kadrim bilinirse
İsmim aza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır.”
Dağlar, 1931
“Seneler sürer her gün
Yalnız gitmekten yorgunum
Zannetme sana dargını
Ben gene sana vurgunum.
Dağları aşınca başım
Geri kaldı her yoldaşım
Gel sevgilim, gel kardaşım
Ben gene sana vurgunum.
İtilmiş, tekmelenmişim,
Doğduğum günde yanmışım
Yalnız sana güvenmişim
Ben gene sana vurgunum.”
Eskisi Gibi, 1931
Mayıs 1931’de Aydın’da komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle açılan dava ile Sabahattin Ali’yi ölüme sürükleyen davalar faslı da başlamış olur. 22 Aralık 1932’de bir arkadaş toplantısında Atatürk’e hakaret eden bir şiir okuduğu iddiasıyla yargılanmış, Konya Hapishanesi’ne konmuştur. 1933’te ise zamanın sürgün yerlerinden biri olan Sinop Kalesi’ne gönderilir. Sinop Cezaevi’nde kaldığı süreçteki gözlemleri, Sabahattin Ali’yi derinden etkilemiş ve bu durum özellikle hikayelerinde gün yüzüne çıkmıştır. Duvar, Çaydanlık, Kazlar öyküleri hapishane gözlemlerinin ürünüdür.
“Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?
Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi, unutmayı alırlardı.”
Duvar
İlk öykü kitabı olan Değirmen yayımladığında şu yorumu yapar Nazım Hikmet: “Sabahattin köyü, kasabayı, köylüyü, kasabalıyı çok iyi biliyor, duyuyor ve yaşatıyor. Dili pürüzsüzdür.”
Sabahattin Ali çok güçlü bir gözlemcidir ve bu gözlemleri kendi hayatı ile harmanlayarak yapıtlarına ustaca yerleştirmektedir. Sabahattin Ali’nin Değirmen’deki öyküleri, bireysel konulan ele alan, masal öğeleriyle süslü, romantik öykülerdir.
“- Ey sevgilim, dedi.
– Ey narin vücudunun, ipek saçlarının, donuk pembe dudaklarının değil, bütün ihtiras ve iptilalarının da bana ait olmasını istediğim sevgilim, artık viyolonseli bırak, yalnız beni dinle, yalnız benim kalbimin tellerinde nağmeler bulmaya çalış. Aşk ne kadar hodbindir! Genç kız:
– Madem ki sen istemiyorsun sevgilim, dedi.
– Ben artık viyolonsel çalmayacağım… Nağmelerimi yalnız senin sözlerinde arayacağım. Gözlerinde, sahibi için, yaşadığı ormanı bırakan bir ceylanın garip mahzunluğu vardı. Sanat, ilahi sanat aşka yenilmişti. Ve aşk ne kadar kudretlidir!”
Değirmen kitabından, Viyolensel, 1935
İkinci öykü kitabı Kağnı’da artık kendini topluma ve onun sorunlarını dile getirmeye adamış bir yazar olarak karşımıza çıkar. Zaten Değirmen’den sonraki öykü kitaplarıyla, gözlemci gerçekçilikten çok toplumsal gerçekçiliğe uygun öyküler kaleme alır öykülerinde. Anadolu insanını, ağa, esnaf, köylü, bürokrat ilişkilerini bütün gerçekliğiyle görmek mümkündür. Ali, bu öykülerinde, sürekli ezilen, hor görülen yoksul insanların tarafını tutarken ezenleri eleştirmektedir.
“Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük görünen Anadolu, çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer küçük dünyadır. Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin ara sıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından bu dünyayı görebilmek kolay, hatta mümkün değildir, fakat yirmi beş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlıbaşına bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir: Oralarda uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lazımdır. Birkaç büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zaman, ne kadar ayrı bir alemin insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan birtakım şeylerin buralarda adının bile anılmadığını, senelerin burada ancak resmi birkaç binada ve kahvenin mermer masasının üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü, yaylı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde ağır ağır dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark edince şaşırır ve hemen kaçmak isterler.”
Kağnı kitabından, Arap Hayri, 1936
Kuyucaklı Yusuf, başkaldırı temasını işleyen ilk roman Türk edebiyatında. Diğer yandan Anadolu’daki toplumsal düzene yönelik getirdiği eleştirilerle de öncü sayılabilir. Bu özelliğiyle, Türk romanının o döneme değin ana sorunu olan batılılaşmama dışına çıkmış ve 1950’lerde yaygınlaşmaya başlayan köy edebiyatına, yönelişte de önemli rol oynamıştır.
“Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinden koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı. Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkansızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu hapsedildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?
Halbuki Muazzez’e karşı olan hisleri büsbütün başkaydı. Onu hariçte bir mevcut, yabancı ve başka bir insan olarak düşünmüyor; kendisinin bir parçası, kolu, gözü ve yüreği olarak tasavvur ediyordu. Burada beğenmek veya beğenmemek, sevmek veya sevmemek, hayran olmak veya küçük görmek bahis mevzuu olamazdı.”
Kuyucaklı Yusuf, 1937
Gerek dönemin şartları, gerek ideolojik görüşü nedeniyle Sabahattin Ali 1940’tan sonra muhalif kimliği ile ön plana çıkmaktadır. 1940’ta çıkan İçimizdeki Şeytan romanında ırkçı-milliyetçi kesimi yerdiği gerekçesiyle Nihal Atsız ve arkadaşlarının hedefi haline gelir ve aralarında bir mücadele başlar. 1944’te Nihal Atsız’a açtığı hakaret davasını izleyen Irkçılık-Turancılık davası bu mücadelenin sonucudur.
İçimizdeki Şeytan’da dergici, gazeteci, makaleler yazan siyasi mücadele insanı Sabahattin Ali’nin gölgesi hissedilir metnin içinde. Romanın başlangıcından sonuna kadar sürekli iç çatışmalar yaşayan ve romana adını vermiş içimizdeki şeytan kavramının yaratıcısı olmuş kahraman Ömer, roman sonunda içindeki şeytanı görmüş, değişerek başka bir kişiliğe bürünür.
“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar da kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır… Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkanına malik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!”
İçimizdeki Şeytan, 1940
Kürk Mantolu Madonna romanı, Hakikat Gazetesi’nde 1940- 1941 tarihinde Büyük Hikaye adıyla tefrika edilir ve kitap olarak da 1943 yılında yayımlanır. Cevdet Kudret bu roman için Sabahattin Ali’nin Lüzumsuz Adam başlığını düşündüğünü ancak z ve s seslerinin kakofonisinden hoşlanmayarak bu isimden vazgeçtiğini söyler. Pertev Naili Boratav ise yazarın bu romanın başlığını, Sabahattin Ali’nin Almanya’da tanıdığı ve aşık olduğu Frolayn Puder adlı bir bayanın yirmi sekiz yaşında olması nedeniyle Yirmi Sekiz olarak düşündüğünü söyler. Eser yayınlandığında kimi çevrelerce fazla romantik ve anlamsız bulunmuştur.
“Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu… Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı… Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: “Bu beni anlamaz! “demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar!” diyordum…”
Kürk Mantolu Madonna, 1943
“- Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim! diye ağlıyordu. Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu. Melek yanındaki garsona:
– Şu adamı kaldırıversene, dedi. Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:
– Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek… Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek… Hiç kavga etmeyecek… Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:
-Hadi kalksana, ne olursun! diye tekrar ağlamaya başlıyordu. Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:
-Kaldırıversenize, ne olur? dedi.
-İki gündür eve uğramıyor, hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!
Melek ve garson, Hüseyin Avni’nin kollarına yapıştılar. Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu. Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü. Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:
-Demek şimdiki de sensin ha? dedi.”
Yeni Dünya kitabından, Hanende Melek, 1943
1944’teki Irkçılık-Turancılık davasının rövanşı olarak değerlendirilen ve 1947’de görülmeye başlanan ve Hasan Ali-Kenan Öner davası olarak basında geniş yer kaplayan davanın hedef kişilerinden biri haline gelir Sabahattin Ali. Sokak gösterilerine sahne olan dava süresince satıcılardan toplanan Aziz Nesin’le çıkardıkları Marko Paşa Dergisi ile Sabahattin Ali’nin yapıtlarının yakılması da gösterilerin olmazsa olmaz parçası haline gelmiştir.
“Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin? diyorlar. Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan, bir karış toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden, cezaevlerinde ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden, doktor bulamayanlardan, hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?
Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önünde. Sade güler yüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile var. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ızdıraptan, nefretten değil… Rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.
Ah, ben hayvanları çok severim. Bütün canlı mahlukları, hayatı, güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim içimi sevinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya gelmemişim. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor. Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!” (Sırça Köşk kitabından, Bahtiyar Köpek, 1947)
1947’de Marko Paşa’nın yayınlanmaya başlamasından sonra ise yazdığı her yazı dava edilmiş, çıkardığı dergiler kapatılmış. Baskılardan kurtulmak için matbaa makinelerini satmış ve kamyonculuğa başlamış, bir süre devam etmiştir. Sabahattin Ali’nin nakliyeciliğin yurtdışına kaçış için bir paravan olduğu da söylenmektedir. 1947’de Paşakapısı Hapishanesi’ndeyken Sabahattin Ali, burada eski bir asker olan Ali Ertekin isimli şahısla yurtdışına adam kaçıran Berber Hasan Tural ile ahbaplık kurar. Sabahattin Ali bu şahıs aracılığı ile Bulgaristan sınırından yurtdışına çıkacaktır. 29 Mart 1948 günü başlayan yolculuğun akıbetini 12 Ocak 1949 tarihli gazete manşetleri şu şekilde verecektir: “Sabahattin Ali Bulgar sınırında öldürüldü.”
Sabahattin Ali yolculuk sırasında planlarından bahsetmiş, yurt dışındaki Türkleri örgütleyip Türkiye’ye dönerek yönetimi devirecektir. Bunları duyduğunda milliyetçilik duyguları kabaran Ali Ertekin galeyana gelerek Sabahattin Ali’yi öldürmüştür. Hikaye böyledir. Ali Ertekin’in çelişkili ifadeleri, değişik zamanlarda, değişik kişilerin ölümün yeri, zamanı açısından farklı açıklamaları, bu ölümü muamma haline getirmiştir. Bugün hala Sabahattin Ali ismi faili meçhuller arasında.
Kaynak
Ben Kendim İyi İnsan Olmak İsterim – Fadime Güngör, Yabancılaşma Olgusu ve Kürk Mantolu Madonna – Nilüfer İlhan
Yorum Yap