Ateşten Gömlek, Sinekli Bakkal, Vurun Kahpeye romanlarıyla tanıdığımız Halide Edip Adıvar’ın romanlarından çarpıcı alıntıları derledik.
1. Raik’in Annesi (1909)
Halide Edip Adıvar, tüm ilk dönem romanlarında olduğu gibi, Raik’in Annesi adlı romanında da anlatıcı erkektir ve ideal bir kadını anlatmakta, ona olan hayranlığını ve aşkını dile getirmektedir. Raik’in Annesi’nde Siret, aşık olduğu kadın Refika’ya ilgisini, bencilce ve cinsel isteklerini ön plana koyarak değil, arzularını bastırarak, Refika’nın ve oğlu Raik’in iyiliğini düşünerek, kocasıyla onu tekrar barıştırarak gösterecektir. Romanda erkek anlatıcının ağzından olayları dinleyen ve onun gözüyle ideal kadını algılayan okura kadın dramını kayda değer bir anlayışla iletir.
“Bakınız ben nasıl kadın isterim. Dil isterse bilsin, hatta iki üç; fakat hiçbir zaman Beyoğlu’nda Fransızca pazarlık etmesin. Fransız kadınlarını taklit edeceğim diye sahte gülüşler, garip el ovuşturmalar, baş sallamalar, sıçrayarak yürümeler yapmasın. Her lüzumsuz şeye Fransızca hayret etmesin. Babasını görünce “Oh! mon per” bir şeyden korkunca “Oh! mondiyö” demesin, Tanrı’ya inansın ara sıra camiye gitsin. Bizim yüksek, kül renkli, loş kubbelerde inleyerek sesi yansıtan yakarışların, göz kamaştırıcı bir düzenle, o kubbe altında yere sürünen alınların çıkardığı sesin şiir ve ululuğunu ruhça duyabilecek, bu ulu ibadetin iç korkusu ile ruhu titreyen bir kadın, sonra bütün bu duygularını çocuklarına aşılayacak bir kadın olsun. Musiki bilirse, ağır klasik, ciddi şeyler bilsin! Biraz da çocuğunu uyutacak ninniler çalsın. Saçları, mutlak gözü dinlendirecek biçimde koyuca bir küme teşkil etsin, bütün davranışı duruşu sade olsun, gözleri güleç, ağzı şefkatli, elleri yumuşak olsun.”
2. Sevviye Talip (1910)
Sevviye Talip adlı romanda anlatıcı Halide Edip’in tüm romanlarında olduğu gibi yine erkektir: Fahir. Romanda, Fahir’in geleneğe fazlasıyla bağlı karısını Meşrutiyet’in ilanından sonra oluşturulmak istenen modern kadın normlarına sokma çabası, bunu başaramaması, fakat bu seferde başka bir kadına aşık olması konu edilir. Romana Meşrutiyet dönemindeki kadın algılayışı ve inşası üzerinden baktığımızda iki ayrı kadın görürüz. Biri çocuğunu eğiten, yeni bir nesil yetiştiren, toplumsal değişime ayak uydurur hale getirilmiş kadın Macide, diğeri ise kendi bedeninin tasarrufunu kendi elinde bulunduran ve seçimlerinde özgür olan ve bu nedenle tam bir kadın-erkek eşitliğinin karşılığı olan Sevviye. Her iki kadın imajının mutsuzluğuna neden olan ise yine erkek karakterin tenselliğe eğilimi.
“Meşrutiyet’ten sonra kadınlarda büyük bir çabalama görüldüğünü söylemişlerdi. Ben bu aralık bir kadın meselesi çıkmasına karşıyım. Fakat bu meseleye karşı erkeklerin görüşlerini, onların takınacağı durumu incelemeye değer görüyorum. Bana geliyor ki, yurt bu bakımdan ikiye ayrılmış olacak: Bir kısım mutaassıp bir kesim olarak bu şeyleri kökünden ezip mahvetmek isteyecek eskiler… Öbür kısım kadınlar, daha hürriyeti iyi kullanabilecek bir eğitim görmeden, bir ahlak olgunluğu geçirmeden, onlara kesin bir hürriyet vermek isteyecek züppeler! Bir kısmı kadını esir yapacak, öbür kısmı ona süslü oyuncak gözüyle bakacak. Eğer kadına arkadaş ve gelecek neslin biricik annesi ve eğiticisi diye bakanlar ve onları o surette yetiştirmek isteyenler varsa bunlar azınlıkta ya da nazariyesi bol, davranışı az olan yanda… Ben hangi yandayım? Pek bilmiyorum. Kadın meselesi için açık bir fikrim ve isteğim yok. Bu beni içinden çıkılmaz bir bilmece gibi yorar, esnetir. Sanıyorum ki toplum şartlarımız kadınlar için derin düşünmeye elverişli değil, derinleştirmeye gelmez ince meselelerden biri.”
3. Handan (1912)
Handan, bir kadın yazarın, bir kadının duygularını tüm samimiyetiyle ortaya koyan ilk romanlarımızdandır. Berna Moran’a göre roman, “Bireysel, psikolojik aşk romanıdır. Yazar, kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiliyi dile getirmek istediği için onların iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla şiddetli bir tutkuya dönüşümünü sergiler.” Handan bu yönüyle genç bir kadının içsel buhranlarının ele alındığı bir romandır. Tabii ki bunun yanında, evlenme, Doğu-Batı, kadın, din, aşkı da geniş bir şekilde işler. Romanın başkarakteri Handan ile yazar arasında çok açık benzerlikler bulunmaktadır. Roman otobiyografik özellikler taşıdığından, yazarın bir kadın olarak kendini yazma, kadın psikolojisini ve aşk duygusunu işleme şekli önem kazanmaktadır.
“Değil cennet, hatta cehennem, cehennemin en yakıcı, en işkence edici derinlikleri bile beni kusup atmalı. Ben ebediyen hiçbir yerde kendime yer bulamamalıyım. Hava, deniz ve esir beni reddetmeli, vücudumu tabiatın hiçbir unsuru kabul etmemeli, ruhumu hiçbir ahret, hiçbir mabut, ebediyen kovularak, ebediyen yüzümü, mülevves yüzümü, günahkar ruhumu örtmek, saklamak için bucak bucak gitmeli, sürünmeli, kahrolmalıyım! Fakat olmayacağım değil mi? Üç gün sonra yine Allah’ın cennetinden ezvak-ı mukaddeseyi yere getiren, kirleten ruhumla, Refik Cemal ile yan yana, el ele İstanbul’a gideceğiz, en sevgili çehreleri yalancı tebessümler, en sevgili elleri hiyanetkar temaslarla aldatmak için gideceğim, öyle mi? Çekil Handan, senden iğreniyorum; çekil Handan, seni mahvetmek, yok etmek istiyorum. Fakat eczanın dağılacağı sulardan, topraklardan utanıyorum! Onlar o kadar alçak bir şey daha almamışlardır, almayacaklardır.”
4. Yeni Turan (1913)
Halide Edip Adıvar, Yeni Turan romanında Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını yavaşlatmak için yeni düşünce ortaya koyduğu gibi Türk milletinin yeniden kuruluş ve kurtuluşu için çareler arar. Bu nedenle bireysel duygu ve fikirlerin yanında memleketin sorunlarını işlemeye başlar. Romanda bireysellikten milli olana yönelen yazar, yabancılaşma, değerler yozlaşması, eğitim ve sağlık problemlerini işlediği gibi maksat aşkı, milli benlik, ulus bilinci gibi konuları yücelterek ülkenin yeniden kuruluş ve kurtuluşunu dile getirir.
Halide Edib-Adıvar 1926 yılında, İngiltere’de sürgündeyken İngilizce olarak yazdığı Memories of Halide Edip’te romana ilişkin şöyle der: “Kitap, politik ve milli bir ütopyayı anlatıyor, fakat yine de bir ütopya kadar gerçekleşme olasılığından uzak değil. Yeni bir Türkiye ümit ediyor; kadınların oy hakkına kavuştuğu ve yürek gücüyle çalıştıkları bir Türkiye bu. En yüce ideal çalışmak ve yalınlık. Bu yalnız millileşmiş bir kültürü olan bir Türkiye değil, aynı zamanda liberal ve demokrat bir Türkiye.”
“Kaya, yemin ederim, Yeni Turan’ın cehennem bile olsa seninle gelirim, hayatımı, prensiplerimi, her şeyimi bir küçük işaretinle bırakır gelirim. Yemin ederim, Yeni Turan için Oğuz kadar çalışacağım, Oğuz’dan çok çalışacağım; Yeni Turan’ın en küçük prensiplerini koymak için hayatımla çalışırım. Senden bir şey istemeyerek çalışırım. Yalnız seninle geleyim, bir esir gibi geleyim, ne sıfatla istersen geleyim.”
5. Ateşten Gömlek (1923)
Kurtuluş Savaşı romanlarının ilki olan Ateşten Gömlek’te, İzmirli Ayşe etrafında, Anadolu’da önce çetelerle başlayan sonra düzenli ordu ile devam eden ve zaferle sonuçlanan Türk Kurtuluş Savaşı’nın öyküsü anlatılmaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’ya gidince (1921) bir süre Halide Edip Adıvar’da misafir kalmıştır. Adıvar o günlerde Yakup Kadri’nin Ateşten Gömlek adında bir Anadolu romanı yazmakta olduğunu öğrenince, bu adı çok beğenip, benimsemiş ve Yakup Kadri’den daha önce davranıp, iki ay içinde eserini tamamlamıştır. Halide Edip bu olayı da kitabının başında Yakup Kadri’ye başlıklı açık mektupta anlatmıştır. Ayrıca bu konuyu Türk’ün Ateşle İmtihanı başlıklı anılarında da anlatmıştır.
Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan romanların çoğu, bu savaşı yaşamayanların araştırmalarına dayanarak yazdıkları romanlardır. Oysa Halide Edip Adıvar Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir yazardır. Ateşten Gömlek’i 1922’de Sakarya Savaşı’nın ardından yazmıştır. Eleştirmen Fethi Naci’ye göre, Ateşten Gömlek bir bakıma Halide Edip’in tanıklığıdır. Mehmet Çavuş, Bolşevik Ahmet Rıfkı, çeteler, ordunun düzenlenmesi ve iç savaş ortamı romandaki gerçekçi unsurlardır.
“Odada yalnız o varmış gibi oturuyor, iskelet gibi uzun bacakları diz kemikleriyle pantolonunun altından teressüm ediyor, kocaman ince ayaklarını mütemadiyen sallıyordu. Seyrek saçlı kafası, tüyü dökülmüş ihtiyar bir av kuşu gibiydi. Burnu kocaman mütecaviz ve havada, bulanık küçük gözleri birbirine yakın mavi iki boncuk gibi hissiz hissiz bakıyordu. Fakat en bariz hususiyeti dudaklarını örten ve aşağıya sarkan rengi belirsiz bıyıklarıydı. Bu çirkin tüylerin arkasındaki ağız gülüyor mu, eğleniyor mu, konuşuyor mu, belli değildi. En çok, arada bir iki kazma gibi sarı diş, yırtıcı bir istihza ile gizli ağzı insanı işgal ediyordu. Mütekebbir, kendi ile dolu, müstehzi, zaferi başına sıçramış, daima kendi kini için ‘yerli’ tabir ettiği müstemleke halkını çizmesinin altında ezen İngiliz İmparatorluğu’nun müstemleke zalimlerinin en cahil ve en aşağı en muzeci.”
6. Vurun Kahpeye (1923)
Romanda, idealist İstanbullu öğretmen Aliye’nin Anadolu’da bir kasabaya gidişi ve bölgede Milli Mücadele düşüncesine destek faaliyetleri anlatılır. Romanda, bölge halkının Milli Mücadele’ye bakışı, bu mücadelenin sembolü olmuş Kuvayı Milliye oluşumunun yanı sıra dağılan Osmanlı devlet mekanizmasının temsilcileri ve eski düzen karşıtları yansıtılır. Üç kez sinemaya da aktarılmıştır roman.
“Gerçekten de Aliye, bütün dedikodulara, bütün zorluklara rağmen kalbinin en genç ve en imanlı gücüyle okulda çalışıyordu. Maarif Müdürünün şüpheli yardımına karısının kıskanç iftiralarına, Hüseyin Efendi’nin tehlikeli öfkesinden doğan etrafındaki tehlikeli havaya rağmen mevki kazanıyordu. Önce kasabanın yerli kadınlarının sevgilerini kazanmıştı. Okulda çocuğu olan her ana, ona büyük bir sevgiyle sarılmıştı. Fazla olarak Hüseyin Efendinin çevresindeki tutku ve biraz da bağlanma, onu Ömer Efendiden Allahın emriyle istemesine kadar varmış, Aliye bunu derhal reddetmişti. Bundan sonra sıra ile eşraf oğullarının isteklerini birer birer reddedişi ona çok iyi bir isim yapmıştı. Tabii bu Maarif Müdürünün ümitlerini kabartmış, ötede beride Aliyenin kendisine aşık olduğu için gençleri reddettiğini söylemişti. Bu yerli kadınların sevgilerine karşı, memur hanımlarında ona karşı pek kuvvetli bir düşmanlık uyandırmıştı. Bir zaman geldi ki bütün kasaba leh ve aleyhinde yalnız Aliye ile ilgileniyor, yalnız Aliyeyi konuşuyordu. Hatta Aliye, düşmanların İzmir’i işgali kadar heyecanlı bir konu idi.”
7. Sinekli Bakkal (1936)
Halide Edip’in olgunluk döneminde yazdığı en önemli eserlerindendir. Yazar, Sinekli Bakkal romanıyla bireysel konuların sınırlarını aşarak toplumsal sorunlara yönelir. Sinekli Bakkal romanının ilk adı, Soytarı ve Kızı’dır. Eserin İngilizce olarak düzenlenen ilk adı ise Gölge Oyunu’dur. Roman Türkçe’ye çevrilirken Sinekli Bakkal ismi verilir. Halide Edip’in çocukluğunda Ramazan aylarında Ahmet Ağa ile izlediği Karagöz oyunları eserin merkezi unsurunu oluşturur. Romanda yazar, sadece bir aileyi değil, bütün sokağın yaşantısını ele alır. Sinekli Bakkal Sokağı, İstanbul’un arka mahallelerinden biridir. Bu mahalleyi, diğerlerinden ayıran özelliği, değişik kültür, din, ırk ve sınıftan oluşan insanların bir arada yaşadığı bir merkez olmasıdır. Adıvar, Sinekli Bakkal Sokağı’nı, öznel anlamda İstanbul, genel anlamda ise Osmanlı İmparatorluğu olarak görür.
“Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal. Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman sokakları… Köşenin başında durup bakarsınız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil…
Rabia, Selim Paşa Konağı‘nın geniş caddesine çıkınca yeni bir dünya keşfetmiş gibi sevindi. İki tarafı büyük bahçeler içinde, bahçe ortalarında konaklar, her kapının önünde büyük fenerler… Kapılardan birine uşağın ardı sıra girdi. Hanımelleri, yasemin ve akasya kokuları, fıskiyenin şırıltısı… Bunlar çocuğun yüreğine tatlı bir çarpıntı verdi.”
8. Yolpalas Cinayeti (1937)
Halide Edip Adıvar’ın 1936 yılında Paris’te yazdığı bir cinayet romanı. Roman 1900’lü yılların başında Şişli’de bir konakta işlenen dava ile başlıyor. Geçen yüzyılı anlatan konusunun yanında, yazarın Paris gözlemlerini de kattığı bir roman olması bakımından da önemlidir. İstanbul’un yeni yetişen burjuva sınıfının yaşantısının yanında yine bu sınıfın İstanbul’dan Paris’i algılama biçimini romanın içeriğinde bulmak mümkün. Halide Edip Adıvar romanda modern edebiyatta alıştığımız gibi karmaşık kurgusu olan, hatta birbirine geçen olaylarla insanı şaşırtan bir polisiye kurmuyor. Ama dönem itibari ile genç olan Türk romancılığının içinde polisiye türüne yaklaşan bir yapıt. Dönemin İstanbul’unun yaşam biçimi ve eski İstanbul’un nasıl bir yer olduğuna dair derin gözlemler ve Adıvar romancılığına özgü psikolojik ağırlıkla, ticaretle uğraşan sınıfın kendilerini topluma ve özellikle kurdukları cemiyete kabul ettirmek için girdikleri mücadelelere ilişkin önemli çıkarımlarda buluyoruz romanda.
“Sacide, sabık Evkaf ketebesinden, fakir düşmüş Agâh Efendi’nin kızı idi. On yedi yaşına kadar Karagümrük’te basık tavanlı, karanlık bir evde, küçük kardeşlerine dadılık etmekle, tahta ovup, çamaşır yıkamakla ömrü geçti. Belki fukaralık, belki görenek, her ne ise Agâh Efendi’nin bir sürü köhne itikatları vardı. Kızı bir yere yollamazdı. Ve Sacide’nin biricik emeli, bir dansing görmek arzusu, içinde gömülü kaldı. Çünkü, Agâh Efendi, “Herhangi bir yerde, bir kız, yabancı bir erkekle kucak kucağa oynarsa o kız, adıyla sanıyla orospudur” derdi.”
9. Tatarcık (1939)
Halide Edip’in Erken Cumhuriyet dönemindeki toplumsal değişme ve modernleşme sorununu ele alan romanıdır. İnci Enginün şöyle diyor: “Tatarcık Cumhuriyet devri gençlerinin hikayesidir. Cumhuriyet’in medeniyetçi görüşüyle yetişen gençler arasında Halide Edip’in ideal olarak takdim ettiği Lale’dir. Lale’ye, köyü medenileştirmek uğrunda herkesin rahatsız olduğu babası Osman Kaptan’ın aslı Tatar olduğu için Tatarcık denmektedir.”
“Mamafih, halkın Kaptan’ı yadırgamasının, ona ısınamamasının sebebini en ziyade onun telaffuzunda aramak lazımdı. Çünkü, İstanbullu her şeye lakayt kalabilir, fakat güzel şivesini bozan kim olursa olsun ona yabancı gibi bakar. Bunun ne taassupla ne de şuurlu bir millîcilikle ilgisi vardır. Bu, bir zevk meselesidir. En hakirinden en yüksek içtimai sınıfına mensup ferdine kadar bilerek bilmeyerek bu lisan gururu vardır. İstanbul artık Türkiye’nin payitahtı olmadığını söylerseniz aldırmaz, fakat İstanbul’da Türk dilinin, şivesinin ezelî hükmü olmadığını iddia ederseniz fena halde kızar. Onun için ortaoyununda bozuk şiveler taklidini yalnız tuhaf bulduğu için değil, İstanbul’un tefevvukunu gösterdiği için o kadar alâka ile dinler.”
10. Akile Hanım Sokağı (1958)
Akile Hanım Sokağı, Halide Edip Adıvar’ın, 1950’li yılların değişimi içindeki Türkiye’sinden bir kesit yansıttığı sosyal içerikli bir romandır. Birbirinden bağımsız Akile Hanım Sokağı, Sallan ve Yuvarlan, Cıbıl Gız (Strip-Tease) adlı üç öyküden oluşan bir kitaptır. Fakat bu üç öyküyü bir araya getiren, farklı dönemlerde yaşanan olayların mekânı olan Akile Hanım Sokağı’dır. Halide Edip’in önceki eserlerinde karşılaşılan yazarın inandığı değerlerin temsili tek bir kadın karakter bu eserde yoktur. O kadın pek çok farklı kişiye ve kişiliğe bölünmüştür. Kılık kıyafetlerinden eğitimlerine, evliliklerinden, çalışma hayatına kadar pek çok kadının hayatından kesitler sunar.
“Bütün kalabalıkta bir hareket hasıl oldu. Kol kola, kalça kalçaya bir Rüfaî âyini içindeymiş gibi sağa, sola; öne, arkaya bir sallantı başladı. Hatta köşedeki ihtiyar bile ayakta. Bir kolunu, uykudaymış gibi, biraz ötede oturan bir adamın omuzuna atmış, dudaklarından:
– Allah Allah sesleri geliyor. Evet, ondan başka da, bu ahenkli sallantı içinde kendinden geçmiş görünen kalabalıkta birbirine dayanmış:
_Allah Allah, diye bu havaya uydurdukları bir zikretme ile sallananlar var.
Dışarıdan başları cama dayananlar da, birdenbire başlarını tos vurur gibi cama çarparken, camlar şangır şungur iniyor ve akabinde mızıka susuyor. Belki plak tükenmiş, belki başgarson bu kollektif cinnet emarelerinden ürkmüş, plâğı çekmişti.”
Kaynak
Halide Edip’in İlk Dönem Romanlarında Meşrutiyet Kadını, Sinekli Bakkal Romanında Yapı ve İzlek, Yolpalas Cinayeti, Halide Edip’in Son Dönem Romanlarında İstanbul’da Gündelik Hayat ve Müzik
Yorum Yap