“Bizim Kemalettin Tuğcu’larımız vardı…
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı.”
Yılmaz Erdoğan’ın Yaşayabilme İhtimali şiirinde söylediği gibi, çocukluğunu, ilk gençliğini 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşayanların vazgeçilmez yol arkadaşlarından birisiydi Kemalettin Tuğcu kitapları. Bir nesile okuma alışkanlığı kazandırmasına rağmen, edebiyat çevrelerince hep yok sayıldı, küçümsendi, kitapları edebiyat dışı sayıldı. Ama onun romanları, o dönem çok sayıda okura ulaştı.
Kemalettin Tuğcu olgusuna dönüşmesi, İtimat Kitabevi’nin bu romanları basmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Erdal Öz, o dönemi şöyle anlatır:
“İtimat, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının da basılma ve dağıtım yeriydi. Orada beni şaşırtan en ilginç olay, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının Anadolu kitapçılarına gönderiliş biçimi olmuştu. Anadolu kitapçıları, yayınevinden Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını adlarıyla belirterek, belli sayılarda istemiyorlardı. Gelen istek mektuplarını göstermişlerdi: ‘Sekiz çuval Kemalettin Tuğcu gönderin’, ‘On çuval Kemalettin Tuğcu gönderin.’ Kitapların çuvallara doldurulup bağlanışını da izlemiştim şaşkınlıkla.”
Kemalettin Tuğcu’yu bir dönem bu denli çok okunulası kılan nedenler arasında, yaşamın acı ve zorluklarını çoğu zaman 12-14 yaşlarındaki kız veya erkek birer çocuk-ergen olan roman kahramanları yoluyla, heyecanlı, sürükleyici, akıcı bir dil ve anlatımla dile getirmesi, acıyı işlerken umuda, çabaya, cesarete vurgu yapması sayılabilir.
Kemalettin Tuğcu, 27 Aralık 1902’de Çengelköy’deki sarayın kilerçibaşısı olan büyük dede Ömer Bey’e hediye edilen köşkte, iki ayak tabanı içe dönük olarak doğmuş. Sakat bebek, aileye sevinçten çok acı getirmiş, henüz bir haftalıkken bir çıkıkçı ayaklarını tahtalara sarmış bebeğin. Sargıların açılmaması tembihine rağmen baba, bebekten yükselen feryatlara dayanamamış.
“İşte babamın acıma duygusu yüzünden ben sakat kaldım ve ömrüm boyunca sakatlığın bütün ıstırabını çektim. Bu sakatlık yüzünden gençlik hayatımı yaşayamadım ve okula da gidemedim. Çünkü her iki ayağımda da yaralar açılır, aylarca yürüyemezdim, ancak evin içinde dizlerimin üzerinde dolaşabiliyordum.”
Ve hayatı boyunca, sakat kalmasına neden olan babasını hiç affetmemiş.
Okula gidemeyen yazar okuma yazmayı kendi kendine sökmüş. Sakatlığı nedeniyle kitaplarla çevrili bir hayal dünyasında yaşamış. Oynayamadığı oyunları, yaşayamadığı hayatı hayallerinde canlandırmış. Yazı serüveni ise melankolik bir döneminde annesine aldırdığı bir defterle başlamış. Bir defterden diğerine koşup durmuş kalemi. Çok kalabalık bir aile ortamında yaşamasına karşın, kendi ifadesiyle 26 yaşına kadar münzevi bir hayat sürmüş. Yazmak ise tek tesellisi hayatı boyunca.
“Kağıdı makineye taktığımda ne yazağımı bilmem. Kelimeler birbiri ardına gelir.”
Kendisini etkileyen bir söz, bir görüntü kalemini harekete geçiriyormuş. Zaten kurşun kalemi ve defteri sürekli yastığının altında hazır ol vaziyetindeymiş. Kendisini edebiyatçıdan çok yazı yazma hastası olarak tanımlıyor.
Kemalettin Tuğcu’nun 312 romanı yayınlandı. Ama birçok kitabını da yakmıştır. Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı röportajda bu konuyu sorması üzerine bakın ne cevap verir:
“Evet. Neden yaktım? Şiirimle anlatayım: Yaktığım kitaplarım onlar benim ömrümü alıp giden kuşlardı, yıllarca oyalamış beni oyalamışlardı, onlar benim aşklarım, kara sevdalarım, kimi bitmiş tükenmiş kimi daha yarımdı, onlar benim gözyaşım, kanım, alın terimdi, onlar benim boşalmış ilaç şişelerimdi.”
Onun romanlarında, itilmiş, horlanmış, terk edilmiş, yoksul ve yalnız insanlar bu durumlarını onurla taşırlar. Kimseden bir dilim ekmek istemeden, boyunlarını büküp gözyaşlarını içlerine akıtarak, kadere rıza göstererek hayatlarını sürdürürler. Ya da romanlarından birindeki gibi:
“Koca köşklerde, zengin evlerinde huzur yoktur, ama bir somun ekmeğin paylaşıldığı bir gecekonduda sevgi vardır. Vita tenekesinin içine ekilmiş sardunya, yaşam coşkusu verir ev halkına.”
Metin Üstündağ’a göre o “Sübyan zamanlarımızın Sami Hazinsesi’dir.” Selim İleri için ise “Merhametin yazarıdır.”
İlk ve tek ödülü olan 1995 yılında TÜYAP Kitap Fuarı’nda Onur Ödülü’nü aldığında 93 yaşındaydı. Yeğeni gazeteci yazar Nemika Tuğcu, amcasının hayatını anlatığı Sırça Köşkün Masalcısı adlı kitabı 2004 yılında yayınlandı. Kitaptan okuduklarımızla, Kemalettin Tuğcu, Abdülhamit, Abdülmecit ve Vahdettin döneminde geçmiş çocukluğu. Bu nedenle yakın tarihimizdeki önemli olayların canlı tanığı.
Onun yaşam öyküsünü okurken tarihe yolculuk ediyorsunuz: 2. Meşrutiyetin ilanı, 31 Mart Vakası, İtalyan ve Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı yılları, Tuğcu ailesinin içine düştüğü yoksulluk günleri, İstanbul’un işgaliyle sayısız mahalleyi kül eden yangınlar, ünlü kolera salgını ve Kurtuluş Savaşı.
Cumhuriyet sonrası Ankara yakınlarında ray döşeme işinde çalışmaya başlamış, ancak işçilere yapılan haksızlığa başkaldırarak işi bırakıp, İstanbul’a dönmüş. Sonra bir marangoz atölyesinde yeni bir deneyim… Yine haksızlığa uğrayış…
Yayın dünyasına adım attığı tarih 1932. Aralarında Yavrutürk, Ateş ve Ev-İş Mecmuası, Çocuk Haftası gibi dergiler olmak üzere çok sayıda dergiyi çıkartmış. 1943 ise kitaplarının yayımlanmaya başladığı, başarı ivmesinin hızla yükseldiği tarih.
Kitapta Nemika Tuğcu şöyle der:
“Hiçbir kitabında cinayet yoktur Kemalettin Tuğcu’nun, tecavüz, işkence yoktur. Gaddar üvey babalar ve kötü ruhlu üvey anneler vardır, çocuklar dayak yer, evden kovulur, ama hikâyelerin sonu iyi biter. Hak yerini bulur, çalışan, dürüst olan kazanır.”
Kemalettin Tuğcu, sanat anlayışını “İnsanları sevindirmeyi seviyorum, yazdıklarım hep güzel biter, umut verir” diye özetler.
Garip
“Ayol, ne kafa yoruyorsunuz bunun için? Adı üstünde garibe. Ama erkek olduğu için ‘Garip’ deriz, olur biter. Zavallının nüfus kâğıdına kayıt düştü: “Mehmet Garip”. Çocuğu hizmetçiler bile sevmiyordu. Kimse bakmak istemiyordu. Süt anne bile bol para aldığı halde, bu kurbağa yavrusuna süt vermek istemedi. Ayrılan odada yaşlı bir kadın ona bakıyor, hazır mamalarla besliyordu. O da bıkmış, sonunda, çocuk iki yaşını doldurduğu zaman köyden Zeynep’i getirmiş ve ona vermişlerdi Garibi.
Bir çocuğu annesi sevmedikten sonra kim sever?
Bizim evler, pek sizinkine benzemez. Anam, babam fakir. O yüzden el kapısında çalışmaya geldim. Ne altımızda var, ne üstümüzde. Bu çocuk ne de olsa şehir çocuğu. Köydekiler gibi hasır üstünde yatmaz. Bazı ev eşyası, yatak falan almak için sana para veririz. Hem de her ay para yollarız. Senin için ayda altmış lira. Çocuk için de ayda yüz lira. Her ay başı çocuğu kucağına alır, bankaya gidersin çocuğu görürler, yüz altmış lirayı sana verirler. Tamam mı?
Tamam hanımım. Sağol.”
Üvey Baba
“Samiha benden daha boylu, daha iri ve gösterişli bir kızdı. Biz, yedi yaşımıza gelinceye kadar büyük babamızın yanında büyümüştük. Büyük babamız Ali Bey’in bir mağazası varmış. Bu ev de onunmuş. Annemiz Cemile, ondan habersiz babamıza vardığı için çok kızmış. Annemize dargınmış. Ama büyük annemiz ölünce yalnız kalmış annemizi çağırmış. O zaman ikimiz de pek küçükmüşüz. Hayatında hiçbir işe yaramayan babamız, bize nüfus kâğıdı bile çıkarmamış. Onun için Samiha ile benim nüfus kâğıdım sonradan çıkarılmış, ikimizin de doğum tarihi aynı yazılmış.
Annemizi çok az hatırlıyorum. Bir gün, büyük babamızın ölümünden sonra babamızla kavga etti ve bizi bırakıp gitti. Bir yıl sonra bize anne olarak yabancı bir kadın, Sabriye Hanım geldi.
Annemiz bizi bir daha aramamıştı. Ben buna çok üzülür, onu görmek isterdim. Ama Samiha hiç de annesini aramamıştı. Hep kendini düşünür, başkalarıyla ilgilenmezdi.
Bana okul yüzü göstermemişlerdi. Hiç olmazsa Samiha okur ve bize de bakar diyordum. Onu orta okula gitmeye ben zorladım. Tembel, süsüne düşkün, ne bulursa yiyen bir kızdı. Sıkıntılı zamanlarımızda sofrada önümdeki ekmeği, yemeği alırdı. Ben aç kalsam da kardeşim doysun diye ses çıkarmazdım.
Orta okulda Samiha’nın okul masrafı benim üzerime yüklendi. Babam elimde para bırakmadığı hâlde, ben ona kitap, defter almaya çalışırdım. Fabrikadaki arkadaşlarım bunu bildikleri için bana yardım ederlerdi.
Babam bana küçük yaşımdan beri eziyet eder, beni döver ve ağlatırdı. Ama Samiha’ya hiç ses çıkarmaz, onu kendi hâline bırakırdı. Eve bir misafir geldiği zaman ben evde isem, mutfağa saklanırdım. Ortaya hep Samiha çıkardı. Babama kalsa, onu da okutacağı yoktu. Samiha karnını doyurur, yatağın en iyi yerinde yatar, elbisesinin en iyisini giyer, önümden ekmeğimi aldığı gibi gece, soğuk havalarda üzerimizdeki örtüye de sarınıp, beni açıkta bırakırdı.”
Kaynak
Radikal Kültür, Nemika Tuğcu – Sırça Köşkün Masalcısı