Sosyal bilimlerin babası kabul edilen, Ortaçağ İslam-Arap düşünürlerinden İbn-i Hâldun, 1332’de Tunus’ta doğar. Asıl adı Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun Hadrami’dir. Hadramut’tan (Yemen) İspanya’ya göç eden çok eski ve soylu bir Arap ailesinden gelir. İbn-i Hâldun’un babası devrin büyük hocalarındandı ve ilk hocası da babası olur. Uzun otobiyografisinde kendilerini övdüğü bir hoca topluluğundan, Kuran, lisan ilimleri, hadis ve fıkıh tahsil eder.
Bunun yanı sıra dil bilgisi, hukuk ve felsefe alanlarında da eğitim görür. İbn-i Hâldun’u tahsil hayatından uzaklaştıran ve hayatı boyunca üzerinde etkili olan iki önemli olay, 18 yaşındayken babasını veba nedeniyle kaybetmesi (1349) ve vebadan kurtulan alimlerin Tunus’tan, Mağrib’e (Afrika’nın, Mısır dışındaki kuzey ülkeleri) göç etmesidir.
İbn-i Hâldun Tunus’ta yüksek memuriyetlerde ve idari görevlerde bulunduktan sonra, 1352’de Batı’ya seyahat eder ve bir müddet Becaye Sultanlığı’nı idare eder. Fas hanedanının bütün Mağrib’i ele geçirmesi üzerine, önce Fas’a sonra da 1362’de Gırnata’ya (Endülüs) gider. Gırnata hükümdarı Benî Ahmer oğullarından Ebu Abdullah’ın hizmetine girince, Kastilla Kralı Pedro’ya elçi olarak gönderilir, vezirlik mertebesine yükseltilir. Hükümdarın ölümü üzerine Tilimsân (Cezayir) emiri Ebu Haromu’nun hizmetine girer, ancak hapse atılır. Oradan kaçarak, Benî Selame kalesine sığınır.
İbn-i Hâldun’un yaşadığı dönemde, İslam dünyası en çalkantılı dönemlerinden birini yaşamaktadır. Mısır’da Memluklar, Kuzey Afrika’da Merînîler, İspanya ve Fas’ta Benî Ahmer Devleti, Doğu’da Altınordu ve Timur hakimiyeti. Büyük Selçuklu dağılmış, yerine Anadolu Selçukluları hüküm sürmekte, Bizans İmparatorluğu mevcudiyetini korumakta, Moğol ve Haçlı istilaları bitmiş, fakat tahribatları devam etmektedir. Osmanlı ise küçük bir beylik halinde tırmanıştadır.
Yaşamının ilk yarısında İbn-i Hâldun, yoğun biçimde Kuzey Afrika politikasına katılır. Mağrib’de bulunan birkaç prense yüksek makamlarda bulunarak hizmet eder, her defasında eski efendisini arkada bırakarak kazanan tarafın safında yer alır, itibardan düşer, sonra yeniden itibara kavuşturulur. Hapse girer, çıkar, sonrasında yaratıcı, fakat tehlikeli bir mesleki yaşam izler. 43 yaşına gelince ise politikayı bırakıp, bir inziva dönemine girerek ücra bir çöl kalesine (Benî Selame Kalesi) çekilir. 1374-1378 yılları arasında Kitabü’l-ibar (İslam dünyasının tarihi) ve onun kuramsal girişi olan en ünlü eseri Mukaddime‘yi kaleme alır.
İbn-i Hâldun yaşamının son döneminde 1384’te Mısır’a çağrılır. Bu dönemde, Kahire’de müderris olarak ders verir ve kadılık yapar. Mısır sultanıyla birlikte bir sefere de katılan düşünür, ölmeden kısa bir süre önce, 1401’de Şam’ın surları dışında karargah kurmuş olan Timur’la bir mülakat yapma fırsatına kavuşur. Timur onunla Kuzey Afrika hakkında istihbarat toplamak amacı ile görüşmek ister, fakat İbn-i Hâldun bu tuzağa düşmeyecek kadar deneyimlidir; bu bilgiler yerine Timur’a göçebe ve kente yerleşmiş topluluklar, uygarlıkların doğuşu ve yıkılışı konusunda bir konuşma yapar. Muhtemeldir ki Timur da bu durum karşısında kendisinden bir hizmet talep etmekten vazgeçer.
Timur ve İbn-i Hâldun’u gösteren bir minyatür
İbn-i Hâldun’un, Timur’a söyledikleri Mukaddime’de işlediği fikirlerinin özetidir aslında. Kısaca yazmak gerekirse, insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah’ın vermiş olduğu düşünme gücüne dayanarak birbirleriyle işbirliği halinde, birtakım toplumsal kurumlar yaratmaya başladıklarında kültür doğmuş demektir. Bu kültür, grubun toplumsal alışkanlıkları, ortak başarıları ve kurumlarından oluşmaktadır. Her çeşit beşeri işbirliği, birbirinden taban tabana zıt iki çeşit çevrede oluşur; hadarî (kentsel çevre) ve bedevî (çöl çevresi). Bu cemiyetler kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılırlar. Cemiyetler sürekli akış halindedir, bedevîler bir süre sonra yerleşik hayata geçeceklerdir. Yerleşik cemiyetlerin ortaya çıkışı, daha çok devlet kurulduktan sonra veya devlet kuruluşuyla beraberdir. Göçebe cemiyetlerde oluşan asabiyet, bir süre sonra cemiyeti devlet kurmaya zorlayacaktır; zira asabiyetin amacı devletin kurulmasıdır. Halbuki devletin kuruluş ve yıkılışında bu asabiyet denilen güç etkendir. Asabiyeti kuvvetli olan devletini kurar asabiyeti zayıf olanınsa devleti yıkılır. İbn-i Hâldun’a göre, bir devlette iki esasın mevcudiyeti zaruridir. İlki asabiyettir, ki asker ve ordu bunun özünü teşkil eder, ikincisi mal ve paradır.
Cezayir’de Bejaia Casbah’ta yer alan büstü
Birçok Ortaçağ alimi gibi İbn-i Hâldun da farklı ilimlerle meşgul olur. Coğrafya, tarih, ekonomi, felsefe, sosyoloji, edebiyat ve siyaset gibi alanlarda çeşitli görüşler ortaya koyar. Ancak en önemli eserleri tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır. Sahip olduğu geniş bilgi birikimi ve bulunmuş olduğu çeşitli ileri kademedeki devlet memurluğu görevlerinden elde ettiği tecrübeyi, tarihi araştırmalardan sağladığı verilerle yoğurarak özellikle sosyoloji alanında gözleme dayalı somut ve orijinal açıklamalarda bulunmuştur. Bu yönüyle, İbn-i Hâldun sosyal bilimler alanında büyük bir devrim gerçekleştiren bir düşünürdür.
İbn-i Hâldun, devletin gerekliliğini iki nedenle açıklamaktadır: Devlet, insan için doğal bir zorunluluktur; devletin kurulması sosyal hayatın bir gereğidir. İnsan, yaşamak ve varlığını devam ettirebilmek, ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmek ve hemcinsleriyle yardımlaşmak zorundadır. Bu zorunluluğun karşılanması, ancak devletin varlığı ile mümkündür. İnsanlar, bir araya gelmeleri ve dayanışma içine girmelerinden sonra birbirinin saldırganlığından korunmak için yasakçıya (devlete) muhtaçtırlar. İnsanların birbirine yönelttikleri saldırıları engelleyen bir güç olmadan güvenlik içinde yaşamaları imkansızdır. Devlet olmadığı taktirde onları bu saldırılardan kimse koruyamaz, dolayısıyla devletin varlığı zorunludur.
İbn-i Hâldun’un devletin görevlerini son derece geniş tuttuğu, sosyal devlet anlayışına uygun bir şekilde her alanı devletin faaliyet, gözetim ve denetimi altına aldığı görülmektedir. Bu devlet, tüm korunmaya muhtaç kesimlerin koruyucusu, kendini tüm halkın refah ve mutluluğunu sağlamakla görevli sayan devlettir. Bu yaklaşım içerisinde İbn-i Hâldun sağlık ihtiyaçlarını karşılamak, ülkeyi imar etmek, din işlerini düzenlemek, eğitim hizmetini sunmak, halkı kötülüklerden alıkoyup iyiliğe yöneltmek, yiyecek ve içecek maddelerinin temiz ve sağlığa uygun olup olmadıklarını denetlemek, ticari faaliyetleri denetlemek ve benzer diğer hususları yerine getirmeyi devletin görevleri arasında saymıştır.
İbn-i Hâldun’un Tunus’ta bulunan heykeli
İbn-i Hâldun’un tarihi nesnel, rasyonel ve nedensel ilişkilere dayalı bir disiplin olarak tanımlaması ve bu doğrultuda tarihçi eleştirisi yapması, tarihin konu ve yöntemini, zorunlu ilişkilere tabii olan beşerî bilimlerle ilişkilendirmesi, modern ve çağdaş tarih filozoflarının yaptığı ve yapmaya çalıştığı faaliyetler arasındandır. Onun tarihsel olayları, gözlem ve deneyimler temelinde nedenselci ve determinist bir şekilde yorumlaması, birebir olmasa da özellikle Auguste Comte ve Karl Marx gibi filozofları çağrıştırırken, tarihi, sosyal bilimlerle ilişkilendirerek onu meşrulaştırmaya çalışması ise 20. yüzyılın en önemli düşünce topluluklarından biri kabul edilen Annales Okulu’nu hatırlatır.
Tarihin bilim olup olmadığı sorunu, günümüzde dahi tartışılır. Bu konuda tam bir uzlaşının olmaması, İbn-i Hâldun’un tarihe yönelik bakışının bazı çevrelerce tartışılmasını da açıklar nitelikte. Batılı düşünürler, tarihi bilimselleştirmeye çalışırlarken kendilerine 17. yüzyılda ortaya çıkan doğa bilimlerini model seçmişlerdi. İbn-i Hâldun bu olanaktan yoksun olmasının yanında, 15. yüzyılda entelektüel faaliyetlerin zayıf olduğu ve dini düşüncenin egemen olduğu bir atmosferde yaşamıştır. Bu şartlarda İbn-i Hâldun’un modern tarih tasarımına yakın bir anlayış getirmesi, başka bir deyişle realist, ampirist ve rasyonalist niteliklere sahip bir ilim geliştirmesi bir yandan değerli görülürken, diğer yandan bunun söz konusu şartlarda nasıl başarıldığını da merak konusu yapmaktadır.
Mukaddime
İbn-i Hâldun’un “Coğrafya Kaderdir” sözünü mutlaka duymuşsunuzdur. Çünkü İbn-i Hâldun’a göre insan çevresi ile bütünleşmiş, yaşadığı coğrafyanın iklimi ve yeryüzü şekillerinden doğrudan etkilenmiştir. Diğer bir ifadeyle insan, bedenen ve ruhen fiziki çevre tarafından şekillenmiştir. Nitekim İbn-i Hâldun, insanı yalnız bir olgu olarak değil, coğrafi çevresi ile birlikte ele alır. Mukaddime’de insanı konu alan birçok görüşünde bu yaklaşımın örneklerine rastlamak mümkündür. Söz gelimi İbn-i Hâldun’a göre coğrafya, insanın ten rengini, ahlakını ve beden yapısını şekillendirmiştir.
İbn-i Hâldun çevresel etkiler arasında iklimi birinci sıraya koymuştur. Ona göre iklim, bir kavmin şekillenmesinde en büyük etkendir; zira aynı iklimlerde yaşayan toplumlar, fiziki ve manevi açıdan olduğu gibi, karakter özellikleri bakımından da benzer özellikler taşımaktadır. İbn-i Hâldun’a göre insanların fiziki ve ahlaki özellikleri ile bulundukları iklim bölgesi arasında doğrudan bir münasebet bulunmaktadır. İklim şartları, insanları fiziksel, ruhsal ve ahlaki açıdan etkilemekle beraber, şehir ve kasabaların dağılışını ve gelişimini de belirlemektedir. İbn-i Hâldun toplumların dini yapısını iklimin sıcak ve soğuk olmasıyla açıklamış; bu bağlamda peygamberlik müessesinin dağılışını iklim şartlarına bağlamıştır. İbn-i Hâldun, coğrafi konumun insan yapısına etkisini ileri sürmüş, bölgenin insanı ruhsal açıdan etkilediğini savunmuştur. Bu bakımdan ova, yayla, dağ ve sahil kesimde yaşayan insanlar arasında ruhsal, fiziksel ve ahlaki açıdan birtakım farklılıkların olduğunu ileri sürmüş, ancak söz konusu farklılıkların oluşmasında coğrafi konuma bağlı olarak hava sıcaklığında görülen değişimi esas almıştır.
İbn-i Hâldun beslenme türünün insanı fiziksel, ruhsal ve ahlaki açıdan etkilediğini öne sürer. Ona göre vücuda alınan gıda ile insanın fiziki ve zihinsel yapısı arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu bakımdan gıda maddesi bakımından verimli ovalarda yaşayan, kırlarda yaşayan göçebeler ve şehirde ikamet eden insanlar arasında bolluk ve beslenme rejimi açısından farklılıklar gözlemlenmektedir. Beslenme alışkanlığında görülen söz konusu farklılıklar, insanların vücut yapılarına, zihinlerine ve mizaçlarına tesir etmektedir.
İbn-i Hâldun’a göre insan, yaşadığı çevreye göre şekil alır. Bir ortamda uzun süre yaşayan toplumlar, çevrenin fiziki şartlarından etkilenir ve buna uyum sağlamaya çalışır. Söz gelimi verimsiz topraklarda yaşayan insanlar, geçim zorluğuyla birlikte birçok sıkıntıya maruz kalır. Söz konusu insanları bu duruma yönelten zaruri sebeplerdir. Örneğin, bedevî Arapları sahrada yaşama sevk eden temel etken develerdir, çünkü çöl koşullarına uyum sağlamış olan develer, çöl bitkileri ile beslenmektedir. Bu bakımdan uzun süre çöllerde yaşamalarından dolayı, çöl şartları bedevilerin adet ve alışkanlıkları haline gelmiş; bu durum onların doğasına ve huylarına işlemiş ve onları vahşileşmiştir.
Tunus Dinarı
İbn-i Hâldun 16 Mart 1406’da Kahire’de vefat eder. Fikirleri yaşadığı çağda pek ilgi çekmez, ancak 18. yüzyıldan itibaren Mukaddime, Doğu ve Batı’da araştırmacıların birdenbire ilgi odağı haline gelir. 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar İbn-i Hâldun’un eserlerinin incelenmesi Türk fikir tarihinde önemli bir yer işgal eder. Batı dünyasında ise hakkında pek çok araştırma yapılır. İlk defa sosyolojinin bir bilim dalı olarak kurucusu ve ilk defa tarih felsefesi yapan biri olarak değerlendirilir.
Avrupa sosyolojisinin kurucularından olan Polonyalı Ludwig Gumplowicz şöyle der: “Yalnız A. Comte’den evvel değil, fakat İtalyanlar’ın ilk içtimiyatçı olarak gösterdikleri Vico’dan da evvel, bir müslümanın, dinç bir dimağ ile içtimai hadiseleri tetkik ettiğini, bu mevzu üzerinde pek derin tetkikler ortaya koyduğunu görüyoruz. İbn-i Hâldun’un eseri bizim bugün sosyoloji dediğimiz şeydir.”
ABD’li tarihçi, filozof Will Durant şöyle der: “İbn-i Hâldun’un değerini teslim edebilmemiz için kendi kendine XIV. yüzyılda Hristiyanlar tarafından yazılmış hangi felsefi eserin Mukaddime ile boy ölçüşebileceğini sormanız kafidir.”
İbn-i Hâldun’un devlet, siyaset ve toplumların yapılarına ilişkin görüşleri, bilhassa gerileme devri Osmanlı aydınları üzerinde oldukça etkili olur. Özellikle tarihçi Naîmâ ile hukukçu Ahmet Cevdet Paşa, İbn-i Hâldun’un Mukaddime’sinde, Osmanlı’nın çöküşe doğru gidişinin açık ve seçik açıklamalarını bulurlar. Bu nedenle Naîmâ, İbn-i Hâldun’un etkisiyle bazı suni tedbirlerle yaşlı Osmanlı’nın bir süre daha yaşatılabileceğini söylerken, Ahmet Cevdet Paşa da, İbn Haldun’a tamamen katılarak tıpkı insanlar gibi devletlerin de bir ömrü olduğunu, hâkimane tedbirlerle devletin zevalden kurtulabileceğini, böylece çöküş sürecinin durdurulabileceğini söyler. Ahmet Cevdet Paşa, Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendi’nin eksik bıraktığı Mukaddime tercümesini tamamlamıştır.
Kaynak
İbn Haldun’un Tarih Felsefesi: Devletlerin ve Uygarlıkların Yükseliş ve Çöküşü, İbn Haldun’a Göre Devletlerin Ömrü ve Osmanlı İmparatorluğu, İbn Haldun’da Devlet Görüşü, İbn Haldun ve Tarihin Bilimselliği, İbn Haldun’un Tarih, Devlet Anlayışının Günümüz Açısından Değerlendirilmesi, İbn Haldun’da Coğrafi Determinizm, İbn Haldun Gözüyle Kamu Maliyesi Yaklaşımı