Yazdığı kitaplar, yaptığı televizyon programları ile psikoloji ve kişisel gelişim konusunu akademiden sokağa, evlere taşıyan Üstün Dökmen’in kitaplarını ve bu kitaplardan önemli alıntıları derledik.
1. İnsanın Korunakları 1 – Deriden Kültüre
Üstün Dökmen, İnsanın Korunakları 1 – Deriden Kültüre kitabında insana ait biyolojik, psikolojik, toplumsal ve kültürel tüm nitelikleri, korunan insan ve korunaklı yaşam kavramları başlığı altında toplayarak okura sunuyor.
“İnsanlar toplumsal etkiler, baskılar karşısında iki tür uyum sağlama davranışı sergilerler: Birincisi, inanmadan inanmış gibi görünürler; yani sözde uyum sağlarlar. Galileo’nun engizisyon önünde dünyanın dönmediğini iddia eden yazıyı imzalaması bu duruma örnektir. İkinci uyum sağlama şeklinde ise, toplumsal etkiler, baskılar karşısında kişiler, toplumun kendilerine yönelttiği görüşleri içselleştirirler, adeta, ben zaten böyle düşünüyordum derler. İnsanlar toplumsal baskılarla karşılaştıklarında, bazen içlerinden inanmasalar da görünüşte toplumun istediği davranışları sergilerler.”
2. İnsanın Korunakları 2 – Mimari
İnsanın Korunakları 2 – Mimari kitabında Üstün Dökmen kızı Selcan Dökmen’nin de anlatımıyla Türk yapılarına değiniyor. Eski yapıların özünde, mimarisindeki yaklaşımın komşuluk ilişkilerinden tutun da çevresel faktörlere kadar nasıl şekillendiğini anlatan bilgilendirici ve keyifli bir eser.
“Örneğin bir cephede sıva hiç yapılmamıştır veya bir köşedeki sıva eksiktir, bir kapının arkası veya çatı katındaki bir odanın tavanı yarım bırakılmıştır. Söz konusu bu bilinçli tercihin anlamı şudur: Evin sahibi, yapının küçük bir bölümünü tamamlanmamış bırakarak, kendine ve dünyaya, bu dünyada yapacak işinin henüz bitmediği iletisini verir. Eksik bıraktığı yapıyla adeta şöyle demektedir: Bu dünyada işlerim henüz bitmedi, yapacak daha çok işim var, bu evi bile daha bitiremedim.
Bu durumda evin tamamen bitirilmemesi kaygıyı önleyici bir yoldur. Açık ve örtülü iletilerle ölümü geciktirme, ölüm kaygısını azaltma çabası, Türk evini oluşturan temel ilkelerden biridir ve kişisel psikolojik yaşantıların zamanla geleneğe dönüşüp sonuçta mimaride gözle görünür hale gelmesidir. Mimarideki bu eksik bırakma anlayışı, aynı zamanda mimarinin, kişilerin psikolojik dünyalarına yönelik rahatlatıcı bir çözümüdür.”
3. Kuzular Vadisi
Üstün Dökmen, Kuzular Vadisi adlı romanında, her olay karşısında sorgusuz sualsiz kabullenen, suya sabuna dokunmayan, dolayısıyla hiçbir şeye itirazı olmayan bir toplumu ironik öğelerle anlatır. Günümüz yaşantısının tam tersi olan bir ülkede, yaşananları kahramanımız Hüsnü vasıtasıyla izleriz. Yurtdışında eğitim görmüş ve Kuzular Vadisi haline dönüşmüş ülkesine gelince Hüsnü, kendisini sorgulamaya başlıyor. Kurt mu olsam, kuzu mu? Ya da üçüncü bir şık var mıdır, insan olmak gibi?
“Taksi normal hızla seyrediyordu ama ben sevinçten uçuyordum. Bir anlamda taksiyle aramda bir hız, bir zaman farkı oluştu. Hani ne derler, zaman görecelidir diye. Şöyle, içinde bulunduğum taksi ve şoförü, eski taksilerden çok ileriydi, bu yüzden hızlı gitmiyordu. Aynı anda ben adeta eski günlerin taksi şoförlerinin hızıyla uçuyordum. Kafam karıştı. Karışmasının sebebi, resmen taksiciydi, gayriresmi olarak bendim. Bence taksicinin taksiratı (günahı) büyüktü; ben günahsızdım, suçsuzdum.
Galiba bu suç konusu da görecelidir, eski çağlardan bu yana, görünen ya da görünmeyen bir olaydandan ötürü suçlanmaya gör, göreceli olarak nice suç sana yüklenir. Bizim bir Ahmet Ağabey vardı, çok okurdu, göreceli olarak bilgiliydi. Derdi ki
“Kim ki en masumdur, engizisyon onu cehenneme odun yapar, kim ki en suçludur, taksiratı çoktur, engizisyon onu stajyer alır.” Ahmet Ağabey bu sözüyle ne demek isterdi anlamazdım. Az önce “Taksicilerin taksiratı büyüktür” derken toplumun istemeden iki yüzlü davrandığını kastettim. Kendileri trafikte sayısız hata yaparlar, taksicinin bir tek hatasını gördüklerinde, “Sallandıracaksın bunları” diye engizisyon yargıcı kesilirler. Eğer bir taksirat varsa bu, taksicilerin değil, cümlemizin taksiratıdır maalesef.”
4. Miyase’nin Kuzuları
Üstün Dökmen, görünürde bir çiftlikte yaşayan hayvanların maceralarını anlattığı bir çeşit fabla imzasını atmış. Hayvanların aynı insanlar gibi dile geldiği eser insana ilk bakışta George Orwell’in Hayvan Çiftliği adlı romanını anımsatıyor ki zaten yazar da romanının bir yerinde aynı esere değiniyor. Konusunu kısaca, bir çiftlikte yaşayan hayvanlar ile çiftlik dışındaki hayvanlar ve insanlar arasında yaşananlar olarak özetleyebileceğimiz romanda, yazar esasen bu konuşabilen hayvanlar aracılığıyla bir yandan birebir yaşadığımız ve yaşam boyu karşılaşacağımız toplumsal ve psikolojik açmazları mercek altına alıyor, bir yandan da aynı insanlar gibi düşünebilen ve hissedebilen varlıklar olarak sergilediği hayvanlarla empati kurabilmemizi amaçlıyor.
“Şimdi burada bir inek olan Sülse Hanım’ın kocasının bir öküz olması sizlere tuhaf gelebilir; ancak bu dünyada nice çiftlikte, nice hanede kocası öküz olan nice hanım vardır. Demek istediğimiz şu: Ya paldır küldür davranır nice erkek ya da bir öküz gibi boğaz tokluğuna çalışır ailesi için, işinden başka bir şey düşünmez. Kadınlar deseniz, onlar da inekler gibidir. Nice kadın, bir inek gibi sütünü, etini, hayatını sevdiklerine verir; sekiz on çocuk emzirir, büyütür. İlgisini, sevgisini, enerjisini verir sürekli. Çocukları kapıyı çarparlar kadıncağıza ama o yine verir, velhasıl gönüllü bir sağmal inek gibidir.”
5. Ladesçi
Ladesçi’nin kahramanı Cemil lades oynamayı çok sevmektedir, bu yüzden adı ladesçiye çıkar. Hayatla ve kendiyle en ufak konuşmasından, en büyük hedefine kadar lades oynayan Cemil kendisini sorgularken aslında etrafındaki insanların daha fazla lades oynadığını farkediyor. Bunun üzerine düşünceleri, hedefleri değişiyor, gelişiyor, doğru yolunu buluyor. Roman boyunca Cemil’le, Ayvaz’a komik, eğlenceli, sürükleyici yaşam öyküleri ve bir de yol gösterici kerteriz defteri eşlik ediyor.
“Çocuklara söylenen küçük beyaz yalanlar yüzyıllar boyunca birikir, önce gri, sonra kapkara bir renk alır, bilgi kirliliği toplumun geçmişini ve geleceğini karartır. Bu yaşa geldik yeni duyuyoruz, meğer Hezarfen gerçekte uçmamış, Fatih gemilerini karadan yürütmemiş, Osmanlı’nın Kayı soyundan olduğuna dair kanıt yokmuş, Atatürk dokuzu beş geçe ölmemiş, tören rahat yapılabilsin diye Bayar saati ileri almış, Hz. Isa çarmıha gerilmemiş, onun kutsal kefeni diye sunulan şeyi Leonardo Usta yapmış, Marie Antoinette ‘Pasta yesinler’ dememiş ve Topkapı’daki Kutsal Emanetler gerçek olmayabilirmiş. Bunların bazısı doğru, bazısı yanlış belki; yanlışsa, milletin kafasını karıştırmak niye? Belki de bunların hepsi masum bir kadına atılan iftira kadar kara değil. Komşunun namusuna yönelik küçük masum bir yalan, mahvedici bir katrana dönüşebilir her zaman. Sonra tutup öldürüyorlar kızı. Ulan senin her tarafın riya, kıza kızmak reva mı? Herkes, her zaman, herkese yalan söyledi, sonra fatura bir kadıncağıza kesildi. İki yüzlü aile meclisleri tek celsede karar verdi.”
6. Kelebekler ve İnsanlar
Bilimsel kitaplarının yanı sıra edebiyat alanında da ürünler veren Üstün Dökmen’in Kelebekler ve İnsanlar, Ladesçi ve Miyase’nin Kuzuları’ndan sonra üçüncü romanı. Üstün Dökmen’in Kelebekler ve İnsanlar romanıyla farklılıkları ve benzerlikleriyle iki kusursuz kelebeğin ve iki engelli gencin hikayesini anlatarak insanları önyargılarıyla burun buruna getiriyor. Engelli iki gencin aşkının anlatıldığı kitapta, yazar aynı zamanda içinde dolaştığımız coğrafya hakkında da bir farkındalık yaratıyor.
“İnsanlar sürekli olarak üzerinden veya yanından geçip gittikleri ırmağın şırıltısını duyuyorlardı, onu görüyorlardı ama onun kendilerini anlamayacağını ve galiba kendilerinin de onu anlamayacaklarını düşünmedikleri için ırmağa cevap vermiyorlardı. Irmağa sempati duyuyorlardı ama onunla iletişim kurmuyorlardı. Belki Umay da ırmak gibiydi. İnsanlar Umay’ı sempatik buluyorlar, içten içe ona acıyorlardı. Onun başka bir dünyada yaşadığını, bu yüzden de kendilerini anlamayacağını zannettikleri için de onunla iletişim kurmuyorlardı. Belki de aslında kendileri onu anlayamamaktan korkuyordu. Ya da en kötüsü, Umay’a benzemekten korkuyorlar, bu korkunun kefareti olarak selam veriyorlardı. Muhtemeldir ki, “Allah’ım, bu zavallı genç kıza selam verdim, değer verdim; lütfen aynı şey benim başıma gelmesin,” diye, kendilerinin bile duymadıkları uzak bir sesle dua ediyorlardı.”
7. Metrestepe
Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı alanlardan biri de Bozüyük yakınlarındaki Metristepe’dir. Kurgu bu ya, bir inşaat firması 2000’li yıllarda Metristepe yakınlarında, villalardan oluşan bir site yapar. Metristepe Manzaralı Villalar diye satılır evler. Sitenin adı Metristepe’dir ancak bir çok varlıklı erkek metresini bu villalara yerleştirdiği için olsa gerek, sitenin adı zamanla Metrestepe Villaları’na çıkar. Bu villalarda Metristepe Savaşları’na katılanların torunları oturmaktadır. Yoktan var edilen bir ülkenin, değerlerin nereden nereye gittiğini anlatan kurgu bir Üstün Dökmen romanı.
“Aslında Metristepe Villaları’nı, ortağıyla birlikte aileler için yapmışlardı. Ama nedense çok sayıda kişi, villalar bittiğinde metresi için bir villa satın almaya başladı bu siteden. Havuzları, bahçeleri olan, büyük şehirlerden, gözden uzak, müstakil evleri korunaklı bu siteye, metresini yerleştirmek uygun gözükmüştü birçok erkeğe. Uzak kentlerden, İstanbul’dan, Bursa’dan, Adana’dan, Konya’dan, Kayseri’den, Gaziantep’ten ve daha nice şehirden nice erkek satın aldı bu villaları. Söz konusu erkeklerin hepsi evliydi; gözden, yoldan uzak bir yer olduğu için Metristepe’yi seçmişlerdi. Evli erkekler metreslerinin yanına genelde ara ara uğrarlar, tanıdıklar tarafından görülmemeye çalışırlar. Bu yüzden Metristepe evleri, bu tür ilişkiler için ideal bir yer, korunaklı bir mevkiydi. Ancak bazı şeyler, çabucak anlaşılır genelde. Halk açıkça söylemese de, anlayıverir olup biteni.
Çevredeki hemen herkes, köylüler, kasabanın yerlileri, villa kentteki henüz bitmemiş villaların işçileri, bitenlerin bahçıvanları, bekçileri, insanları kasabadan inşaatlara taşıyan taksi şoförleri, ilk kez kimden çıktığı belli olmayan bir adlandırmayı, sözsüz bir uzlaşıyla dillerine yerleştirdiler, Metristepe Villaları’na, Metrestepe Villaları demeye başladılar. Metrestepe Villaları… Bozüyüklüler bu durumdan hoşnut kalmadılar; kendilerini rahatlatabilmek için, villaların aslında kasabalarına oldukça uzak olduğunu söylediler. Halk, anlamaz gözükse de bir şeyleri, aslında acı ve iğneleyicidir dili; ya bıyık altında güler, ya nükte üretir sürekli.”
8. Deniz Kabukları – Küçük Şeyler 1
Üstün Dökmen kitabın tanıtımında şöyle diyor: “Bir süredir televizyonda Küçük Şeyler adlı bir program yapıyorum. Elinizdeki kitap, bu programdaki bazı konuların genişletilmesiyle ve yeni konuların eklenmesiyle oluştu. Kitabın çerçevesi, insan ilişkileri, iletişim hataları, yaşama sevinci, çocuklarla iletişim, eşlerle iletişim, rollerimiz, kadın-erkek eşitliği…”
“Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım: “İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak, polyannacılık sayılmaz mı?” Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “İyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir, ikincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi? Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkınadan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.”
9. Küçük Şeyler 2 – Suflörlü Yaşamlar, Tulumbacı Sendromu, Psikolojik Düğümler
“Dostlarım” diyor Üstün Dökmen, “Küçük şeyleri, küçümsemeyin, fazla da önem vermeyin. Küçük şeylere hakkını verin. Küçük şeylere hakkını vermek, yaşama hakkını vermektir. Eğer siz yaşama hakkını verirseniz, yaşam da size hakkını verir.”
“Küçük bir çocuğa şeker verseniz, çocuğun sağ arkasında veya sol arkasında duran annesi hemen “Ne diyecektik, teşekkür ederim teyzeciğim diyecektik değil mi canım” der. Bu davranış, bence bir suflörlüktür. Çocuğunuz teşekkür etmesi gerektiğini, sizi ve başkalarını gözleyerek, yetişkinleri model olarak da öğrenebilir, suflörlük ederek onu zorlamanız sonucunda da öğrenebilir. Sonuçta her ikisi de toplumsallaşmadır; ancak birinci teşekkür, yaşamın doğal akışı içinde çocuğun keşfettiği bir teşekkürdür, ikinci teşekkür ise keşfetmesine izin vermeden ezberlettiğimiz bir teşekkürdür.”
10. Küçük Şeyler 3 – Yaşama Yerleşmek
Üstün Dökmen, Yaşama Yerleşmek kitabının ilk bölümünde yaşama yerleşme kavramı tanımlandıktan sonra izleyen bölümlerde, yaşama yerleşmemizi kolaylaştıracak yaşam tarzlarını ele alarak, çeşitli yaşam alanlarında yaşama nasıl yerleşebileceğimizi anlatmaktadır.
“Bir eve, evliliğe, bir işe, kısacası yaşama, hakkıyla yerleşmeden yaşayanlarımız da var, yerleşerek yaşayanlarımız da var. Yolculuklarda “Memleket neresi?” diyerek yüzeysel tanışmalarla yetindiğimizde, otuz yıllık eşimizle derin duygusal bir tanışma gerçekleştiremediğimizde veya çalıştığımız işi kendi işimiz gibi benimsemediğimizde, dostluğumuza, evliliğimize, işimize tam yerleşememişiz demektir. (Derin tanışma konusunu ileride ele alacağız.) Dostlarımızla, yakınlarımızla derin tanışmalar gerçekleştirdiğimizde, kendi iç dünyamızı ve karşımızdakilerin iç dünyalarını fark edebildiğimizde, onlarla empati kurabildiğimizde, yaşama farklı açılardan bakma becerimizi geliştirdiğimizde, özetle varoluşumuzu hakkıyla yaşadığımızda, işimizi eğlence haline getirdiğimizde, dostluklarımıza, evliliklerimize, işlerimize tam yerleşebiliyoruz demektir.
Yaşama yerleşme kavramını, bireye ait özelliklerle çevre sarılarının eşleştirilmesi anlamında da kullanabiliriz. Bir insan, mesleki yeteneklerini ve isteklerini doğru değerlendirip çevresindeki en uygun mesleği seçtiğinde ve bu mesleği icra edebildiğinde, bir başka ifadeyle potansiyelini yeterince kullanabildiğinde, yaşama yerleşmiş olur.”
11. Küçük Şeyler 4 – Eşitler Evi
Küçük Şeyler 4’te Üstün Dökmen, ailede, işyerinde baskıcı tavırları açıklarken, eşitler evinin oluşturulması için bireylere düşen sorumlulukları da anımsatıyor. Yazar, bize örneklerle, güncel olaylarla, eşitler evini kurmayı öğretiyor. Üstün Dökmen, verdiği güzel örneklerle kitabın bir solukta ve zevkle okunmasını sağlıyor, insanın insanlaşma sürecini yeniden anımsatıyor. Kitapta, ailede ve işyerlerinde esaret, çağdaş kölelik, kredi kartı köleliği, geçmişlerine bağımlı çiftler, erkeğe abartılı değer vermenin, ona ve topluma zararları, cinsel taciz ve ensest, bastırılmış korkular, erkeğin kadına yönelik öfkesi, kadının kadına baskısı gibi konuları da irdeleniyor.
“Eski çağlarda pek çok toplumda bir köle kadına sokakta cinsel tacizde bulunmak, hatta tecavüz etmek büyük bir suç değildi, belki de hiç suç değildi. Muhtemelen bütün hür erkekler, köle kadınlar üzerinde hakları olduğunu düşünürdü. (Bazı toplumlarda, hür kadınlar yanlışlıkla tacize uğramasınlar diye köle kadınlara ayırt edici kıyafetler giydirilirdi.) Günümüzde sokaklarda kadınlara cinsel tacizde bulunanlar, aslında kendileri açıkça düşünmeseler de, farkında olmadan, tüm kadınları kendilerine ait kabul edip, geçmişteki utanç verici bir davranış kalıbını sergilemektedir. Aslında hiçbir erkeğin tüm kadınlar üzerinde hakkı yoktur; evli çiftlerin bile ancak karşılıklı rıza çerçevesinde birbirleri üzerinde hakları vardır. Bugün, her türlü cinsel tacizin, kanunlara ve ahlaka aykırı kabul ediliyor olması, işyerlerinde kadınlara anlatılan cinsel imalı fıkraların bile taciz kabul ediliyor olması sevindiricidir. Cinsel tacizde, dürtü kontrolünde başarısızlık ve/veya isteksizlik söz konusudur. Bazı erkekler, bulundukları ortama, toplumsal kurallara göre cinsel dürtülerini kontrol eder, ahlaki davranışı içselleştirmemiştir. Yanı sıra bireysel ahlak edinmemiştir. Bu gruba giren erkekler, yakın çevrelerindeki, mahallelerindeki kadınlara saygılı davranır, onları ‘ana, bacı’ olarak algılar, ancak yabancı ortamlardaki kadınlara laf atabilir, elle tacizde bulunabilir. Örneğin eski İstanbul’daki kimi kabadayılar, kendi mahallerindeki kadınlara fevkalade saygılı davranırken, başka mahallelerde hamam basma dahil nice onaylanamayacak davranış sergiliyordu. Bütün bunlar, içselleştirilmemiş, bireyselleştirilmemiş bir ahlak anlayışının ürünüdür.”
12. İletişim Çatışmaları ve Empati
İletişim Çatışmaları ve Empati’de kişilerarası iletişimle ilgili bazı bilgiler veriliyor. Bu bilgiler, hem çocukların eğitiminde yararlı olabilir, hem de ailede, işyerinde ve benzeri ortamlarda görülen çatışmaların çözümüne ışık tutabilir. Ayrıca, geleneksel kültürümüze ve bugünkü yaşam biçimimize yeni bir bakış açısıyla bakılarak bir iddia ortaya atılıyor. Bu iddiayı test etmek amacıyla çeşitli kültür ürünlerimiz, özellikle edebiyatımıza ve sanat tarihimize ilişkin ürünler psikolojik açıdan inceleniyor. Öte yandan Prof. Dökmen iletişim çatışmaları ve empati ile ilgili yeni kuramsal modeller ve sınıflamalar geliştiriyor.
“Divan edebiyatımızda, halk edebiyatımızda ve uzun süre Batı edebiyatında sevgililer birbirlerine denk olmamıştır. Genç kız üst konumdadır, ulaşılmazdır; adeta balkondadır, bazen gerçekten balkondadır. Erkek ise aşağıdadır, yalvarır. Genç kız yukardan, lütfeder bir tebessüm ya da bir gül atar. Eğer bu çift evlenirse, ilişki tersine döner. Erkek balkona veya sedire çıkar; kadın ise aşağıda, yemek, bulaşık, çamaşır peşinde koşturmaya başlar. Köylü erkek çeşmeye gelecek diye nişanlısının yolunu saatlerce gözler. Evlendikten sonra ise kadın eve kapanır, kocasının kahveden dönüşünü gözler. Bir iner bir çıkar tahterevalli. Yere paralel durduğu pek enderdir. İki denk insanın, dışardan destek almadan, dünyaya paralel tutunabildiği bir tahterevalli, kimbilir ne kadar keyif vericidir.
İki insandan birincisi ana-baba rolünde, yani üst konumda, ikincisi ise çocuk rolünde, yani alt konumda bulunuyorsa, bu iki insan arasında empatik iletişim kurulamaz. Ana-baba rolündeki bir kişi, karşısındakine emir ya da öğüt verdiği zaman onu çocuk yerine koymuş olur; bu yüzden onunla empati kurması güçleşir. Bir insan karşısındakine akıl vermeden, onun aklından ve kalbinden geçenleri anlamaya çalışırsa, empati kurmuş, karşısındaki insanı yetişkin yerine koymuş olur. Birbirlerine hükmetmeyen, birbirlerini anlamaya çalışan insanların iletişimi ne güzeldir. Empati, bir insanın kendisini karşısındakinin yerine koyması, onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlaması ve bunu ona iletmesidir.”
Kaynak
Remzi Kitabevi, Radikal Kitap