Menu

Charles Bukowski’nin Sözleri ve Kitapları



Almanya’dan ABD’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu olan Heinrich Karl Bukowski, bilinen adıyla Charles Bukowski, 1920 yılında Almanya’da doğdu, Los Angeles’te büyüdü.

Yıllar sonra, isyankar dilinin altında sık sık babasından yediği dayakların yattığını itiraf edecektir. Los Angeles Üniversitesi’ne kaydolan Bukowski burada edebiyat, gazetecilik ve sanat dersleri aldı, 2 yıl sonunda okulu bıraktı. Küçük yaşlarda geçirdiği rahatsızlık yüzünden gençlik yıllarında irinli, hilkat garibesi yüzüyle gezmek zorunda olduğundan sıkça yakınır ve içindeki yazma isteğinin işte bu dönemde keşfettiği kütüphanelerde başladığını söyler. Bukowski’nin en çok sevdiği ve hayatını değiştiren yazar John Fante sayesinde kitaplarla tanışır.

charles bukowski

İlk hikayesi 24 yaşında yayımlanır. Hayat, ölüm, içki, at yarışları, kadınlar, erkekler, arka sokaklar üzerine bilindik üslubuyla yazdığı şiir ve hikayelerini yayıncılar pek ciddiye almaz. Bukowski, yaşadığı hayal kırıklığı nedeniyle 10 yıl boyunca yazı yazmaz, fakat Los Angeles’ta yaşamaya devam eder. Bir yandan da Amerika’nın dört bir yanını dolaşarak, birçok işte çalışır. Bulaşıkçı, kapıcı, benzin istasyonunda pompacı, bekçi, kamyon şoförü, fabrika işçisi, ustabaşı, park kahyası, postacı…

Pansiyon Manzumeleri kitabında, Charles Bukowski’nin çok az tanınan ya da underground dergilerde yayınlanmış ve daha önce kitaplaştırılmamış ilk dönem şiirleri yer alır. Bu şiirleri yayıncılar tarafından beğenilmemiş, yayınlanmamıştır. Bunları daha sonra Pansiyon Manzumeleri adıyla bir araya getirir. Bukowski, bu şiirleri için şöyle diyor: “İlk şiirler şu anda bulunduğum noktadan daha lirikler. Bu şiirleri beğeniyorum, ancak Bukowski’nin ilk şiirleri çok daha iyiydi iddiasında bulunanlara katılmıyorum.”

charles bukowski

Şiirlerini nasıl yazdığını soranlara ise “Daima sarhoş kafayla” diye cevap verir. “Daktilomun başına oturur ve makineli tüfek gibi yazmaya koyulurum. Nereden başlayacağımı düşünmem. O anda içimden ne gelirse onu yazarım.”

Sonunda aynaya son bir bakış attık
sarhoş aşıklar kucaklaştılar
ben de dışarı çıkıp kulübenin çatısından
bir saman çöpü çektim
çakmağı çaktım, alevlerin
ince kahverengi saplara tutunmuş
aç fareler gibi yayılışını izledim, yavaştı
ama gerçek, ve sonra gerçek dışı bir opera gibi.
(3 Ayda 12000 Dolar, Pansiyon Manzumeleri)

charles bukowski

1950’lerin başında Los Angeles’ta Posta İdaresi’nde posta kuryesi olarak olarak çalışmaya başladı, ama bu işi de 2.5 yıl sonra bıraktı. Bu anıları 1971 yılında yayımlanan ilk romanı Postane’ye konu olmuştur. Romanı kendi anlatımına göre 20 şişe viski, 210 şişe bira ve 80 puro tüketerek yazmıştır.

“Bir keresinde o güzergahta mektup dağıtırken elini uzatan adamı gördüm, evinden yarım blok ötede durmuş komşusuyla konuşuyordu. Bir blok ötede beni görünce evine yürüyüp beni karşılayacak kadar zamanı olduğuna karar verdi. Arkasını dönünce koşmaya başladım. Ömrümde bu kadar hızlı mektup dağıttığımı hatırlamıyorum, müthiş bir depara kalkmıştım, hiç düşürmedim tempomu, öldürecektim onu. Mektupu posta kutusunun aralığına sokmak üzereyken döndü ve beni gördü. “HAYIR HAYIR HAYIR!” diye bağırdı. “KUTUYA KOYMA!” Bana doğru koşmaya başladı. Bulanık ayaklarını gördüm sadece. Yüz metreyi 9.2’de koşmuş olmalıydı. Mektubu eline bıraktım. Zarfı açtı, verandayı katetti, kapıyı açtı ve içeri girdi. Ne anlama geldiğini bana birinin anlatması gerekiyordu.”

charles bukowski

1955’te ölümün ucundan döndüğü mide kanaması, hayatının dönüm noktalarından birisi olur. Hastahaneden çıktıktan sonra edebiyat dünyasına ikinci kez giriş yapar. Bukowski’nin ilk öyküleri kaba seks ve şiddet sahnelerinden ibaretti. Gençliğinde yaşadıkları ona sokağın dilini öğretmişti. Her gördüğünü sansürsüz yazma yetisine sahipti. Okurlarını müstehcenlikle, argoyla, boş vermişlikle baştan çıkarabiliyordu. Bir keresinde Bukowski’nin dili şöyle tanımlanmıştı: “Pek az ince işçilik, tek tük seçme söz, karakterinden kopup gelen zalim bir dürüstlük.”

Gerçek anlamda yazarlığa ilk adımlarını elli yaşında, Black Sparrow Dergisi’nden aldığı birkaç yüz dolarla başlar ve postanedeki görevinden son kez istifa eder. Elli üç yaşında, henüz şiir dünyasında adını yeni duyurmaya başladığı günlerde ilk söyleşisinde, kendisinin dünyadan gizlenen bir keşiş olduğunu iddia eder. Hemen ardından keş ve keşiş olarak düzeltir sözlerini. “İnsanları neden sevmiyorum?” diye sorar, “Kim insanları seviyor ki” diye cevaplar kendini.

charles bukowski

1969’da yayımlanan, Bukowski’yi dünya çapında meşhur eden, kültleşen öykülerini içeren Pis Moruğun Notları onun sadece yazma uğraşını anlatan metinlerden ibaret değildir. Yazarın yaşam felsefesi ve tam bir tutkunu olduğu klasik müzik hakkında bilgiler de içeriyor.

“Sarhoştum. Odama doğru yürüdüm. Dolunay vardı New Orleans’ta. Bir süre yürüdüm ve yaşlar akmaya başladı. Ay ışığında bir gözyaşı seli. Sonra kesildi, yaşlarım yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu. Odama girdiğimde ışığı yakmadım ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp yatağa bıraktım kendimi… Uyandığımda şimdi sırada hangi kent var, diye geçirdim içimden. Hangi iş? Kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. İyi görünmüyordu sokaklar, genellikle görünmezler. İnsanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarda yaşamak ya da ölmek zorundaydınız.”

charles bukowski

1978’te yayımlanan Kadınlar, Bukowski’nin en çok okunan, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan romanı. Hayatında önemli yer etmiş, aşık olduğu, peşlerinden koştuğu, birlikte yaşadığı kadınları anlattığı romanı. Kadınlar, Bukowski’nin kadınlarla ilişkilerini ve cinsel hayatını olabildiğince açıklıkla anlattığı en önemli romanı olarak da kabul ediliyor.

“Bir adamın yeteneğini pohpohlamak, bütün yalanların en bağışlanmazıydı; çünkü bu onu yüreklendirmek demektir, gerçek yetenekten yoksun birini yüreklendirip, hayatını harcamasını telkin etmektir. Çok insan yapar bunu dostlar ve arkadaşlar özellikle.”

charles bukowski

“İyiydi yaşlı olmak, kim ne derse desin. Bir tür berraklığa ulaşabilmek için bir yazarın en az elli yaşına gelme gerekliliği son derece mantıklıydı. Ne kadar çok nehir aşarsan o kadar çok şey öğrenirdin nehir hakkında. Deli gibi akan suya ya da gizli taşlara yenik düşmediğini varsayarak. Azgın akar bazen o nehirler.”

Bukowski kendisini şöyle tanıtır: “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerden yana rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”

bukowski ve ilk esi

İlk eşi Barbara Frye, Bukowski

Yaşadığı, izlediği her şeyi içtenlikle yazan Bukowski, şiir ve öykülerinde Amerika’nın görünmeyen yüzünü anlattı, bir anlamda Amerikan rüyasını Amerikan kabusuna dönüştürdü. Yazım dili düz ve basittir. Gündelik dilin sadeliğini kullanarak çarpıcı kılar eserlerini. Bir röportajında şöyle der: “Yapmaya çalıştığım şey fabrika işçilerinin hayata bakış açılarını şiire yansıtmaktı. İşten eve geldiğinde bağıran karısını mesela. Sıradan adamın var oluşunun temel gerçekliklerini… Yüzyıllardır süregelen şiir geleneğinde nadiren dile getirilen bir şey. Şunu söylediğimi yazabilirsin, yüzyıllardır devam eden şiir boktan bir şey. Yazık.”

Kasabanın En Güzel Kızı kitabı, Bukowski’nin belki de en güzel ve farklı öyküsü Kasabanın En Güzel Kızı’yla başlıyor. Öyküde yazar güzelliğinden sıkılan kasabanın en güzel kızı Cass ile kısa süren ilişkisini anlatıyor.

“Sahile götürdüm onu o gün. Yaz henüz başlamamıştı, hafta sonuydu, tenhaydı sahil. Harikuladeydi. Berduşlar paçavraları ile kuma uzanmışlardı. Bazıları taş banklara oturmuş, şişeyi paylaşıyorlardı. Her şeye rağmen huzur vardı havada. Denize doğru yürüdük. Çok az konuşarak. Mutluyduk birlikte. İki sandviç, biraz cips ve içecek bir şeyler aldım. Kuma uzanıp atıştırdık. Birbirimize sarılıp uyuduk bir süre. Sevişmekten bile daha güzeldi sanki. Gerilimsiz bir birlikte akış.”

charles bukowski

Sıradan Delilik Öyküleri’nde kendi hayatından yola çıkarak, kaybedenlerin dünyasına, ayyaşlar, kaçıklar, düzenbazlar, fahişelerden oluşan bir dünyaya kendine has farklı bir mercekten bakıyor ve her şeyi olabildiğince açık ve net anlatıyor.

“Sahneye çıkan basamakları buldum. Bir iskemle ile bir masa vardı sahnede. Seyahat çantamı masanın üstüne koyup içindekileri çıkartmaya başladım. “Adım Chinaski,” dedim onlara, “ve bu bir şort, işte bir çift çorap, bir gömlek, cep viskisi ve birkaç şiir kitabi.” Viski ile kitapları masanın üstünde bıraktım. Şiseyi açtım, bir yudum aldım. “Sorusu olan var mı?” Çıt yok. “Pekala, başlayalım öyleyse.” Önce eskilerden okudum birkaç tane. Şişeye yumuldukça güzelleşiyordu şiirler benim için. Üniversite öğrencileri önyargılı değillerdi zaten. Tek bir şey istiyorlardı, onlara bilerek yalan söylenmesin. Haklıydılar bence.” (Meslek Olarak Yazarlığı Önerir Misiniz?, Sıradan Delilik Öyküleri)

1982 yılında yayımlanan Ekmek Arası romanı otobiyografik bir eserdir. Bukowski, çocukluk ve ergenlik yıllarını, hayatının nasıl şekil kazandığını anlatır okura.

“Sihirli ışıkların altında birbirlerine sarılmış dans ederken kendilerini çok iyi hisseden bu, geçici olarak şanslı, zedelenmemiş çocukları izlerken onlardan nefret ettim, çünkü henüz bende olmayan bir şeye sahiptiler ve kendi kendime sürekli, bir gün bende sizin kadar mutlu olacağım, göreceksiniz diyordum.”

bukowski ve sean penn

Sean Penn ve Bukowski

Yakın arkadaşı aktör Sean Penn ile bir söyleşide Bukowski şiir ve şairler hakkında “Okulda çocukların hep şiirle alay ettiklerini görürdüm. Neden? Çünkü şiir zorlama bir üretim. Asırlarca züppece bir uğraş olarak kalmış. Fazla narin, fazla değerli. Aslına bakarsan pek çoğu süprüntüden ibaret. Belki Ezra Pound’dan ya da T.S. Eliot’tan bahsedebiliriz. Onlar da artık yoklar zaten. Şairler esas itibariyle kavga gürültü sevmeyen, yarı eşcinsel varlıklardır. Çizmelerini çıkarıp sokağa salsan, o şairlerin pembe popolarına şaplağı indirirler. Ben evine giden fabrika işçisine bağırıp çağıran kadınları, günlük hayatın basit detaylarını yazarım şiirimde. Asırlardır dile getirilmemiş gerçekleri.” der.

Özellikle şöhret olduktan sonra hayatına kaç kadın girdiğini hatırlamayan Bukowski’nin, kırk yaşındayken Frances Smith adındaki sevgilisinden bir kızı olur. Genelde kadınlarla uzun ilişkiler kuramayan ünlü şair, altmış altı yaşında Linda Blair ile tanışır. Geri kalan ömrünü Linda ile geçiren çılgın adam, bu son sevgilisiyle 1985 yılında evlenir ve San Petro Kaliforniya’da 9 Mart 1994’te, 73 yaşında kan kanserinden ölünceye kadar onunla evli kalır.

charles bukowski

Şiirlerinde, öykülerinde, romanlarında daima kural tanımazlığı, boş vermişliği, şiddeti ön plana çıkaran, aylakları, kaybedenleri sürekli kutsayan Bukowski’nin gerçekte yaşamı boyunca en çok eser veren yazarlardan, şairlerden biri olması ve kendini insanüstü disiplinli, titiz ve özverili bir çalışmayla işine vakfetmesi adeta ironik bir tablo oluşturur.

İlginç bir bilgi daha ekleyelim. Charles Bukowski, kitap hırsızlarının da sevdiği bir yazar. Amerika’da yayımlanan Publisher Weekly Dergisi’nin yaptığı araştırmaya göre, kitapçılardan en sık çalınan ve bu yüzden tezgah arkasında sergilenmek zorunda kalan kitaplar sıralamasında Bukowski açık ara birinci oldu.

Kaynak
Charles BukowskiKitap Hırsızlarının Sevdiği YazarYıllarca Uğraşılmış Bir Şöhret Eğiliminin Çocuğu: Charles BukowskiEntellektüel Ayyaşın Kaleminden MetinlerBukowski Okumaya Nereden Başlanır?


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir