Refik Halid Karay (1888 – 1965), ailesinin Osmanlı sarayına yakın, çok varlıklı, elit bir tabakadan olması nedeniyle rahat bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirir.
Yazarlığa merakını şöyle anlatır: “Tam doğrusunu söylemek lazım gelirse, bende muharrirlik istidadı pek çocukken, henüz on iki yaşlarında kendini gösterdi, hem de çoğu kimsede olduğu gibi, başlangıçta şiir şeklinde. İlk manzumem, hiç unutmam, çiçek, kelebek, böcek, ipek hatta inek kafiyeli bir bahar tasviri idi. Bu sıkıntılı şairlik devrem bereket uzun sürmedi. Hemen nesre atıldım ve bir rahat nefes aldım.”
Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i Hukuk’ta okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır. Kısa sürede hiciv yazılarıyla üne kavuşmuş Fecr-i Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. 1910 yılında Kirpi adıyla yazdığı taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince 1913’ten 1918’e dek Sinop, Çorum, Ankara, Bilecik’e sürgüne gönderilmiş. Daha sonra bu yazılar Kirpinin Dedikleri adlı kitapta toplanır.
“İstanbul medeni bir şehir değil, her itibarla kocaman bir ormandır. Bir yerinden bir kıvılcımdır sıçradı mı rüzgarın önüne katılıp günlerce yanıyor… Üç senedir, şöyle böyle memleketin hayli azim binalarını küle inkılap etmiş gördük. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur!” fehvasınca her yangından sonra harikzede yerlerin, hem de iki ayda tamir ve tecdidini vaat eden hükümet eski harabelere daha bir tahta perde bile çekmedi; elan rüzgar Çırağan’la Bab-ı Ali’nin küllerini savurup duruyor.” (Kirpinin Dedikleri – On Temmuz Yangınına Dair)
Sürgünden ancak I. Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir. Dönüşünde Robert Kolej’de öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, iki kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu süreçte Aydede Mizah Dergisi’ni çıkarmıştır. İlk sürgünlüğü sonrasında içinde 18 hikayenin yer aldığı Memleket Hikayeleri adlı eseri 1919’da yayımlanmıştır. Yazarlığının ilk yıllarında Maupassant etkisiyle yazdığı birkaç öyküden sonra, Karay Anadolu’da bu yöntemi uygulayacak elverişli bir ortam bulmuştur. Böylece, o zamana değin yalnız türkülerde ve halk hikayelerinde sözü edilen Anadolu insanı, Refik Halid’in Memleket Hikayeleri ile ilk kez düzenli, sürekli ve bilinçli olarak aydın toplulukların edebiyatına girmiştir.
Türk edebiyatında dili en sade, zengin ve etkili biçimde kullanan yazarlardan biri olarak tanınan Refik Halid Karay, kendisini diğer yazarlardan ayıran ve müzikalitesini hissedebildiğiniz dili, yarattığı atmosfer ve güzel benzetme örnekleriyle donatılmış eserleriyle Türk hikayeciliğinde oldukça önemli bir yere sahiptir.
Yatık Emine, Anadolu halkının kadına karşı tutumunun ve ahlak normlarının sorgulandığı bir hikayedir. Sürgün edilen, daima dışlanan ve kullanılmak istenen kadın karakterin hazin sonundan yola çıkılarak Anadolu insanının ahlak anlayışı sorgulanır.
“Ev dolup dolup boşalıyor, bir düğüne gelir gibi feracelerine inci, boyunlarına beşibiryerde takmış, yüzlerine düzgünler sürmüş iri kuvvetli ve bu yeni dişiye karşı kıskanç kadınlar arasında Yatık Emine, şakağındaki taze yarası, sol ayağına topallık veren beresi ile dolaşıyor, kovulmamak, dışarı atılmamak için her şeye razı, kendini seyrettiriyordu. Kadınlar ona baktıkça şaşıyorlardı. Ankara’da bu cılız, sıska için mi adamlar birbirini vurmuş, kocalar karılarını boşamış, kasaba karmakarışık olmuştu.” (Memleket Hikayeleri – Yatık Emine)
Çocukluğu
Şeftali Bahçeleri’nde memur olarak gitmek zorunda kaldığı yerde önceleri oradaki hayat tarzını yadırgayan ve uyum sağlamayı reddeden, ancak sonra halka ayak uyduran Agah Bey’in hikayesi anlatılır.
“Agah Bey yavaş yavaş alışkınlıklarını değiştirmişti. Şimdi rakısız yapamıyor, gözü önünde toprak bir imbikten halis cibre çektiriyordu. Kadınsız da duramamıştı, sık sık arka kapıdan eve ziyaretçiler girerdi. Entari ile püfür püfür, rahat rahat gezmeğe vücudu alışmıştı; eve gelir gelmez soyunuyor, bahçe üstündeki odaya nargilesini kurup köşeye geçiyordu. Gelsin sohbet… Kabarık şilteli rahat köşe minderlerinin, yan yastıklarının, arasında vücudu gevşiyor; gitgide genişliyordu. Çalışmağa gönlünde hiç de istek kalmamıştı. Hatta Kadı Efendi ile satranç oynamak, fıskiyeli kahvede muhasebeci beyle tavla atmak gibi eğlenceler onu çoğunlukla dışarda alıkoyuyor, daireye gitmesine engel oluyordu. Kış, aslında Akdeniz sırtındaki bu memlekette sonbahar gibi hafif geçerdi. Biraz rüzgar soğukça esse tavan boyu ocaklara kuru zeytin kütükleri atıyorlar, hindiler doldurarak, kazlar kızartarak kışın da zevkini çıkarıyorlardı. Bu gamsız, geniş ömür yüreğinin ateşini söndürmüştü.” (Memleket Hikayeleri – Şeftali Bahçeleri)
Refik Halid Karay’ın 1920’de İstanbul’un Bir Yüzü ismiyle yayımlanan ilk romanı, içinde yaşadığı şehir ile tanık olduğu simaları tasvir ve tahlil ederken, II. Meşrutiyet öncesini ve sonrasını karşılaştırarak anlatan bir eser olarak göze çarpar. Bu iki devir ele alınarak değişen değerler ve insanlar, İsmet adlı yanaşma bir kızın hatıra defterinden aktarılır.
“Aynı İstanbul’un içinde İstanbul’u arayarak ve artık bulamayacağımı pek iyi anlayarak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Ben İstanbul’un, eski İstanbul’un, o şahsiyeti ve güzel İstanbul’un iç yüzünü afacancasına tanıyan bir evladıydım; onu ben ne iyi anlardım… Sanki o da bana ayrıca, herkese yaptığından fazla yüreğini açardı. İşte ben bu pek iyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim. Ona yanıyorum onun hasretini çekiyorum!”
Yazarın Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’ye muhalif olma tutumu bu dönemde ortaya çıkmıştır. Refik Halid, Anadolu hükümetini eleştiren yazılar kaleme almış, TBMM hükümeti tarafından Yüzellilikler Listesi’ne dahil edilerek ikinci sürgünlüğünde Beyrut’a gitmek zorunda kalmıştır.
İlk baskısı 1931 yılında Halep’te, ikincisi ise 1939 yılında İstanbul’da yapılan Bir İçim Su, Refik Halid Karay’ın Doğruyol Gazetesi’nde yazdığı edebi yazıların derlenmesi ile oluşmuştur. Kitapta yer alan deneme türündeki metinler yer almakta. Bir İçim Su’da yazarın sürgünlük hayatını zaman nosyonu çerçevesinde ele aldığı, kaybettiği geçmiş ile bağlantı kurarak benliğini onarmaya çalıştığı, yurdunun hatırında kalan hatıralarına sarıldığı görülmektedir.
“Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra’lara, Hatice’lere, Fatma’lara, Şerife’lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum: “Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!” Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.” (Bir İçim Su – Ayşegül)
1922’de başlayıp 1938’de biten ikinci sürgünlüğünde diğer önemli öykü kitabı Gurbet Hikayeleri’ni de kaleme almıştır. Refik Halid’in Gurbet Hikayeleri öykülerinin sonlarına atılan tarihlerden anlaşıldığına göre 1930-1939 yılları arasında yazılmıştır. Refik Halid, Şişli, Halep, Lübnan ekseninde yazdığı bu hikayelerde, artık Osmanlı siyasal coğrafyasından ayrılmış bulunan Arap halklarını, Bedevi kültürünü, çorak ve kavruk çölleriyle unutulmuş Orta Doğu taşrasını anlatır. 1940 yılında yayımlanan Gurbet Hikayeleri, biri Sibirya’da olmak üzere, geri kalanı Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde geçen on yedi hikayeden oluşmaktadır.
Anadilinin önemini yoğun olarak işleyen, adeta bütün unsurları tek bir etki yaratmak için bir araya getiren Eskici hikayesi, gerek üslubu gerekse yarattığı atmosferle Türk hikayeciliğinin zirve eserlerindendir.
“O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce titriye titriye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbir arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.” Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici döküldüğünü duydu.” (Gurbet Hikayeleri – Eskici)
1935 yılında Halep’te yazılan Hülle başlıklı metinde ise gençliğinde bir gezi için Şam’a giden ve orada tanımadığı bir kadınla bir gecelik nikah kıyan karakterin macerası anlatılır. Bu metinde öne çıkan, şimdi harabeye dönen Şam hakkında yapılan tasvirleridir.
“Şam’ın iç mahalleleri ve yılankavi sokakları o kadar birbirine benzer, öyle ayırt edilmez şeylerdi ki… Her kapı, her cumba, her yalak, her binek taşı; bütün çeşmeler, mescitler, türbeler diğerlerinin eşidir. Bana insanlar görerek değil, koku alarak evlerini bulurlar zehabını verir. Akşamları koyun sürüsü köye dönünce nasıl yeni kuzular, şaşırmadan analarını seçip memelerine yapışırlarsa bu mahalle insanları da kapılarının halkalarına öyle, bizim akıl erdiremediğimiz bir hassa ile şaşırmadan el atarlar.” (Gurbet Hikayeleri – Hülle)
Akrep öyküsünde kıyafetinin içinde onlarca akrep barındıran Ebu Akreb karakteri ve akreplerle olan ilişkisi anlatılır, akrepler Ebu Akreb’i sokmamaktadır. Öyküde İstanbul’dan uzak olduğu için vatan hasreti çeken ve müsait olunan her anda İstanbul’dan bahseden iki karakter bulunmaktadır.
“İstanbul’dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir. Bilhassa çölde onu konuşurken hep beyaz yelkenlerin kayıp gittiği şurup renkli denizler, avize gibi şıkırdayan pınarlar, ağızlarından şekerleme kadar tatlı sözler dökülen kızlar görürsünüz.” (Gurbet Hikayeleri – Akrep)
1954 yılında yayımlanan romanı, Bugünün Saraylısı’nda sonradan zengin olan babasının parası ile İstanbul’a baba tarafından dayı olan akrabasının yanına gelen Ayşen’in açılıp serpilmesi ve lüks bir hayat yaşamaya başlaması anlatılır.
“Hayır büsbütün başka bir iş. Kadın, erkek bazı tipler türedi; tramvaya dadanmışlar, ömürleri tramvay arabalarında geçiyor. Kalabalık saatlerde tramvay gezintisi yapıyorlar. Nedeni, yabancı erkeğe veya kadına sokulmak. Hem de halleri vakitleri yerinde olanlar bunun zevkine düşmüşler, reziller! Tabii bir kanuni kovuşturma yapamıyoruz; ama, belirlediğimiz kişileri bir yana çekip uyarıda bulunuyoruz, korkutuyoruz. Sıkıyönetim var ya, ondan ürküyorlar. Hele şu karartma geceleri neler oldu, neler!” (Bugünün Saraylısı)
Mutfak Zevkinin Son Günleri kitabı, Refik Halid Karay’ın 1938 ve 1965 yılları arasında, Tan, Akşam, Yeni İstanbul, Zafer gibi gazete ve dergilerde yayımlanan, mutfak, yemek ve yemek kültürü üzerine yazılarından oluşuyor. Refik Halid Karay’ın yazıları Memleket Yazıları adlı seride toplanmış. Mutfak Zevkin Son Günleri bu serinin 4. kitabı. Kitap, lezzet, keyif, görgü meftunu Refik Halid’in bir şikemperver olduğunun ispatı; Osmanlı konak ve saray mutfağı ile İstanbul kent ve Anadolu mutfaklarına, padişahlık ve cumhuriyete tanıklığının masalı.
“Enginarlara bakıyorum; tarihi bir sütun başlığı gibi katmer katmer, yaprak yaprak süsler işlenmiş, biraz da Kurunuvusta silahını (Nedir? Nasıldır? En ufak bir bilgi bile yok) andıran tıkız topuzlarında nasıl canlı bir sertlik var… Su içtikçe ağza yarı buruşturucu, kıvamında şuruplu ve bir çocuk nefesi kadar hafif, serin rayihalı bir yemiş lezzeti veren bu sebze, şeklinden, katılığından, kabalığından beklenilmeyen bir tad mahfazasıdır; diri etile sebzelerin ıstakozudur. Istakoz, aslında siyah iken insan elinde haşlanarak rengini değiştirir, nasıl iştah açıcı bir kırmızılığa uğrarsa, enginar da acı yeşil iken limonla uyuşarak gönle ferahlık veren bir kehribar sarılığı bağlar, rengi lezzetine uyar.”
Refik Halid, gezip tozmayı, yemeyi, eğlenmeyi, hayatın nimetlerinden kam almayı seven biri. Haldun Taner’in nitelendirmesiyle hedonist, fakat o ölçüde de kirpi, yani heccav, yani müthiş mizahçı. Karay “Ben epiküryen yaradılışta bir adamım. Yani zevklere düşkünüm. Tabii aşırı mertebe olmamak şartıyla, kadın severim, iyi yemek severim, seyahat severim, şehir gezintilerini severim… Ve bütün bunlardan aldığım küçük zevklerle hayatımı sürerim. Esasen bedbin yaradılışta değilimdir…” diyor.
Karısı Nihal Hanım “Beni vermek istemedikleri için, ben de kendisine kaçtım… O zaman, yani 1927 yılında on beş yaşında idim. Refik de otuz dokuzunda. Nikahımız Beyrut’ta kıyıldı. Kocam İstanbul’da çocukluğumu tanır. Kendisi Jön Türklerden olan babam Mahir Sait’in arkadaşı olduğundan ara sıra bize gelirdi.” diyor.
Şerif Aktaş’ın Refik Halid Karay kitabında oğulları Ender ve Ömer Karay “Midesine düşkün olduğundan evvelce güzel yemeklerden zevk alır. Sonra içinde kadın bulunan meclislerde bulunmaktan hoşlanır. Muhataplarının zeki ve entelektüel olması şarttır. Kadın bulunmayan meclisler kendisini çok sıkar. Ve daima kadınlığını empoze eden kadınlardan da nefret eder. Kadın natürel olacak … Babam çocukluğundan beri, şehvetperest değil, kadınseverdir. Onların meclislerinde bulunmaktan, ahbaplık etmekten zevk alır. Yalnız erkeklerden teşekkül topluluklardan hoşlanmaz; eğlence yerlerine yanında kadın olmadan giden erkeklere kızar.” diyor.
Kaynak
Sürgünlük Edebiyatı Bağlamında Refik Halid’in Yapıtları, Refik Halid Karay’ın Hikayelerinde Değişim
Yorum Yap