Nurullah Ataç, 21 Ağustos 1898’de İstanbul’da doğar. Bir haftalığına Maliye Nazırlığı görevinde bulunan ve Hammer’in tarihini dilimize çeviren Ata Bey’in oğludur. Asıl adı Nurullah Ata’dır. Daha sonra soyadına orağı çağrıştıran ç harfini ekleyerek Nurullah Ataç soyadını alır.
Anne tarafı da Maraşlı Kısaküreklerdendir ki, Necip Fazıl Kısakürek ile birbirlerine pek de uzak olmayan akrabalardır. Bir dönem Necip Fazıl’ın, Ataç’ı tokatladığına dair söylentiler dillendirilse de, Ataç şöyle der: “Bence Necip Fazıl şimdiye kadar gelmiş en büyük şairlerdendir.” Necip Fazıl ise Kafa Kağıdı isimli kitabında “Şuuru bulunmayan, sözde tenkitçi nursuz Nurullah Ata” der.
On bir yaşındayken, o güne dek meleklerin kanatlarına zarar verirsin diyerek uçurtma uçurtmasına izin vermeyen, beş taş oynamasını yasaklayan annesini kaybeder. Ağabeyi Refik, Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğunda ise henüz 16 yaşındadır.
Galatasaray Lisesi’nin ardından, Birinci Dünya Savaşı başlamadan kısa bir süre önce, babasının isteği ile gönderildiği İsviçre günleri başlar. İlk başlarda hiç gitmek istemediği İsviçre’de ilk aşkını yaşadıktan sonra, bu kez de geri gelmek istemez. Açlıkla mücadele ederken, bir yandan da Hamlet oyununda balıkçı rolünü oynar, en azından bir süreliğine de olsa tiyatro sahnesinin tozunu yutar. Bu durum, onun yazarlığa tiyatro eleştirisi ile başlamasına da neden olur. Ne var ki sinirlenince kekelemesi, sahnedeki ömrünün çok uzun olmamasına yol açar. Ataç, İsviçre’de alışamadığı okulu yarım bırakır, 1919’da İstanbul’a döner, bir süre Darülfünun’da edebiyat derslerini izler, ardından sınavla Fransızca öğretmeni olur. Daha sonra çeşitli liselerde Fransızca edebiyat öğretmenliği yapar. Fransız, Latin ve Rus klasiklerinden çeviriler yapar.
İlk şiirleri Dergah’ta yayımlanan Ataç, şiir yazmayı bıraksa da, şiir teorisine ait görüşleri, kavramları iyi ifade edebildiği, açık seçik ortaya koyabildiği için eleştiri ve şiirin ne olduğunu ve ne olmadığını anlama konusunda başvurabilecek en iyi kaynaklardan biridir.
Melâl Perisi
Bağrıma bir gece çöktü ağlama,
Bir garip hayâlet girdi rüyâma,
Dedi: Sen âşıksın artık akşama:
Çünkü ben gönlüne keder getirdim.
Duyurmadan geçer sevginin günü,
Neşe bu cihânın dönmez sürgünü,
Al armağanımı ve yar göğsünü:
Yarası kapanmaz hançer getirdim.
Beni gördün, artık çıkmam aklından,
Titreyerek kaçar sana yaklaşan,
Al kanlar fışkırır elini sıksan:
Her yanı dikenli güller getirdim.
Bahâra erişip düşme emele,
Derdini yavaşça geceye söyle,
Başını eğip de şarkımı dinle:
Hicrân illerinden haber getirdim
“Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul’un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor… Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.” Yeni Şiir (Sözden Söze)
“Yanılmıyorsam 1921’deydi. Dergâh’ta yazmağa başladım. Ahmet Haşim’in Göl Saatleri yeni çıkmıştı, ilk yazım onun üzerinedir. Sonra tiyatro eleştirmesine geçtim.” Ben Nurullah Ataç (Diyelim)
Sonraki yazısı ise Türk Tiyatrosu’nda İlk Göz Ağrısı adlı tiyatro eleştirisidir.
“Şimdi o günleri düşündükçe belki geçmiş gençlik günlerini hatırladığım için bir haz duyuyorum, ama biraz da şaşırıyorum. Kuşdili’ndeki salaşta, satıcıların bağırtıları ve çıngırak sesleri arasında, perdenin açılıp Kel Hasan’ın tuhaflık etmesini bekleyen çocuk gerçekten ben miyim? Şehzadebaşı’nda birtakım eciş bücüş vodvilleri dinleyip onların monologlarını anlatmaya çalışan delikanlı ben miyim? Tiyatro yüzünden hatırını kırdığım kavga ettiğim adamlar bile oldu. Sahiden hayret ediyorum. Şimdi bir akşam tiyatroya gitmek için uykumu feda etmeyi aklım almıyor. O günler benden o kadar uzaklaştı.”
Orhan Veli, Necati Cumalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Azra Erhat, Nurullah Ataç
1926 yılında Ankara’da çalışan Ataç, Leman Hanım’la evlenmek için İstanbul’a gelir, ancak bu süre içinde evlenme işlerinin yasal prosedürünü tamamlayamaz ve çalıştığı okulun gelmeyeceksen istifa etmiş sayarız mesajı üzerine geri döner. Tek çözüm, şimdilerde olmayan, o günlere has vekaletle evlenmektir, bu nedenle kendi nikahında bulunamaz.
Akşam, Ulus, Cumhuriyet, Milliyet, Son Posta, Haber, Akşam Postası, Son Havadis gazeteleri ile Yedigün, Yeni Adam, Yarım Ay, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Ülkü, Varlık, Türk Dili gibi dergilerde yazan Ataç, yazı ve yapıtlarının bir kısmında Sabiha Yağızlar, Ahfeş, Süha Kavafoğlu gibi takma ad kullanır.
Yahya Kemal Beyatlı ve Nurullah Ataç
Nurullah Ataç, çeviri, deneme ve eleştirileriyle Cumhuriyet devrine damgasını vurmuş önemli isimlerden biridir. Denemelerinde, objektiflikten çok, subjektif bir yaklaşım içerisindedir. Belgeler değil de, mantığını kullanır olaylara yaklaşırken. Ayrıntılar üzerinde dururken, genel kabul görmüş yaygın hükümleri de sürekli olarak sorgular.
1946-1957 yılları arasında yazdığı denemeleri Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Sözden Söze, Ararken, Diyelim, Söz Arasında, Okuruma Mektuplar, Günce, Prospero ile Caliban kitaplarında bir araya getirilmiştir. Kendi beninin kuvvetle hissedildiği bu yazılarda Ataç, çeşitli konuların yanı sıra yakından izlediği Türk Edebiyatı’nın, özellikle şiirimizin temsilcileri ve eserleri hakkında etkili değerlendirmeler yapmış, genç şairleri yönlendirmiş ya da onların Orhan Veli örneğinde olduğu gibi edebiyat kamuoyunda tanınma ve ün kazanmalarında önemli bir rol oynamıştır.
“Erkeklerden ziyade kadınlarla konuşmaktan hoşlanırım. Onlar da daima, daha çok anlayış değilse de, daha çok seziş gördüm de onun için. Erkeklerin güldükleri, ciddiye almadıkları birçok sözleri kadınlar ehemmiyet vererek, yahut ehemmiyet veriyor gözükerek dinlemesini bilirler. Kadınlar kendi aralarında erkekler gibi kaba saba konuşurlar mı bilmiyorum, herhalde erkeklerin yanında kötü, açık sözler kullanmaktan çekinirler. Halbuki erkeklerin çoğu en pis şeylerden en iğrenilecek kelimelerle bahsetmeği bir meziyet sayarlar. Sonra da gülerler; terbiyesizlik etmek bir marifetmiş, bir zeka eseri imiş gibi… Erkek aklı ile, zekası ile övünür; bunun için de, yeri olsun olmasın, daima aklını, zekasını isbat etmek sevdasındadır. Ama aklı, zekayı nerelerde aramaz ki.” Konuşmak (Günlerin Getirdiği), 1946
“Her doğruyu söylemeğe gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak, o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkınız var mıdır? Bazı yalanlar kut salmış, onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı, kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için kutsal yalan sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor. Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek, eski kibarlık, asillik, aristocratie düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!” Karalama Defteri, 1952
“Ataç’ın gençliğinin büyük bir kısmı, Sohbet adlı bir mecmua çıkarmak hülyasıyla geçti. Yazılarının büyük bir kısmını sonradan Söyleşi’ye çevirdiği bu ad altında yazdı. Ve şimdi hayatına bakarken bunun baştan aşağı ses perdesi daima değişen bir sohbet olduğunu gayet iyi anlıyorum.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet, 4 Haziran 1957
“Üstüne başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam, gerçekten medeni bir adam değildir. Bir kere öyle kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere gerçekten aldırsalar, onları gerçekten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben böyle sallapati gezerim, korkunç bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdular” demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Böyle kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şöyle iyilikleri, böyle üstünlükleri varmış… Bütün o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sevimli görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur öyle meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir suç saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Bezenmek (Söyleşiler)
Kendisi Divan Edebiyatı’nı çok iyi bilmesine, kolayca ezberleyebilen bir hafızası olduğu için yeri geldiğinde, beyitleri, gazelleri konuşmalarında ve yazılarında kullanmasına rağmen öz Türkçe’den yanaydı. Divan şiirini çok sevmesine karşın, artık ölmüş olduğunu savunurdu.
Ataç, sadece Arapça-Farsça kelimelerin değil, başka dillere ait kelimelerin de Türkçe’de kullanılmasına karşıydı. Zaten ilk itirazı ismineydi, Nurullah (Tanrının ışığı) Arapça kökenli olduğu için, sevmediğini birçok kereler ifade etmiştir. Yazılarını öz Türkçe ile yazmaya özen gösterdi. İlk kez farklı bir söz dizimi kullanarak, devrik cümlelerle yazdı yazılarını. Dilimizi zenginleştirmek, yabancı köklerden gelen sözcükleri karşılamak için yeni sözcükler yapmaktan da geri kalmadı. Dil bilgisi kurallarına uymadığı gerekçesi ile birçok kesimden tepki aldı, buna rağmen vazgeçmedi. Karalama başlıklı yazısında şunları söyler:
“Çocuk bunları okuyarak dilini öğrenecek. Dilimizi büsbütün firenkçeye uyduralım, biz de firenkler gibi boyuna adımsı kullanalım, onların bütün deneyimlerini alalım diyorsak, o başka!… Ben böyle bir dileği yersiz buluyorum. Çocuklarımıza kendi konuştuğumuz dili, kendi dilimizin gereklerini öğretmeye çalışalım.”
Tiyatronun en sevdiği sanat dallarından biri olduğunu birçok yazısında dile getirir. Ataç, tiyatro hakkında yazmış olduğu eleştirilerle yalnızca tiyatro sanatı ile ilgili teorik görüşlerini ve Türk Tiyatrosu’nun tarihi gelişimini gözler önüne sermekle kalmaz, aynı zamanda bu sanatın gelişimine de katkıda bulunur. Gazete ve dergilerde 1921-1957 yılları arasında tiyatro hakkında yaklaşık 127 yazısı yayımlanır.
“Türk tiyatrolarının o bayağı yazarları bırakıp da daha iyilerine, daha yükseklerine geçmesini ben sağladım demiyorum. Olacaktı o iş. O eserleri beğenmeyen, bayağılığını bilen daha nice kimseler vardı, elbette etkilerini göstereceklerdi. Ama benim de o işte küçük de olsa, bir payım vardır.” Ben Nurullah Ataç (Diyelim), 1954
Kumar, Nurullah Ataç’ın bekarlık günlerinden alıştığı ve ölene kadar vazgeçmediği tutkusu olacaktır. Gergin, kolay beğenmeyen, huysuz bir kişiliğe sahiptir. Zaman zaman yakın dostlarıyla bile anlaşmazlığa düşüp onlara darılır. Yakın dostu Ahmet Hamdi Tanpınar için “Hamdi artık Yahya’nın çiş şişesini taşıyormuş” der, kahkahalar atar… Tanpınar, Yahya Kemal’in bir idrar tahlilinde yardımcı olmuştur oysa. Tanpınar’a yağdırdığı hakaretler bununla da kalmaz: “Sana bok bile diyemem, çünkü bok evvelce iyi olan bir şeyin çürümüş halidir. Sen hiçbir zaman iyi olmadın ki!”
Nurullah Ataç, “Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim; ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam. ‘Kiminle anlaşırsın ki!..’ diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım.” der.
1954 yılında gazeteci Sermet Sami Uysal’ın eşi Leman Hanım’la yaptığı ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajından bazı bölümleri okuyalım:
“- Hanımefendi, sizin tesirinizle eşinizin değişen huyları oldu mu?
– Yok yok, ne oyunundan, ne aşık olmasından vazgeçirebildim.
– Eşiniz en çok neyi sever?
– Kavgayı!
– Eşinizin batıl intikatları var mıdır?
– Ah sadece ‘Gavurum’, der gezer!..
Nurullah Ataç: Gavur değil dinsizim!..
– Eşinizin hoşlanmadığı şey?
– Temizlik.
Nurullah Ataç: Doğru evlenmeden evvel hiç yıkanmazdım. Şimdi altı ayda bir yıkanıyorum.”
Kızı Meral Tolluoğlu şöyle der: “Babam küçük yaştan beri biraz inatçıymış. Bunu sürekli olarak aile içinde söylerler. Kendisi de bunu onaylardı. Babam çok alıngan bir insandı. Herkesin sözünden alınırdı. Belki çok hassaslığından, belki, de kendi deyişiyle şımarık oluşundandı. Ben şımarık bir adamım derdi, ama şımarık olduğunu pek sanmıyorum. Herhalde hassaslığındandı. Özellikle kitaplarının yer değiştirmesine çok kızardı. Kitaplara sevgisi büyüktü, ama korumasını bilmezdi. Her gün eve cepleri kitapla dolu gelirdi ve paltosunun, elbiselerinin cepleri sarkardı. Annem derdi ki, “Nurullah Bey niçin böyle ceplerine kitap doldurdunuz?” Babam o zaman “Efendim, ben giysiye tutsak olamam. Giysi bana tutsak olsun” derdi.”
Eşi Leman Hanım’ı 1955’te yitirir. Bu ölüm Ataç’ı derinden sarsar, eşinin cenazesinde “Ben de senin arkandan bir, bilemedin iki yıl yaşarım” der ve dediği gibi olur. 17 Mayıs 1957’de 59 yaşında yaşama veda eder.
Kaynak
Babam Nurullah Ataç – Meral Tolluoğlu, Ataç ve Tiyatro, Nurullah Ataç’ın Dil-Edebiyat Eğitimi ve Öğretmenlik Mesleğine Eleştirel Bakışı, Nurullah Ataç, Nurullah Ataç’ın Anlatıyor, Nurullah Ataç, Bütün Dünya Dergisi, Ekim 2002