Giovanni Boccaccio, 1313(?) tarihinde Floransa’nın güneyinde Gertaldo kasabasında, Boccaccio di Chellino adında Toscanalı bir tüccar ve Fransız bir anneden dünyaya gelir. Çocukluğunun ilk yılları Floransa’da, genel olarak mutsuzluk içinde geçirir.
Boccaccio gençlik eserlerinde annesinden daima büyük bir şefkatle bahseder, babasını ise sert bir dille anlatır. Edebiyata duyduğu ilgiye kayıtsız kalan babası, ticaret öğrenmesi için onu 1328’den önceki bir tarihte Napoli’ye yollar. Borç para ile Napoli sarayına egemen olan Bardi ailesinin bir bürosuna gönderildiği sanılan Boccaccio, bu devrede ticaret dünyasının aristokrasisi kadar saray şövalyelerinin ve feodalizmin görkemli günlerinden arta kalan yaşam biçimini de tanıma fırsatı bulur. Boccaccino, işi sayesinde hükümdar Robert d’Angiò’ya muhtelif vesilelerle hizmetlerde bulunur; bu nedenle kral tarafından consiliarius, cambellanus, mercator, familiaris et fidelis noster ünvanları ile ödüllendirilir.
Boccaccio o zaman İtalya’nın kültür merkezi olan Napoli’de, Latincesini ilerletir. Vergilius, Ovidius, Statius en çok sevdiği şairler arasındadır. Birçok tanınmış bilgin ve ediple arkadaş olur. Bunların arasında astronomi bilgisinden istifade ettiği Genovalı Andalò del Negro, geniş mitoloji bilgisi ile kralın kütüphanecisi Paolo da Perugia, Giovanni Barrili, Barbato da Sulmona ve şair Cino da Pistoia bulunur. Boccaccio, Calabrialı keşiş Barlaam’dan, Floransa’da Homeros destanlarını ilk tercüme eden Leonzio Pilato’dan Yunanca dersleri alır. Buna rağmen bu konuda pek başarılı değildir. Gençlik eserlerinde özenerek, ama yanlış kullandığı Yunanca isimler başarısızlığının delilidir.
Giovanni Boccaccio
Kilise hukuku eğitimi alan, Petrarca’nın dostları ve hayranlarından oluşan bir çevreye giren Boccaccio, Petrarca’nın yapıtlarıyla da bu sırada tanışır. 1350’de Petrarca ile tanışması, Boccaccio’nun yaşamının en önemli olaylarından birisidir. Petrarca, Rönesans’ı edebiyat ve bu edebiyatın içerdiği dünya görüşüyle fiilen başlatan ve kendisinden çok sonraki kuşaklarca ilk hümanist olarak nitelendirilen biridir.
Paris’e gider, burada geçirdiği yıllar sırasında iyi bir aileye mensup olan Jeanne isminde bir kadınla beraberliğinden oğlu Giovanni di Boccaccio dünyaya gelir; ancak Jeanne genç yaşta ölür. 1340 yılının Aralık ayında, İngiltere kralının borçlarını ödememesi sebebiyle Bardi bankasının iflas etmesi üzerine, işleri bozulan babası tarafından Floransa’ya çağrılır.
Boccaccio Napoli’den dönerken orada bitirdiği, aşk ve şövalyelik temaları içeren birçok yapıtını da getirir. Bunlar arasında terza rima (üçer mısralık bendlerle yazılır) biçiminde yazılmış kısa şiiri La caccia di Diana (Diana’nın Avı), beş ciltlik düz yazı yapıtı Il Filocolo (Aşk Yorgunluğu) ve Troilus ile vefasız Criseida’nın öyküsünü anlatan Il Filostrato (Aşk Mağlubu) adlı kısa şiiri de vardır.
John William Waterhouse, A Tale from the Decameron, 1919
30 Mart 1336’da San Lorenzo kilisesinde rastlayıp aşık olduğu, hükümdar Robert’in gayri meşru kızı olduğu söylenen Maria d’Aquino’nun, Boccaccio’nun hayatı ve edebi faaliyeti üzerinde büyük etkisi olur. Saraydan birisiyle evli olan Maria, 1339 yılında başka aşklara dalarak Boccaccio’yu terk eder. Bazı kaynaklar ise böyle bir kadının gerçekten yaşadığını kanıtlayan bir belge olmadığını yazar.
Fiammetta dediği Maria’sı için sayısız sonnet, ballad ve madrigaller (Rönesans ve Barok dönemlerini kapsayan, dini olmayan müzik) yazar. Maria’ya aşık olduğu bu dönemde yazdığı şiirler arasında, gerçekçi olanlar, Dolce Stil Nuovo akımından (konusu kadın, aşk olan akım), Dante ve Petrarca’dan etkilenerek yazılmış olanlar vardır. Bu şiirlerde Napoli’nin geniş kıyı şeridi, kumsalları, özellikle o dönem asillerinin sayfiye yeri olan Baia yer alır. Eleştirmenlere göre Boccaccio’nun şiiri özgünlükten uzak ve bir şiir çalışması olmaktan öteye gitmez.
Dante Gabriel Rossetti, A Vision of Fiammetta, 1878
Boccaccio’nun Floransa dönüşünden sonraki 10-12 yıl, onun Decameron ile doruk noktasına ulaşan olgunluk dönemini oluşturur. Decameron, Giovanni Boccaccio’nun 1353 yılında tamamladığı, 14. yüzyıl İtalyan Edebiyatı’nda öykü geleneğini en iyi yansıtan başyapıttır.
Yapıt ne Ortaçağ’a ne de Klasik Dönem’e aittir; İtalya’nın Comuneler Dönemi diye adlandırdığımız, çeşitli kent devletlerinden oluştuğu döneme ait olup, o dönem İtalya’sında yaşamakta ve gelişmekte olan burjuva sınıfına hitap eder. Ortaçağ’da veba salgınından kaçmak için bir şatoya sığınan yedisi kadın on gencin, günlerini hoş ve zevkli geçirmek için sırayla anlattıkları öykülerden oluşur. Yapıt toplamda 100 adet öykü içerir. Her bir öykünün başında öyküyü anlatan konuşmacının ağzından birer giriş kısmı yer alır. Yapıtın çerçevesini oluşturan en başta yer alan ön söz kısmı ve ilk günün başında yer alan uzun bir giriş kısmı bulunur.
Boccaccio kitabın ön sözünde öyküler ile ilgili şunları yazar: “Bu öyküler günümüzde ya da geçmişte geçen, kimisi neşeli kimisi hüzünlü gönül ilişkilerini ve başka türden olayları içerecek. Sözünü ettiğim kadınlar öykülerimi okurlarsa, hem öykülerin eğlenceli içeriğinden keyif alacak, hem de kaçınılması ya da benimsenmesi gereken davranışlar konusunda hiçbir çaba harcamadan yararlı bilgiler edinmiş olacaklar.”
John William Waterhouse, The Enchanted Garden, 1916-17
Yunanca kökenli bir sözcük olan Decameron’un anlamı on gün kitabı demektir. Boccaccio’nun yapıtında yer alan öykülerin çıkış noktası aşktır. Özellikle bu konuyu seçmesi de yine kendi hayatındaki tecrübeden kaynaklanmaktadır. Aşık olduğu kadın Maria d’Aquino’ya, yapıtta Fiammetta takma adıyla yer verir.
Boccaccio’nun konu ile ilgili yazdığı şu sözler kendi sevda hikayesini anlamamıza yardımcı olacaktır: “İlk gençliğimden bu yana karşı koyulmaz, yüce ve soylu bir sevdayla tutuştum. Anlatacak olsam kulaklarınıza inanmaz, duyduklarınızı benim zor koşullarımla bağdaştıramazsınız. Sevdamı bilen sağduyulu kişiler beni yüreklendirseler, bana daha fazla değer verseler de, büyük acılara güçlüklere göğüs germek zorunda kaldım. Sevdiğim kadının suçu yoktu, hak ettiğim sevinçlere izin vermeyen, içimdeki ateşi besleyen tutkunun alevleriydi. Bu tutkuydu, yüreğimin gücünün ötesinde acılara boğulmasına yol açan (…) Artık acılar sona erdi, bir zamanlar dayanılması onca zor sevdam, şimdi tatlı bir anı oldu.”
Franz Xaver Winterhalter, The Decameron, 1837
Boccaccio, ne Dante gibi insanları uyarmak, onlara ahlak reformunun yollarını göstermek isteyen bir peygamber görünümündedir; ne de Petrarca gibi yalnız kendi ruhunu ortaya koyan bir ozandır. O, edebiyatı yaşamının merkezi yapan ve yöneldiği kişileri eğlendirerek onlara yaşam sanatını öğretmek amacı güden bir yazardır.
Gençliğinde ve olgunluk yıllarında hikayeci, romancı ve şair olan, eserlerinin ana temasını aşk oluşturan Boccaccio’nun daha sonraki yıllarda çalışmaları bilimsel eserler üzerine yoğunlaşır.
Hayatının son yılları sefalet ve bozuk bir sıhhatin verdiği ıstırap içinde geçer. Halsizlikten, safradan, öksürükten ve bilhassa uyuzdan (scabies sicca) şikâyetçidir. 25 Ağustos 1373 tarihli toplantıda alınan karar üzerine Floransa şehri kendisine, yılda yüz altın mukabilinde Divina Commedia’yı okuma ve yorumlama görevi verince, bozuk sıhhatine rağmen, geçimini temin etmek için bu işe girişir.
Divina Commedia üzerine altmış kadar ders verir; hastalık ve ölüm korkusu Boccaccio’yu değiştirir. Diğer taraftan Dante’nin yüksek, ilahi eserini cahil halka okumasını eleştirenler karşısında derslere son vermek mecburiyetinde kalır. 8 Temmuz 1374’te hayata gözlerini yuman Petrarca’nın ölüm haberini alır. Kısa süre sonra 21 Aralık 1375’te Boccaccio da ölür.
Kaynak
Sicilya Sanat Şiirinden Boccaccio’ya Kadın Kavramı, Gıovanni Boccaccıo’nun Decameron Adlı Eserinde Yapısal Çerçeve, Dante Ve Boccaccıo’nun İnsana Ve Aşka Bakışı