Platon, M.Ö. 427 yılında aristokrat ve zengin bir ailenin çocuğu olarak Atina’da dünyaya gelir. Asıl adı Aristokles’ti. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca Platon (geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı. Atina kralı Kodros’un soyundan geldiği söylenen babası ve Atina’daki Otuzlar Yönetimi’nde yer alan Kritias ile Kharmides’in akrabası olan annesinin, ilk çocuğudur.
441 yılında Atina ile Isparta arasında Peloponnesos Savaşı başlar. Platon’un gençliğindeki belli başlı biçimleyici etkilerden biri olan Peloponnesos Savaşı, yüksek bir idealin çöküşünü, acıyı, umutsuzluğu beraberinde getirir. Savaş sırasında Atina’daki demokratların (tüccar sınıfının) politikaları, eylemleri ona fazlasıyla malzeme sağlar. Platon’un yaşadığı dönemin siyasal yapısını yakından takip ettiği, yazdığı mektuplardan da anlaşılmaktadır.
Platon ve öğrencisi Aristotales, 1509-1511 yılları arasında yapılmış fresk. Platon işaret parmağını havaya kaldırarak gerçek olanın idealar (ruhsal olarak, anımsama yoluyla kavranabilen, duyularla kavranan gerçeklik) olduğunu söyler. Tabloda görüldüğü gibi Aristoteles ise elini ileri doğru uzatarak hocasının aksine gerçek olanın fenomenler (somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesneler) dünyası olduğunu ifade eder.
Platon sanatla ilgilenmiş, şiirler de yazmıştır.
Gel otur bu çamın dibine
Zephyros’un durmadan yapraklarında
Islık çalarak estiği
Çağlayan suların yanında
Uykuyu getirecek flüt
Büyülenmiş gözlerine senin.
Platon, 20 yaşında Sokrates ile tanışır ve Sokrates’in ölümü olan 399 yılına kadar onun çok yakın bir dostu ve öğrencisi olur. Sokrates’ten sonra Platon’un her alanda olduğu gibi sanat alanında da düşüncelerini kökten değiştirmiştir. Onda önceki yaşamının şiirlerini de aşırı duygusal, süslü, yapmacıklı, abartılmış, sahte bir dünya olarak düşünmüş olmalı ki şiirlerini hiç düşünmeden ateşe atmıştır.
Sokrates’in ölümümün ardından Platon, öteki Sokratesçilerle birlikte Megara’ya (Antik Kent) gitmiş, bir süre orada kaldıktan sonra Atina’ya dönerek öğretim çalışmalarına başlar ve Akademeia’yı kurar. Okul adını Atina yakınlarındaki Akademeia adlı bir zeytinlikten alır. Platon ve öğrencilerinin bu zeytinlikte toplanarak matematik, doğa bilimleri ve en iyi yönetim biçimi gibi çeşitli konuları tartıştığı bilinir. Akademi’nin matematiksel ve akılcı bir düşünceyle temellendirildiğini, kapının girişindeki “Ageometretos medeis eisito!” (Geometri bilmeyen giremez!) yazısından anlayabiliriz.
Bir süre Akademeia’nın yöneticiliğini yaptıktan sonra çeşitli yolculuklara çıkar. 12 yıl boyunca Mısır’a, Kyrene’ye ve Taras’a gittiği söylenir ama kesin olarak bilinen onun Sicilya’ya yaptığı üç ziyarettir. Hocasının öldürülmesinin ardından Atina’yı terk eden Platon, İtalya’nın güneyindeki sahil şehri Taras’a gelir. Misafir olduğu evde Taras’ın filozof kraliçesi Harmonia ile tanışır. Aralarında yüzyıllarca konuşulacak bir aşk doğar. Platon’un idealleri bu aşka engel olur. İşte bu yüzden platonik bir aşka dönüşür bu hikaye. Harmonia’da bundan dolayı büyük bir ıstırap duysa da, o da sevdiğine ihanet etmemek için başkasıyla evlenmez. Bu konuyu Rafet Elçi, Platon’un Aşkı kitabında mitolojik hikayelerle harmanlayarak masalsı bir dille anlatıyor.
Devlet, Platon’un MÖ. 380’lerde kaleme aldığı bir Sokratik diyalogdur. Konusu, başta adaletin tanımı olmak üzere, adil kentin ve adil insanın nitelikleridir. Platon’un en çok tanınan eseridir ve hem felsefe tarihinin hem de siyaset kuramının en etkili eserlerinden birisidir. Tarihte, ütopya karakterine sahip ilk eser olarak bilinir.
Platon’un Glaucon ve Adeimantus adında iki erkek kardeşi var, aynı zamanda Devlet diyaloğunun iki ana karakteridirler. Devlet’te gençlerin nasıl yetiştirileceğini tartışırken şiirlerin ve masalların zararlı etkiler yaratabileceği üzerinde durur. Edebiyatın bize diğer bir zararı da Platon’a göre duygusal yanımıza hitap etmesidir. Bir sanat eseri karşısında coşup gitme ve kaybolma tehlikesi vardır. Oysa dengeli insan, bilge kişi aklını kullanarak duygularını dizginlemesini bilen kişidir. Platon aklın insanı insan yapan en önemli özellik olduğunu söyler. Duyguyu ise insanın en zayıf yönü olduğu için reddetmiştir. Edebiyatın bizi gerçeklerden uzaklaştırdığını ve insanı sonu belli olmayan duygusal bataklıklara sürüklediğini söylenmiştir. Böylece duygusal yönümüzü sürekli dizginlememizi öğütlerken, duygusallığın insanları itebileceği tehlikelere karşı da uyarmıştır. Bundan dolayı da ussal yanımızı güçlendirerek gerçeğe ulaşacağımız tüm kapıları açmıştır.
Doğadaki tüm görüntülerin ideaların gölgelerinden ibaret olduğunu söyleyen Platon, bunu kolay anlaşılır hale getirmek için meşhur Mağara Benzetmesini yapmıştır. Bir yer altı mağarasında yaşayan insanlar düşünün. Sırtları girişe dönük, elleri ve ayaklarından bağlanmışlar; bu yüzden de sadece mağaranın duvarlarını görebiliyorlar. Arkalarında ateş yanıyor ve ateşin önünden çeşitli canlılar gelip geçiyor. Mağaranın duvarlarına da bu canlıların ya da maddelerin titrek gölgeleri düşüyor. Mağaradaki insanların gördüğü tek şey de işte bu gölge oyunu.Doğduklarından beri öylece oturuyorlar ve dolayısıyla sadece bu gölgelerle muhatap oluyorlar. Kendileri dışındaki varlıkları bu gölgelerden ibaret sanıyorlar.
İşte Platon’un benzetmesini yaptığı mağaranın karanlığı ve dışarıdaki doğa arasındaki ilişki nasılsa, bizim dünyamızdaki şekillerle, idealar dünyasındaki biçimler öyledir. Etrafımızda gördüğümüz her şey, aslında yalnızca birer gölgedir. Ve insanların birçoğu gölgeler içindeki yaşamından oldukça memnundur. Gölgeleri düşüren bir şey olması gerektiğini düşünmezler bile. Var olan her şeyin gölgelerden ibaret olduğuna inanırlar, öyle olunca da gölgeleri gölge olarak algılamazlar. Çevrelerinde bulunan her şeyin gerçekliğinden son derece emin bir şekilde yaşamlarına devam ederler.
Platon’a göre o yıllarda Atina toplumunda görünmez bir yerde konumlandırılan kadınlar, koruyucular sınıfında erkeklerle birlikte yaşayarak yer alabilirler, ortak sofralarda hep beraber yemek yiyebilirler, polisin korunmasını sağlamak için birlikte eğitim görebilirler der. Üstelik kadınlar, yüksek bir mertebe olarak adlandırılabilecek koruyucular sınıfına girmelerinin yanı sıra polisin yönetiminde de söz hakkına sahip olabilirler. Dönemin koşulları dikkate alındığında, Platon’un kadınları alt statüde ve sınırlandırılmış bir hayat sürmekten kurtarmış, erkeklerle eşit statüde bir yer edinmelerinin yolunu açmış olduğu söylenebilir. MÖ 5. yy Atina’sında kadının konumu göz önüne alındığında, kimi yorumcular Platon’un protofeminist olduğunu söylerler. Ancak bütün bu saptamaları yapan Platon, yine de kadının hiçbir işte erkek kadar olamayacağını her fırsatta vurgular. “Yalnız bu yaradılış kadında zayıf erkekte kuvvetlidir” der. Platon, MÖ. 347 yılında 80 yaşında ölür.
Platon eserlerini diyaloglar şeklinde yazmıştır, neredeyse bütün diyalogları yönlendiren ise kendi hocası ünlü Sokrates’tir. Sokrates Atina sokaklarında dolaşırken rastladığı insanlara, ki bunlar çoğunlukla toplumun ileri gelenlerinden biri olur, felsefenin ana kavramlarını nasıl tanımladıklarını sorar. Daha sonra karşı örnek ve karşı argümanlarla hem bu tanımlamaların eksikliklerini gösterir, hem de bu yolla okurların düşünmelerini sağlar. Platon için felsefe sadece okuyarak yapılmaz, felsefe yapabilmek aktif olmayı, konuşmayı, düşünmeyi ve tartışmayı gerektirir.
“Filozoflar kral ya da kral ya da önder denilenler gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe, kesin bir kanunla herkese yalnız kendi yapacağı iş verilmedikçe, devletlerin başı dertten kurtulmaz ve insanoğlu da bunu yapamadıkça tasarlanan devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğru olamaz.”
“Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı.”
“Karşımızdaki insanın sahip olduğu fiziksel özellikleri görme duyumuz sayesinde açıklayabiliriz ama onun insani özelliklerini kendimizde bulunan iyi kavramına göre söyleriz. Sahip olduğumuz iyi kavramı bizim doğuştan içimizde yer alan sadece anımsayarak ortaya çıkardığımız bir kavramdır.”
“Başarılması gereken iş ne kadar büyük olursa olsun, bu durumda her zaman ve herkesçe kabul olunan kural şudur; pek büyük konulara geçmeden önce, ilkin küçük ve daha kolay örnekler üzerinde denemelerde bulunmalı.”
“Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ancak toplumun kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye, tek bir kişinin mutlak, sınırsız biçimde iktidarı elinde tuttuğu bir siyasal sisteme evrilir. Halk övülmeyi sever. Onun için güzel sözlü halk avcıları (demagoglar) yetersiz de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği de sanılır.”
“Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse, oligarşi, az sayıda kişinin iktidarı elinde bulundurduğu düzen oluşur. Sürdürülürse halk avcıları, demagoglar türer. Halk avcılarından (demogoglardan) da diktatörler çıkar.”
“Müzik en önemli eğitim aracıdır. Çünkü ritim ve makam ruhumuzun derinliklerine kadar sokularak bizi çepeçevre sarar, ona soylu davranış kazandırırlar. İnsan doğru bir müzik eğitimi almışsa ruhu da güzelleşir aksi halde tersi olur. Layıkıyla müzik eğitimi almış bir insan sanattaki ve doğadaki hatalarını ve eksiklerini en dikkatli kişi olarak bir bakışta sezeceği için de güzel şeyleri sevip övme ve ruhunu onlarla besleme imkanı bulup kendisini de güzelleştirir, kusursuz biri olur.”
Kaynak
Platon’un Devlet’teki Bölünmüş Çizgi Analojisi, Yaşamı, Eserleri ve Kuramlarıyla Platon, Platon’da Kadın Sorunu Üzerine Bir Tartışma, Platon Sanatı Neden İdeal Devlet Açısından Yorumlamıştır?, Sözün Özü – Celal Üster, Platon’un Meşhur Mağara Örneği, Platon’un Totaliter Devleti