Edebiyatta, resimde ya da fotoğrafta portreler… Hepsi aslında ölümsüzlüğe duyulan özlemin tanıklığını yapar belgedir. Zamanı durdurmak böylece mümkün kılınabilir. Sanatçıların yaşama meydan okuduklarını kanıtlarcasına eserlerini ortaya koydukları düşünülürse, bu meydan okuma, portre yani canlılığın, canlı olmanın sembolü olan yüz ile belgelenir. O anda görüneni sonsuzlaştırmak anlamında portrenin, sanatçı için bir araç, kendini ölümsüzleştirmenin bir yolu olduğu düşünülebilir.
1. Şeker Ahmet Paşa (1841 – 1907) – Otoportresi
Şeker Ahmet Paşa, Paris’te klasik anlayışa göre figür, desen, anatomi ağırlıklı bir eğitim almış olsa da manzara ve natürmortu tercih eden ressam doğayı olduğu gibi aktarmak ve ayrıntıları önemsemek yerine kendine göre yorumlamıştır. Fotoğraf gibi objektifliği vermeyi seçmeyen sanatçı özgür ve rahat fırça vuruşlarıyla bazen koyu gölgeler, bazen parlak ve berrak renkler kullanarak doğayı ve doğa nesnelerini romantik bir ışıkla resmetmiştir. Önemli resimlerinden biri olan otoportresinde kendini geleneksel bir şekilde, elinde palet ve fırçasıyla resim yaparken göstermiştir. Bu çalışması, Batı resminin kurallarına göre yapılmış olsa da tasvir edilen kişi Osmanlı’dır.
2. Osman Hamdi Bey (1842 – 1910) – Çekik Gözlü Kız, 1882
Türk resmine anıtsal boyutta figürü getiren ilk ressam, Arkeoloji Müzesi’nin ve Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’nin kurulmasında en büyük katkı sahibi, Türk Sanatı’nın yurt dışındaki tanıtımında önemli görevler üstlenmiş bir isim ve ülkemizin kültür varlıklarını korumak için tüm gayretiyle çalışmış birisi Osman Hamdi.
Resimleri arasında Osmanlı mimarisi ve sanatına dair unsurların detaylı biçimde ele alındığı ve çoğunda kendisi ile yakın çevresinden kişileri betimlediği figürlü iç mekan görünümleri, ibadet sahneleri, silah tacirleri, feraceli kadınlar ve yine yakın çevresinden kişilere ait portreler de yer alır. Diğer tablolarını derlediğimiz yazımızı buradan okuyabilirsiniz.
Osman Hamdi’nin yaptığı portreler, diğer resimlerinden sayıca daha fazladır. Çoğunlukla aile fertlerinin portrelerini yaparken ilginç bulduğu kişileri de resmetti. Resimdeki küçük kız Osman Hamdi Bey’in 1870 doğumlu hüzünlü bir yaşamı olan yeğeni Tevfika. Fransa’da hukuk eğitimi alır. Aşık olduğu yüzbaşı Faruk Bey’in evli olması ve ardından savaşta ölmesi nedeniyle hiç evlenmemiş. 80’li yaşlarında yalnız yaşadığı evinde öldükten bir hafta sonra anlarlar öldüğünü.
3. Namık İsmail (1890 – 1935) – Mediha Hanım, 1920
Namık İsmail, 1920 yılında Molla Şefik Bey’in kızı Mediha Hanım’la evlenir. On yıllık birliktelikten sonra ayrı yaşamaya karar veren çift, ressamın ölümünden iki ay önce boşanırlar. Mediha Hanım portrelerinde, sanatçı modelini çok iyi tanıdığı bir kişinin karakterini kolaylıkla tuvale aktarmış, eşinin çekici zarafetini ön plana çıkarmıştır.
Namık İsmail, koyu ve az ışıklı renkler kullanan, gerçeklere uyan, modelinin yüz kırışıklıklarını ve yorgunluğunu yansıtmaktan kaçınmayan bir portreci olarak tanımlanmaktadır. Çok sağlam bir tekniğe sahip olan Namık İsmail, her tablosuna göre üslubunu ve tekniğini değiştirmekten hiçbir döneminde çekinmemiştir. Birçok resmindeki şiirsel romantizm yerini başka resimlerinde çok realist bir anlatıma bırakabilmiştir.
4. İbrahim Çallı (1882 – 1960) – Fatma Cimcoz Barşal, 1933
Birçok farklı konuda çalışmaları olan sanatçının, en ünlü yapıtları kadın figürlü eserleridir. Çallı’nın resimlerinde kadın kadınlığıyla, bazen de tüm erotikliğiyle yorumlanır. Resmin nesnesi değil, tam tersine öznesidir. İbrahim Çallı’nın tablolarını derlediğimiz yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Cimcozlar çok köklü ve geniş bir aile. Fatma Cimcoz Barşal, 1931’den 1946 yılına kadar İstanbul Milletvekilliği yapmış, CHP’nin Sanat Bölümü Şefliği’nde bulunmuş, sanat dünyasının yakından tanıdığı, antikaya özel merakı ile ün salmış, gazeteci ve Atatürk’ün çok sevdiği, hatta motor gönderip Florya’ya çağırttığı Selah Cimcoz’un kızı. Fatma Hanım daha sonra Mısırlı Prenses Zeynep’in oğlu Ali Haydar Barşal ile evlenmiş.
5. Hüseyin Avni Lifij (1886 – 1927) – Eşi Harika Sirel Lifij’in Portresi
Avni Lifij’in yapıtlarındaki temanin odak noktasında ağırlıklı olarak insan yer almaktadır. Deniz manzarası, ölüdoğa (natürmort) gibi temaları içeren yapıtları son derece azdır. Sanatçının yapıtları içinde özellikle otoportreleri, portreleri ve figürlü kompozisyonları ayrı bir öneme sahiptir.
Lifij, babasının resim yapmasına iyi gözle bakmamasının yanında kendisine modellik edecek kadar sevecen bir kişiliğe sahip annesinin desteğini almıştır. Lifij 1904 yılında anatomi öğrenmek için Eczacı Mektebi’nde fizik ve kimya derslerine katılmıştır. Figüratif çalışmalarında bunun olumlu etkileri görülür.
2 Haziran 1927’de eşi Harika Hanım ile oturdukları Laleli’deki Harikzedegan Apartmanları’ndaki dairelerinde kalbinde meydana gelen bir rahatsızlıktan dolayı henüz 41 yaşında ve sanat hayatının en verimli dönemindeyken öldü. Sanatçının gerçek mezarı kayıptır, ancak, makam mezarı bugün Piyerloti Kahvesi’nin yakınındadır. Orada kendisini bir ömür boyu sevgi ile yad eden 1991’de bu dünyadan ayrılan eşi ressam Harika Sirel Lifij yatmaktadır.
6. Şeref Akdik (1899 – 1972) – Babası Hattat Kamil Akdik Portresi
İlk sanat bilgilerini dönemin ünlü hattatlarından olan babası, son reisülhattatın unvanlı Kamil Akdik’ten alan Şeref Akdik hat öğrendi ve usta bir hattat oldu. Fakat resme olan büyük yeteneği onu bu sanatı meslek olarak seçmeye yöneltti. Portre, natürmort, peyzaj ve figür düzenlemelerinden oluşan büyük boyutlu kompozisyonlar yapmıştır. Anadolu insanının yaşamını konu aldığı figür düzenlemelerinde ve portelerinde akademik realist anlayışa bağlı kalmış, ancak Anadolu ve İstanbul’un çeşitli köşelerinden suluboya tekniği ile gerçekleştirdiği peyzajlarında izlenimci üsluba daha yakın çalışmıştır. 1941 yılında ölen babasının kabir kitabesini Şeref Akdik yazmıştır.
7. Feyhaman Duran (1886 – 1970) – Eşi Güzin Duran’ın Portresi, 1921
Feyhaman Duran’ın güçlü deseni, en çok ilgisini çeken tür olan portrelerinde ön plana çıktı. Gençlik dönemi portrelerinde yüz ifadesinin yanı sıra giysi, saç biçimi, aksesuar gibi ayrıntılara dikkat ettiği, olgunluk döneminde giderek portrenin özünü ön plana çıkarmak amacıyla ayrıntılardan arındığı görülür.
Feyhaman Duran’ın öğrencilerinden Güzin Hanım arasındaki yakınlaşma, 25 Ağustos 1922 tarihinde evlilikle sonuçlandı. Büyük bir aşkla bağlı olduğu eşi Güzin Duran’ı betimlediği portreler ise, ressamın portredeki ustalığının birer simgesiydi. Portrelerinde benzetme kaygısıyla yetinmeyerek modelinin kişiliğini ve iç dünyasını yansıtmaya çalıştı: “Portrede bir kalıp var, bir de manası; bunlardan yalnız biri kafi gelmez. Onun için portre güçtür.”
Çağdaş Türk Resmi’nde portreler söz konusu olduğunda, Feyhaman Duran bu türün en büyük ustası olarak değerlendirilebilir. Alçakgönüllü ve duyarlı kişiliği yaşantısının her yönüne yansıyan Feyhaman Duran’ın çalışmalarında öne çıkan sıcak renk duyarlılığını şu sözleri özetler: “Renk bence şeker gibi tatlı bir şey, gözden gelen şeker!”
8. Nuri İyem (1915 – 2005) – Kadın Portresi, 1975
Nuri İyem 1982 yılında bir röportajda şöyle diyor: “Benim hayatımda tek bir kadının çok büyük rolü var. O da annem değil, ablam. Annem yaşlı bir kadındı. Son çocuğuydum ben. Ablam bana baktı. O kadar ki, ben annemi pek sevmezdim açıkçası. Ama ablama bayılırdım. Beni dayaktan, her türlü fırtınadan korurdu. Ondokuz yaşında evlendi, ilk çocuğunu doğururken de öldü. Ve bir suçluluk duygusu var bende şimdi. Sanki ben ablamı kurtarabilirdim. Resimle uğraşmaya başladığım zaman hep bir kadın vardı. İlk zamanlar çok kötü şeyler yapıyordum. Giderek bu kadın portresi gelişti bende. Sonunda, kadınların gözleri benim tablolarıma giriş için bir anahtar olmaya başladı.”
9. Fahrelnisa Zeyd (1901 – 1991) – Madam Caron
Fahrelnisa Zeyd, resmin her dalından ve tüm akımlarından etkilenmiş, bu birikimlerle kendine özgü eserler vermiştir. Bu orijinal eserlerde imzası olmasa bile, ilk görüşte bu tablonun Fahrelnisa Zeyd’e ait olduğu tahmin edilebilir. Özellikle portrelerinde renklerin göz alıcı hakimiyeti ön plandadır. Bu resmi 1950’li yıllarda Paris’te yapmıştır.
10. Sabri Berkel (1907 – 1993) – Otoportre, 1931
Sabri Berkel’in resimlerinde figürler bile herhangi bir ifade ve duygu belirtisi olmaksızın mükemmeliyete ulaşma yolunda tüm gerçekçiliğiyle, doğallığıyla resmedilmesi gereken birer objeye dönüşüyor. Aynı özelliği pek çok ressamın iç dünyasının yansıması olan otoportrelerde de görüyoruz. Berkel, pek çok kez yaptığı otoportrelerinde gördüğünü olduğu gibi yansıtabilmek uğruna ifadeyi bir yana bırakmış. Aynaya kilitlenmiş gözlerin odak noktası olduğu bu portrelerde sanatçı adeta nefesini tutmuşcasına yakaladığı enstantaneyi kaybetmemeye çalışıyor. Sanatçının delici bakışlarıyla karşı karşıya kalmak, birden bire Van Gogh’un otoportrelerini hatırlatsa da Sabri Berkel’le başka bir sanatçı arasında bağlantı kurmamak gerekir. Zira o, otoportreye hiçbir kişisel mesaj yüklemez. Yaşanmışlıklar, kederler, sevinçler yoktur bu portelerde. Hiçbir insani duygu biçimsel güzelliğin önüne geçmemektedir.
11. Hasan Vecihi Bereketoğlu (1895 – 1971) – Eşi Leyla Bereketoğlu
Hasan Vecihi Bereketoğlu resmin her dalında fırçasını ustalıkla kullanan bir sanatçıydı. Özellikle, portrede de başarılı bir ressamdı. Kendi portresini yaptığı gibi, aile çevresindekilerin, tanıdıklarının portrelerini yapmış ve gelecek kuşaklara armağan etmiştir. Bu portreler arasında kendi başta olmak üzere, eşi Leyla Hanım, kızı Fatma Hanım ve torunlarının resimleri yer almaktadır.
12. Naci Kalmukoğlu (1898 – 1951) – Kadın Portresi
1917 Ekim Devrimi’nden kaçarak Türkiye’ye yerleşen Beyaz Rusların arasında pek çok da sanatçı vardı. Çoğu Türkiye’yi Batı’ya geçmek için bir köprü olarak kullansa da Türkiye’de kalan Beyaz Rusların sayısı 1921 yılında 150 bini bulmuştu. Bunlardan biri olan Nikolai Kalmikoff 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu sonrası Türk vatandaşı olmuş ve Naci Kalmukoğlu adını almıştı. Naci Kalmukoğlu sanat akımlarının hiçbirine bağlı değildi. Ancak usta çizgileri ve renklere renk katan sanatıyla daha çok klasik çalışarak çoğunluğun seveceği türden eserler vermesi izlediği yoldu. Çizgileri, renkleri ve desenleri sağlam bir sanatçıydı.
13. Eşref Üren (1897 – 1984) – Portre
Sanatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından resmimizin ana direklerinden biri olarak nitelendirilen alçakgönüllü ve gösterişsiz bir yaşamı tercih eden ressam Eşref Üren’in doğaya olan bu hayranlığı onu izlenimcilere yaklaştırıyor. Ama izlenimciler ışığın geçici anlarıyla ilgilenirken, onun ışığı tek ve sürekli. Üstelik nesne ve mekanı aynı ölçüde aydınlatıyor. Portre ressamı değil Üren, resimlerinde çoğunlukla Ankara ve çevresinden oluşturduğu kar peyzajlarını, bozkırın akşam saatlerini, bulvarları, baharın renklerini, çiçekleri, Kurtuluş Parkı’nın, Elmadağ’ın, Çiftlik’in pırıltılı görünümlerini işledi. Bu resim az sayıda portre çalışmalarından birisi.
14. Cemal Tollu (1899 – 1968) – Siyah Elbiseli Kadın, 1930
Cemal Tollu, sanatının ilk dönemlerinde (1932-33) daha çok figür çalışmıştır. Gerek desenleri gerek yağlıboyalarında figür analiz edilmiştir ve çoğunlukla da figürün deformasyonuna dayalı bir anlayış doğrultusunda çalışmalar gerçekleştirmiştir. Grilerin hakim olduğu yağlıboyalarında figürün belirgin konturlar ile sınırlandığı ve ışık, gölge ve hacmin renkle verilmeye çalışıldığı görülür. Cemal Tollu 1937 yılında, Güzel Sanatlar Akademisi’ne Leopold Levy’nin asistanı olarak atanır. Bu yıllarda sanatçı, figürden çok manzara çalışmalarına yoğunlaşmıştır.
15. Hakkı Anlı (1906 – 1991) – Portre
Kendi kuşağının dünyaya duyarlı ve kendi sanatını kendi iç özgürlüğüyle yakalamış ender şahsiyetlerinden biri olan Hakkı Anlı, Türk resminin mistik ve karanlık ressamı olarak adlandırılabilir. 1936 yılına kadar olan resimlerinde fotografik bir doğa kurgulamacılığı ve Akademi’de öğrendiklerinin kavrayışını geliştirmek üzere denemeler yapmıştır. Önceleri Kübist resme çok karşı çıksa da 1940’lar ile beraber o da Kübist resmin savunucusu olan D Grubu’na dahil olur. Resimleri birden olmasa da yavaş yavaş keskin bir kübist karakter almaya başlar.
16. Fikret Otyam (1926 – 2015) – Kadın Portre, 2014
Fikret Otyam’ın diğer tablolarını derlediğimiz yazımızı buradan okuyabilirsiniz.
Fikret Otyam’ın resimlerinin dünyasında kocaman kapkara gözlerle, uçsuz bucaksız ovalarla, renklerle ama ille de hüzünle buluştuk.
“Benim çocukluğum Orta Anadolu’da geçti. Bu yüzden köylüleri iyi bilirim, zaten Akademi’ye girdiğim anda köylü kadınları çizmeye başladım. Hatta bir gün Halikarnas Balıkçısı, benim bu köylü kadını resimlerime “Bunlar ne, soytarı gibi” diye söylenmişti. Tabii, Balıkçı Bodrumlu, bilmez Orta Anadolu’yu. “Bizim Orta Anadolu’da kadınlarımız şalvar giyerler ve bir şalvar sekiz metre kumaştan çıkarılır, siz onları bilmezsiniz.” demiştim. Öyle dost olmuştuk. “İlk resimlerimde gerçekten gözlere vurgu yapmışım. Doğu kadınlarının gözleri, eşek yavrusunun gözleri, ceylanların gözleri kadar güzel göz yoktur dünyada. En iyi oraları bilirim birader, yapamam başka bir şey.”
Yorum Yap