Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, 1862-63 yılının ortalarında bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de, ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Hacı Süleyman Bey, annesi Şevkiye Hanım’dır. Babası, Filibeli’nin Şehbenderzâde unvanını kullanmasından da anlaşıldığı üzere Filibe’de konsolostur.
Filibeli Ahmed Hilmi tahsiline başladığı Filibe’de, Rüştiye’den mezun olduktan sonra 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) dolayısıyla eğitimine devam edemez. Bu dönemde Filibeli Ahmed Hilmi ile dönemin önemli fikir adamlarından birisinin yollarının kesiştiği ortaya çıkar. Aynı yıllarda Ali Suavi, Filibe’de Rüştiye hocalığı yapmaktadır. Elbette Ahmed Hilmi’nin, Ali Suavi ile bir bağının olup olmadığını bilemiyoruz. Ali Suavi’nin Filibe ahalisi üzerinde oluşturduğu etkinin kaçınılmaz bir şekilde Filibe Ahmed Hilmi yetiştiği düşünce iklimini etkilediği açıktır. Dahası, Filibe’den gelen göçmenlerin 93 Harbi sonrasında Ali Suavi önderliğinde darbe teşebbüsünde bulunması ve bu teşebbüs sırasında çoğunun hayatlarını kaybetmesi, Filibeli Ahmed Hilmi’nin Abdülhamid karşıtlığını açıklamamızı kolaylaştırır.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Bey
93 Harbi’ni takip eden göç dalgasından Filibeli ve ailesi de acı bir şekilde etkilenir. Aile önce Edirne sonrasında İstanbul’a gelir. “Benim elimi, yürüyemeyecek kadar hasta olan validem tutmuştu; diğer eliyle ise henüz beş yaşındaki hemşiremi tutuyordu. Müsin (yaşlı) ve hasta olan babam, dizlerine kadar gelen karlarda mihnetli, adımlarla bize yol açmağa uğraşıyordu…”
93 Harbi ve Rumeli’den göçler sırasında yaşananlar, Filibeli Ahmed Hilmi’nin fikir dünyasında derin etkiler bırakır. Filibeli Ahmed Hilmi konuyla ilgili “böyle binlerle kafilelerde yüz binlerce Türk mahvolmuş, gitmiş idi; en aşağı tahminle beş yüz bin Türk, ekseriyetle yollarda, açlığın, soğuğun, yorgunluğun, Bulgar sopa ve tüfeklerinin, kazak kargılarının savlet-i meşterekesine kurbanı oldu” diyecektir.
Bu dönemden memuriyetinin başlangıcına kadar geçirdiği sürede neler yaptığına dair elimizde net bilgiler bulunmamaktadır. Bununla beraber, Filibeli Ahmed Hilmi’nin batılı kaynakları anadillerinden okuması ve batı felsefesine olan hâkimiyeti, yazarın eğitim seviyesi hakkında bir ipucu vermektedir.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin eğitim durumu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bunlardan ilki, Filibeli Ahmed Hilmi’nin Galatasaray’da okumuş olmasıdır. Bu görüşü savunan Zekeriyya Uludağ kanıt olarak “Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye’de Mekteb-i Sultani’nin 1303 tarihli mezunları listesinde geçen “Hilmi Bey” ibaresini gösterir. Uludağ’a göre, Filibeli Ahmed Hilmi’nin ilk yazılarında “Filibeli Hilmi” adını kullanması, yıllıkta adı geçen kişi olma ihtimalini yükseltmektedir. Uludağ’ın görüşüne katılmayan, Mehmet Zeki Ekici ise Filibeli Ahmed Hilmi’nin 93 Harbi’nden sonra mektep eğitimi almadığını, kendi kendisini yetiştirdiğini savunur. Ekici’ye göre memuriyet görevine başladığında Filibeli Ahmed Hilmi’nin sicilinde, Filibe’deki Sıbyan mektebi ve Rüşdiye dışında bir okul adı yazılmamıştır. Mekteb-i Sultani gibi itibarlı bir okulda eğitim alan birinin, bunu belirtmemesi çok düşük bir ihtimal olacağından, Filibeli Ahmed Hilmi, Filibe’den sonra herhangi bir mektep eğitimi almamıştır.
Yazarın ilk resmi görevi, yirmi altı yaşında 1888 tarihinde altıyüz kuruş maaş ile Sirkeci iskelesinde şube posta memuriyetine tayin edilmesiyle başlar. Filibeli Hilmi, burada altı ay gibi bir süre çalıştıktan sonra 1889 tarihinde Yeni Cami Postahanesi Mekatib-i Mersule memuriyetine nakledilir.
1889 yılı sonunda ailesiyle birlikte İzmir’e gider. İzmir Posta Kitabet’indeki memuriyetinde başarılı olmalı ki, kısa bir süre sonra İzmir Postanesi Mektib-i Mersule baş memuriyetine; 1895 tarihinde ise İzmir Postanesi Müdürlüğü’ne terfi eder.
Jön Türk hareketinin ortaya çıkardığı Tıbbiye ve Askeriye talebelerinden oluşan kalabalık bir kafilenin Trablusgarp gibi yerlere sürgün edildiği bir dönemdir; yerini korumakta bile güçlük çektiği veya en azından rahatsızlık duyduğu tahmin edilebilmektedir. Ahmed Hilmi Bey, 1897 yılında Beyrut Vilayeti Telgraf ve Posta Merkezi Posta Müdürlüğü’ne naklolur.
Mısır, Jön Türklerin siyasi sığınaklarından biriydi; orada yayın faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Ahmet Hilmi, Jön Türkler’in yönlendirmesiyle 1900 yılında Beyrut’tan Mısır’a kaçar. Orada Jön Türkler’in kurduğu Terakkî-i Osmânî Cemiyeti’ne girer. 1901 yılında İstanbul’a dönen Filibeli Ahmed Hilmi, Fizan’a sürülür. Sürgün sebebi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak kimi kaynaklar Mısır’daki arkadaşlarından Sadık Vicdanî’nin ihbarı üzerine sürgüne gönderildiğini yazar.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin, Fizan’daki yaşantısını iki üç hatıra türü yazısından öğreniyoruz. Hilmi Bey’in Defter-i Hatırattan ve Elvah-ı Hayat ana başlığıyla isimsiz olarak gazetesinde yayımladığı yazıları ile Senusiler ve II. Abdülhamid adlı kitabı olmak üzere bazı eserlerinde, az da olsa hayatına ışık tutacak bilgiler bulunur. Fizan bölgesinde sürgün edilmiş Osmanlı memurları, Filibeli’nin anlatısına göre sürgün edilmiş olmalarına rağmen, ellerinden gelen en iyi şekilde Osmanlı Devleti’ni temsil etmekte ve büyük bir gayretle hizmet vermekteydiler. Filibeli Ahmed Hilmi’nin sürgündeki ilk zamanlarında resmi bir görevi olup olmadığı bilinmemekle birlikte kendisine günlük beş kuruş maaş bağlandığı bilinir. Daha sonraki dönemde ise tahrirat müdüriyeti (yazışmaların yapıldığı yer) görevine getirilir.
Yazarın anlatısına göre sürgünlerin kaldığı evin kapısı her akşam kilitlenip her sabah bin bir hakaretle açılmaktadır. Filibeli Ahmed Hilmi, geçim, giyim-kuşam konularında da büyük sıkıntılar çekmektedir. Hatta bu konuda, “Aç kalmaya mahkûm imiş doğrular; Bu dünyanın sahibi imiş oğrular” mısralarını yazarak tepkisini dile getirir. Bu geçim sıkıntısı yüzünden, Ahmed Hilmi çevresindekilerin ısrarıyla istemeyerek de olsa muska yazmaya başlar.
Fizan’da çekilen tüm sıkıntılara rağmen, memurlar Trablusgarp’ı, Bingazi’yi kaybetmemek için kararlı ve isteklidirler. Bu yüzden sürgündeki memurlar ellerinden gelen gayreti göstererek birlik ve dayanışma içerisinde çalışırlar. Filibeli Ahmed Hilmi, memuriyetine ek olarak başta Senusi ve Arusi tarikatleri olmak üzere Kuzey Afrika’daki tarikatlar ve İslami uyanışlar hakkında epey malumat toplamış ve bunları Senusiler ve Sultan Abdülhamid kitabında olduğu gibi çeşitli eser ve yazılarında ortaya koymuştur.
Ahmed Hilmi aynı zamanda, sürgün hayatında tasavvufa ve Senûsîlik hareketine ilgi duyar. Ahmet Hilmi’nin Abdülhamit ve Senusîler adlı eserindeki “Tarîkatlar” kısmında çölde yolcu nakliyle geçinen, bir deveci esmerî’nin hayatı, çok canlı ve dokunaklı bir şekilde kaleme alınmıştır. Bu olayın bizzat düşünürümüzün başından geçtiği tahmin edilmektedir. Samimi bir derviş olan bu devecinin hali düşünürümüzde çok derin etkiler uyandırdığı, Arûsiye veya Esmeriye tarîkatına intisap etmesine sebep olduğu nakledilmektedir.
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sürgündeki diğer memurlar gibi Filibeli Ahmed Hilmi de İstanbul’a döner. İstanbul’a geldikten sonra gazetecilik faaliyetlerine başlayan Filibeli, İttihad-ı İslam ve Coşkun Kalender gibi haftalık yayımlanan gazeteler çıkarmaya başlar. Gazetecilik faaliyetlerinin yanı sıra, II. Meşrutiyet devriminden sonra Darülfünun muallimliği ve burada görev yapan müderrislerin önderliğinde kurulan Darüşşakafa Cemiyeti Heyet-i İlmiyyesi azalığını gibi bazı resmi görevlerde bulunur. Filibeli, Darü’l Fünunda, edebiyat bölümünde felsefe hocalığı yapar ve kendi notalarını derleyerek daha sonra “İlm-i Ahvali Ruh” adlı bir eser yayınlar.
II. Meşrutiyet döneminde bir yandan Darülfünun hocalığına bağlı olarak verdiği dersler ve konferanslarla diğer yandan yürüttüğü yoğun gazetecilik faaliyetleri ve yayımladığı eserlerle Filibeli Ahmed Hilmi dönemin önde gelen fikir adamlarından biri haline gelir. Fakat zaman içerisinde İttihat ve Terakki partisinin otoriterleşme eğilimleri ve sansür politikası, Filibeli Ahmed Hilmi’nin yönetim ile arasının açılmasına sebep olur.
1910 yılında, haftalık Hikmet Matbaa-i İslâmiyyesi’ni kuran Ahmed Hilmi Bey, İttihad ve Terakki’yi tenkit eden yazıları iktidara yönelik eleştirel tutumu sebebiyle, 1911 Kastamonu’ya sürülür. Filipeli’nin, Kastamonu’daki yaşantısından memnun olmaması ve naklini talep etmesi sonucunda, 1911 Aralık’ında Bursa’ya yerleşmesine izin verilir.
Filibeli Ahmed Hilmi, Bursa’da 1913 yılında aniden vefat eder. Beklenmedik bir şekilde ölümü bakır zehirlenmesine bağlandıysa da, Siyonizm ve Masonluk meselesini ilk ele alanlardan olduğu için Masonlar tarafından zehirlendiğine dair zayıf bir rivayet de bulunur.
Ahmed Hilmi, yazılarının tasavvufî olanlarında “Şeyh Mihrî, “Mihr-i Din, mizahî olanlarında “Coşkun Kalender, “Kalender Geda”, millî ve hamasî olanlarında ise “Özdemir” müstear isimlerini kullanmıştır. Zaman zaman bulunduğu gazetelerde isimsiz yazılar da kaleme alınmıştır ki; içeriği bunları Ahmed Hilmi’nin yazdığını gösterir nitelikte zaten. Düşünürümüz bu müstear isimleri özellikle sahibi olduğu Hikmet gazetesinde kullanmıştır. Bunun sebebi gazetede yayınlanan yazıların çoğunluğunun onun tarafından yazılmış olmasıdır.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmî, günlük olaylar ve siyasi konula tasavvuf ve tarihle meşgul olmuş, edebî alanda roman ve tiyatronun dışında şiirler de yazmıştır.
Âmak-ı Hayâl, Filibeli Ahmed Hilmi’nin masal-hikaye karışımı birtakım olayları alegorik bir üslupla anlattığı tasavvufi ve felsefi eseri olmakla birlikte, yazıldığı dönemde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan materyalist görüşe karşı kaleme alınmış en bilinen eseridir. A’mak kelimesi çoğul bir ifadedir ve derinlikler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu romanın ismi “Hayalin Derinlikleri” anlamına gelmektedir. Gerçekten de adının tam manasını içerisinde barındıran bu romanda Raci adı verilen kişi Aynalı Baba ile görüşmekte ve hayalen seyahatler yapmaktadır. Tasavvufa meraklı kimselerin ilgiyle okuduğu ve okuyacağı bu eser temel olarak iki kısımdan oluşur. Birinci kısım Raci’nin Anıları, ikinci kısım ise Manisa Akıl Hastanesi başlığını taşımaktadır.
“Ey varlık âleminin misafiri! Gerçeklerin sırrının ne olduğunu anla. ( ……… ) Vahdet anının sının yoktur. Söylediğin herşey onun adıdır. Çünkü herşeyde gizli olan nokta odur. Bazen fezayı dolduran cevherdir, bazen cihandır. Ölüm ve hayat onun kadehidir. Bazen güneş, bazen aydır. Bazen yağmur, bazen buluttur. Ateş de kendi, alev de kendidir. Gece de kendi, seher de kendidir. Bazen taş, bazen bitkidir. Bazen karınca, bazen arslandır. Ruh da kendisi, ceset de kendisidir. Hayat da kendisi, ölüm de kendisidir. Zamanla yok olunca, kendini kendinde bulur. Mutlak iken nokta olur. Yokluk, Hakk’m kudret eserlerinin göründüğü yerdir.” (Âmak-ı Hayâl)
Filibeli, kendi döneminde hem İslam düşünce tarihini hem de Batı düşünce tarihini en iyi tanıyan Osmanlı aydınlarından biridir. Özellikle “Allah’ı İnkâr Mümkün mü” adlı eserinde bazı Müslüman ve Batı felsefecilerin düşüncelerini incelerken ve onların kritiğini yaparken ortaya koyduğu tezler, onun bu anlamda derinliğini göstermesi açısından gayet önemlidir. Öte yandan Ahmed Hilmi, körü körüne batılılaşmanın İslam dünyasına vereceği zararları da çok iyi tetkik etmiştir. O, batının kokuşmuş ve çürümüş yanlarını ve İslam dünyasındaki emellerini göstererek Türk halkını ve aydınını uyarmıştır. Esasında onun bütün savaşı Batıcı aydınlara, onların aktarmaya çalıştığı inancımıza, hayat tarzımıza ters gelen Batı felsefesine karşıdır.
Filibeli’ye göre önemli olan insanın din ihtiyacını, doğru ve hak dinle karşılanmasıdır. Bunun bilenebilmesi için de birtakım şartların olduğunu belirtir. Her şeyden önce, hak dinde Allah, peygamberlik ve ahiret inancının bulunması zorunludur. Bununla birlikte, hak dinde bu temel inanç esaslarına aykırı esasların bulunmaması gerekmektedir. Bu ilkelerden hareket eden Filibeli, gerçek anlamda hak dinin, ancak İslam dini olabileceğini ortaya koymaktadır. Filibeli’ye göre, dinsizlik devamlı sorun üreten bir yaklaşım tarzıdır. Bu birey için böyle olduğu gibi, toplum için de böyledir. Yani dindar bir insan, kendisine faydalı olduğu gibi toplumuna da faydalı olur. Çünkü dinsizlik, evrensel kabullerden olan ahlak ve özgürlük fikrini yok ettiği gibi, insanı mutsuz kılar.
Bütün bunların yanında hak din, akıl ve bilim ile çelişmeyen dindir. Bu demek değildir ki, akıl dinin önündedir. Asla ancak akıl ve bilim olmadan dinin anlaşılması mümkün değildir. Bu bakımdan akıl, bilim ve din o kadar girifttirler ki; bunların birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Elbette burada sözü edilen din, Filibeli’nin her zaman ısrarla vurguladığı gibi, bütün felsefe, düşünce ürünü olan ve kendisine batıl karışmış olan dinlerin dışında kalan hak bir dindir ki, o da İslamiyet’tir.
“İslamiyet diğer dinler gibi kutsal bir ilke ve esasa malik midir, değil midir? Eğer değil ise, İslamiyet adında bir din bulunduğunu iddia etmek pek beyhude bir külfettir. Acaba: “İslam son sözünü söylemiş bir din değildir.” Cümlesi ne manaya geliyor? Herkes bir dine, hiç olmazsa iman itibarıyla, son söze ulaşmak için bağlanır. Örneğin İslami esaslar olarak “Allah birdir.” Cümlesini ele alalım. Acaba bu İslam’ın son sözü değil midir? Acaba bir buçuktur, sekizdir, sayısızdır gibi tekâmüller mi bekleyeceğiz? Hiç şüphe yok ki, ayrıntılarda İslam dini tekâmüllere tabidir…. … Bu yüzden demek zorundayız ki İslamiyet, esasları itibariyle son sözünü söylemiştir ve hatta bunun için müspet bir dindir.” (Huzur-ı Akl ü Fende Maddiyyun Meslek-i Dalalet)
Filibeli Ahmed Hilmi’nin genel olarak düşüncelerini çevresindeki düşünce akımları, okuduğu eserlerde yer alan görüşler ve İslam’a karşı eleştiriler şekillendirmiştir. Onun bu görüşlerinden biri de kadınlar ve bir fikir akımı olarak varlığını göstermeye başlayan feminizmdir. Kadınlar ve feminizm hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer vermişse de, asıl olarak bu konuyu Hikmet Gazetesi’nin 6 ila 10. Sayıları arasında “Din, Hikmet ve Fen Karşısında Feminizm yani Kadınların Baisi Felaketi Olan Nisaiyyun Mesleği” adı altında bir dizi makaleler yazarak işlemiştir.
Ahmed Hilmi, kadının erkekle müsavi yani eşit olduğunu savunan feministlere karşı “varsın kadınla erkek müsavi olsun! Bizim inkar ettiğimiz nokta bu değildir” diyerek bu eşitliğin var olup olmadığını sorgulamıştır. İnsanlık tarihinde böyle bir müsavat mevcut mudur sorusundan yola çıkarak buna ne mana verilmesi gerektiğini de tetkik eder. Böyle bir eşitliğin hayvanlar arasında mevcut olduğunu söyler. Onun dışında ise kadın ve erkek arasında fark olduğuna dikkat çeken Ahmed Hilmi, “iki cins, yani dişi ve erkek arasındaki farkın büyüklüğü, tekamül ve tekamülün büyüklüğünü göstermektedir” sözleriyle tekamül ne kadar büyük olur ise fark da o kadar büyük olur demektedir. Kadın ve erkek arasında fennen de fark bulunduğunu savunan yazar, genç bir erkekle genç bir kadının kanı arasında fen mühim bir fark buluyor diyerek, erkeğin kanındaki küreyvat-ı hamra (kırmızı kan hücreleri) tahminen beş milyondur, kadında dört milyondur örneğini verir ve erkekteki kan miktarının da kadından fazla olduğunu da ekler.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin kadınlar ve feminizm hakkındaki bu düşünceleri değerlendirilirken onun yaşadığı dönemin fikir hayatı, yaşadığı zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
“Kadınlarımıza iyi muamele etmek, ana oldukları vakit onları bir kat daha ululamak, onlara hiçbir vakit fena söz söylememek borcumuzdur. Erkek namuslu, kendisini bilir bir adam hiçbir vakit bir aciz kadına el kaldırmaz, fena söz söylemez, kabahati olursa tatlı sözlerle Tanrı’nın emriyle onu doğru yola çağırır.” (20 Mayıs 1908, Hikmet Gazetesi)
Kaynak
II. Meşrutiyet Döneminin Entelektüel Hayatının Önemli Bir Siması: Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, II. Meşrutiyet Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Hayatı Ve Eserleri, Bir Balkan Muhaciri: Filibeli Ahmed Hilmi ve Hikmet Gazetesinde Balkanlar, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’ye Göre İslam Düşüncesinin Problemleri, Filibeli Ahmed Hilmi’nin Din Anlayışı, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’de Tanrı Problemi