Şükrü Erbaş, şiirleri, denemeleri ve çok yönlü edebi kişiliğiyle Türk şiir dünyasında üretken bir şairdir. Sanatçı, şiirinin toplumcu bir meseleyle doğduğunu söyler. Onun şiirinde, bireysel ve toplumsal sorunları, acıları, yanlışları, haksızlıkları, ezilenleri, gözden uzak kalanları, özgün tarzıyla yansıtan estetik bir tavır hakimdir.
Şükrü Erbaş, 7 Eylül 1953 yılında Yozgat’ta doğar. Ailesi çiftçilik yaparak geçimini sağlayan insanlardır. İlk ve ortaöğretimini Yozgat’ta tamamlar.
“Çok erken yaşlarda işe koşturdu babam. Köylünün hiç bitmeyen bağ, bahçe, tarla, toprak işleri. Sert mi sert bir adam. Yaşadığı sürece tek bir sevgi sözü duymadım. El iyisi denilen bir kişilik. Annem koşardı yardımıma. Beraber dayak yerdik. Ağlardık. Kardeşlerim henüz küçüktü. Ezilirdim. Küçücük kalbiniz teslim olmamayı da bu şiddetten, zor koşullardan öğreniyor. Öğreniyor ama insanın canına çok erken yapışan bu ürkeklik bir ömür sürüyor.”
“Ve bir gün, çocukların ve kitapların tanrısı, henüz üçüncü sınıftayken, bir sandık dolusu kitabı önüme boşaltıverdi. Denizler Altında 20.000 Fersah, Tom Sawyer’in Maceraları, 80 Günde Devr-i Âlem, Hz. Ali ve Hayber Kalesi, Kerem ile Aslı, Pollyanna, Pinokyo… Şehrazat’ı ve Şehriyar’ı, Binbir Gece Masalları’nı bilmeden sevdim. Jules Verne bendim. Mark Twain ben. Hz. Ali, Aslı’nın Kerem’i… Robinson Crusoe değil, ben kuruyordum ıssız adayı. Köy, küçüldükçe küçülüyordu.”
Şükrü Erbaş, lise ikinci sınıftayken evden kaçar. İstanbul’a gitmek niyetindedir, fakat otogarda köyden tanıdıklar durumu anlayıp onu eve getirirler, gitmesine izin vermezler.
“Walter Benjamin der ki “Hayatta telafi edemeyeceğimiz şeyler vardır; on beş yaşında evden kaçmamış olmak gibi.” Şefkatin ve güven duygusunun üstünü örtmediği bir çocukluk, o çocukluktaki sevginin boşluğu, ilk gençliğin çocukluktan büyük yalnızlığı… Bunların da daha sonra telafisi olmuyor. Geçmişte boşluklar bırakarak büyüyen insan, çok ileri yıllarda dönüp o boşluklara düşüyor. Aşk da trajediye dönüşüyor, baba acısı da, anne sevgisi de… Kurduğunuz her ilişkide, girdiğiniz her işte, bu açık yara sizden payına düşeni istiyor.” (Eşik Burcu – Bütün Yazıları 3/Söyleşiler)
Henüz lise ikinci sınıftayken ailesinin isteğiyle komşu kızı Hatice Hanım ile nişanlandırılır. Lise eğitimi biter bitmez, evlenirler. Barış ve Esin ismini verdikleri iki çocukları dünyaya gelir.
Şükrü Erbaş, liseden sonra 1972 yılında TMO Genel Müdürlüğü’nde memuriyet hayatına başlar. 1974’te yani lise öğreniminden dört yıl sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümü’ne girer. Erbaş öğretmen olarak mezun olur, fakat Ankara’dan ayrılmak istemediği için öğretmenlik yapmaz, TMO Genel Müdürlüğü’ndeki memurluğuna devam eder, 1998 yılında emekli olur. 1985 – 1988 yılları arasında Yarın Dergisi’nin yazı kurulunda, 1993 – 1999 yılları arasında da Edebiyatçılar Derneği’nin yönetiminde görev yapar.
“Ankara benim ikinci ana rahmimdir. Devrim düşüncesinin başkentidir. Şiirimin beşiğidir. Yoksulluğun ezikliğidir. Vitrinlerin kırbacıdır. At kestanelerinin güzelliğidir. Mazlumun kaderini öğreten okuldur. Sevginin, ihanet duygusu ve pişmanlıkla boğulduğu gönül yarasıdır. Emeğin aşktan büyük olduğunun siyah-beyaz fotoğrafıdır. Yalnızlığın ışık ışık her yere sızdığı bir acı atlasıdır. Bir şaire ne verir, bir şair ona ne verir, nereden bileyim. Bu biraz derya-kap ilişkisine benzer. Kimin kabı ne kadar alırsa…”
Sanatçı, Sevi Dostluktur adlı ilk şiirini Varlık Dergisi’nin 1978 Şubat sayısında yayımlayarak Türk şiir dünyasına ilk adımını atar. 1984’te ilk şiir kitabı, Küçük Acılar yayımlanır.
Benim Mutsuz Çocukluğum
Benim mutsuz çocukluğum, bulanık
Bir asık yüz gölgesinde titreyerek
Baba korkusuyla geçti.
Sevinç bile sert eserdi odalarda
Susmak saygı, gülmek ayıp, izinsiz
Konuşmak en büyük suçtu.
İlkyazımda filizimde dalımda
Çocuk kusurlarımda, çocuk suçlarımda
O rüzgâr yıllarca, yıllarca esti.
Sanki üzerimden yeryüzü geçti
Gövermedi gövermiyor bir türlü
Yüreğimde ezilen yaşama tutkusu
Su Gelir Yara Değer
Gizemli bir suskunluğun
Dargın diliyim.
Kan gülleri büyütürüm
Sabır saksılarında.
Ben hep kendini yiyen
Bir garip deliyim.
(1984 tarihli Küçük Acılar kitabından)
Günün Bitişini Seyrediyorum
Alnımı dayayıp camlara
Turuncu bir yangına, ayaklanan anılara
Dayayıp anlımı akşamlara
Günün bitişini seyrediyorum saatlerce
Gözlerimi kırpmadan başımı çevirmeden.
Bir gün-diyorum-kısacık bir gün
Nasıl da benziyor, insanın
Bütün bir ömrüne…
Eğme Kirpiklerini
Eğme kirpiklerini gönlüm dolaşıyor
Dilime garipsi bir tutukluk yapışıyor
Gözlerim susuyor yüzünde göz göz
Başımda bir koca kent uğultusu
Eğme kirpiklerini ayrılık yaklaşıyor
Durup dururken eriyor yakınlığın
Araya bilmediğim yollar düşüyor
Ipıslak dönüyorum bir uzun dalgınlıktan
Soluk soluğayım soğuk odalarda
Eğme kirpiklerini yüreğim üşüyor.
Gözlerimde salkımsaçak turna bulutları
İçimden incecik türküler geçiyor
Uzak yalnızlığımda beni bulacaklar
Beni ışıtacaklar kesme aydınlığını
Eğme kirpiklerini gözlerin geçiyor.
Bir ikindi serinliği kaldı elimizde
O bitmez bildiğimiz günler bitiyor
Şu sıralı kirpik izi yüzünde tel tel
Şu incecik gölgeler akşamın ucudur
Eğ ki kirpiklerini ayrılık başlıyor.
(1985 tarihli Aykırı Yaşamak kitabından)
Sanatçının şiirlerinde işlediği başlıca konular arasında, yalnızlık, özlem, aşk, kadın, çocuk-çocukluk, ayrılık, ölüm, doğa, umut, direnme ve toplumsal konular gibi belli başlı temalardan söz etmek mümkündür. Bunların içinde hiç şüphesiz doğa ilk sırada yer alır. Şükrü Erbaş şiirindeki ironi ve duygusal kırılmalar, gittikçe derinleşen konuların psikolojik alt katmanlarına dair ipuçları verir. Şiirinin iç dünyasındaki çatışma, direniş ve birbirine zıt temalar, şairin poetikasının önemli bir yönünü teşkil eder. Onun şiirinin ana izleğini oluşturan konular, genellikle insanın psikolojik yanını derinden etkileyen ve besleyen kavramlardır.
Ayrılık Ne Kadar Uzak
Balkondasın
Hemen önünde tül perdenin
Denizin ve güneşin şölenini
Tamamlıyor yüzün.
Usul bir rüzgâr çoğaltıyor saçlarını
Ürperiyorsun;
Bir hazine avcısı dilim ensende
Göğüslerinden süzülen sular
Deltalar oluşturuyor iç denizlerine.
Teri kurudu çarşafların, diyorum
Mutluluk öyle gülümser ancak
Köpük köpük dönüyorsun
Sesin zamanın ötesini gösteriyor:
-En büyük hazinesi gövdedir aşkın.
Deniz, güneş ve rüzgârdan
Bir yataktayız
Yeniden…
Kalırsa bu yaz kalacak ömrümden
Ayrılık ne kadar uzak…
Kalbim, Uzun Menzilim
Ben ona dedim ki
Suyun üç hali var
Dördüncüsü sensin.
Taşların saltanatında
Bir gönül iklimiyim
Ağzımda esensin.
Rüzgârla yaprağın aşkı
Neyse dört mevsim
Öyle süreceksin.
Eşiğinde duracağım
Yıpranmış ve kirli
Kirpiğinle sileceksin.
İnsan adım atmazsa
Gidemez ki iyiliğe
Hüznümü düzeltensin
Benim geldiğim geçmiş
Çok açık bir yazıdır
Parmağınla okuyansın.
Zamanı saymayı
Yeniden öğreniyorum
İbresin çekisin yelkovansın.
Kalbim
Uzun menzilim benim
Yolumu karşılayansın.
ben ona dedim ki
Bütün kuşlar tünedi
Göğsümdeki tek kanatsın.
(1996’da yayımlanan Kül Uzun Sürer kitabından)
Yolculuk
Unutmak kolaydır suçlamak kolaydır
Aslolan beslenip bir gül fidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde
Güneşin yolunu
Geleceğe güller sunmaktır
Geleceğe güller sunmaktır…
(2004’te yayımlanan Yolculuk kitabından)
Erbaş’ın şiir serüvenine baktığımızda, başlangıçta (Küçük Acılar, Aykırı Yaşamak, Yolculuk) lirik bir çizgide gelişirken, orta dönem diyebileceğimiz kitaplarında (Kimliksiz Değişim, Dicle Üstü Ay Bulanık) toplumsal-eleştirel bir duyarlılığın izini sürdüğünü, özellikle son iki kitabında (Yalnızlık Heceleri, Gölge Masalı) da düşünsel arka planın daha çok öne çıktığı görülür.
Şiirlerinde sıklıkla kullanmış olduğu kirpik, eşik, gölge, sarkaç, çocuk-çocukluk gibi kelimelerle yeni imgeler üreten şair, imge dünyasında ağırlıklı olarak yer bulan bu kelimelerle sıkça anılır.
Korku
Öyle büyük ki parmaklarındaki zaman
Bütün yanlışları hükümsüz kılıyorsun
Bütün doğruları acı
Senden doğuyor eşik ve gölge
Gözyaşı narı, kandil, harfsiz cümle…
İçimde çok eski çok ıssız bir çocuk
Ey imkânsızın sonsuzluğu
Başlıyor yeniden ölüm korkusu.
Sensin dünyanın bütün sabahları
(2005 tarihli Gölge Masalı kitabından)
Büyük Işık
Bütün perdelerimi açtım da,
Oyunlarda terleyen çocuklar gibi bir güneş
Çayırlardan ıslak ve geniş gökyüzü
Camlarda boncuk boncuk yağmur serinliği
(2018’de yayımlanan Bütün Şiirleri 2 kitabından)
Şükrü Erbaş, Nazım Hikmet’in toplumcu düşüncesi ile Yunus’un derviş tevekkülünü, yüksek sesli toplumcu şiir ve özellikle Necatigil’in ev içlerini, İkinci Yeni’nin kapalı dili ve gerçeküstücülüğün cesaretini, Pablo Neruda, Aragon, Ritsos, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Cemal Süreya ve Edip Cansever gibi ustaların sözünü, türkülerin arkaik sesini ve masalların hayalgücünü şiirinde sessizce buluşturmuştur.
Tenha Saatler
Sessizlik. Sessizlik. Sessizlik.
Tanrının insan olduğu saatler
Yaprakların dua ettiği saatler
Rüyaların dünyaya değdiği saatler
Ayrılığın kirpiklere geldiği saatler
Arzunun vazgeçişle tutuştuğu saatler
Sokakların odalarda göllendiği saatler
Taşların uykulara boyandığı saatler…
İçimde hazla kederin ebruli karıncası
Ormanlardan masal almış bir uzun yol
Kuyuların dünya hevesi gövdemde
Alnımda karakalem bir gelecek resmi
Ağzım kanatları kesik şarkılar
İki bulanık zamandan bir tenha atlas
Gözyaşı mumlarından bir otel odası
Kumların çiçek açtığı deniz bahçeleri..
Seni sevdim. Seni sevdim. Seni sevdim
(2014’te yayımlanan Pervane kitabından)
Tam Kendini Seveceksin
Gidelim diyorum. Gidelim diyorsun. Sermayemiz hayal.
İnsan yaşlanınca bir yere gidemez değil mi
Çocuklara başka bir kader, bize bir gelecek masalı
Tam su yüzüne çıktık, dünya kalbimizin hizasında
Sen hak ettin bu mucizeyi, diyorum, ağzım kan ter içinde
Gözlerin biliyor her şeyi, gözlerin bir yaşama çığlığı
(2016 tarihli Yaşıyoruz Sessizce kitabından)
1987’de Yolculuk adlı kitabıyla Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, 1996’da Dicle Üstü Ay Bulanık kitabıyla Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü, 2002’de Üç Nokta Beş Harf kitabıyla Ahmed Arif Şiir Ödülleri ve 2004’te Homeros Emek Ödülü’nü, 2018’de ise Kuş Uçar Kanat Ağlar kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alır.
Sanatçının gerek şiirlerinde gerekse deneme yazılarında, bilinçli bir dil işçiliğine dikkat çekmek gerekir. Şükrü Erbaş, şiir dili ve günlük konuşma dili arasındaki bağın, dilin ritim ve inceliklerinin doğru kullanılmasıyla zenginleşeceğine vurgu yapar. Türkçe’yi güzel kullanan ve bunun için titiz davranan şair, dili oluşturan ritmik değerin ve anlam yelpazesinin organik bütünlüğüne özenle dikkat eder. Şiirlerinde lirik bir coşkuyla bütünleşen güçlü imgeler de dili kullanmadaki başarısına örnek gösterilebilir.
“Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte… İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması… Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.” (1995’te yayımlanan İnsanın Acısını İnsan Alır (Deneme))
“Şiir bir tedirginlik sanatıdır, yakınlıktan da uzaklıktan da aynı pişmanlığı duyar. Ve devam eder: Kenar mahallelerin geri dönüş saatleridir şiir. Kasaba kahvehanelerinde, dışarıya hiç bakılmayan pencerelerdir. Önüne bakan insanların kat ettiği yollardır. Bir çocuk bakkaldan çıkıyor, avucunda küçücük bir güneş; şiir, çocuğun bakkala girişidir. Yoksulluğun, arka cebinde taşıdığı aynadır. Kalbinin insana o bağışıdır ki, sinema afişlerinin yalana döndüğü yerde, insanın elinden tutar. Işıkların değil, gölgelerin türküsüdür. Bir kadının kirpikleriyle çizdiği gözyaşı haritasına, adamın kuramadığı cümledir şiir. Annelerin güneşe serdiği kış yataklarıdır. Tenha evlerin, sokaklardan hıncını almasıdır.” (2002’de yayımlanan Sarkacın Kalbi, deneme-şiir kitabından)
“Beni şiire genellikle bir küçük ayrıntı, herkesin geçip gittiği silik bir görüntü götürür. Kalabalıklar içine sıkışmış bir sessizlik, doğayı çın çın işleyen bir yalnızlık, bir gözyaşı kurusu, tedirgin parmaklar, kekeleyen bir ses, bir hançer gibi eğri alın çizgileri, düğüm düğüm kirpikler, düştüğü yeri oyan bakışlar, vazgeçişin menevişlendiği bir yüz, kimsenin duymadığı bir iç çekiş… Her biri onlarca öykü anlatan bu ince ayrıntılardan giderim, gitmeye çalışırım, insanın evrensel gerçeğine, toplumun hali pür melaline.”
“Benim tüm hayatım, kıstırılmış insanın trajedisini canında duyma üstüne şekillenmiştir. Şiirim de politik tepkilerim de, etik tutumum da bu trajediden almıştır varlığını. Kendisini bir başkasıymış gibi yaşayan insanlar, gittikçe ağırlaşan derdim oldu benim. Yabancılaşma olgusu, şiirimin ve yazılarımın belkemiğini oluşturur dersem abartı sayılmamalı.” (2010 yılında yayımlanan Eşik Burcu, Bütün yazıları 3/Söyleşiler kitabından)
Kaynak
Şükrü Erbaş Şiirinde Çocuk ve Çocukluk Kavramı Üzerine Araştırma