15 Eylül 2020’de kaybettiğimiz, Türk sanayisinin önemli isimlerinden Suna Kıraç, Vehbi Koç ve Sadberk Koç’un, Semahat Arsel, Rahmi M. Koç ve Sevgi Gönül’den sonra dördüncü ve son çocuğu olarak 3 Haziran 1941’de dünyaya gelir.
“3 Haziran 1941’de Keçiören’deki bağ evimizde, diğer kardeşlerimin doğdukları aynı evde, aynı odada ve aynı yatakta bir gece yarısı doğmuşum.”
“Koçzadeler, Ankara’nın köklü aileleri içinde yer alırdı. Babam Vehbi Koç’un baba tarafından 270 yıllık, babasının ana tarafının Hacı Bayram-ı Veli Ailesi’ne mensubiyeti dolayısıyla 630 küsur senelik şeceresi tespit edildi. Büyükbabam Koçzade Hacı Mustafa ilim yolunu seçmiş, ticaretle hiç meşgul olmamış, okumayı seven, medrese mezunu ve çok dindar bir kişiymiş. Vaktinin çoğunu evde kitap okuyarak ve ibadet ederek geçirirmiş.”
“Annem sıra dışı bir hanımdı. Bir taraftan örf ve adetlere uyum sağlayan, diğer yönüyle de zamanına göre son derece çağdaş bir kadındı. Pazara giderken eşarp takan, nikaha giderken şapka giyen bir yapıya sahipti. Babam gibi az konuşur, çok dinlerdi. Tok gözlü, babam zengin olduktan sonra da tevazusunu yitirmeyen bir kişiliği vardı.”
Sevgi Gönül ve Suna Kıraç
Suna Kıraç, editörlüğünü gazeteci Rıdvan Akar’ın yaptığı, hayatını anlattığı Ömrümden Uzun İdeallerim Var adlı kitabında çocukluğuna dair şunları anlatır:
“Ben dünyaya geldiğim zaman, ilk işini 1916’da kuran ve zamanla geliştiren babam, Ankara’nın sayılı tüccarları arasında, Ticaret Odası Başkanı ve o yıllarda çok önemsenen Kızılay Yönetim Kurulu üyesiydi. Dolayısıyla ailenin hep varlıklı olduğu, yoksunluk yaşanmayan bir dönemin çocuğuydum.”
“Bizim okulda kullandığımız kurşun kalemler ziyan olmasın diye bıçakla yontulurdu. Okula yürüyerek giderdik. Otomobille gitmemizi babam yasaklamıştı.”
“Ben 13 yaşındayken annemden yediğim dayak, İstanbul’da Tanca’dan 29 liraya alınan ayakkabının fiyatını halamlara söylediğim içindi. Annem bana görgüsüz demişti. Hiçbir şeyin fiyatı söylenmez ve övünülmez derdi. O ders, hayatım boyunca kulağıma küpe oldu.”
1952 yılında girdiği İstanbul Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nin son sınıfında, ABD’ye gidip işletme ve finans okumak ister ve Pennsylvania Üniversitesi Wharton School of Finance’ten olumlu yanıt almasına rağmen, babası “Benim tezgâhım en iyi üniversitedir, seni ben yetiştireceğim” demesi üzerine İstanbul’da kalır. Ancak bankacılık ve finans okumak için Robert Kolej’in yüksek kısmına (Boğaziçi Üniversitesi) kaydolur.
“Bu yıllarda birçok yaşıtım genç kız adayı gibi beni de en çok etkileyen kitaplardan biri Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanı oldu. Feride öğretmenin idealizmi düşlerimi süslüyordu. Onun gibi olmak istiyordum. Kolej’de orta 2. sınıfta okuduğum yıl, yaz tatilinde Kadırga İlkokulu’nda, gönüllü öğretmenlik yapmak için gittim. O okulda ülkenin yaşadığı sefaleti ve eğitimin içler acısı durumunu bütün ağırlığı ile hissettim. Öğretmenlik özveri isteyen bir meslekti ve o uçarı ve ergenlik öncesi ruh halimle böylesi bir sevdanın bana göre olmadığını düşündüm ve vazgeçtim. Ancak o okuldaki tecrübem, sonraki yıllardaki tercihlerimi ve eğitime önem verilmesi konusundaki kararlılığımı çok etkiledi.”
Suna Kıraç, kitabının tüm gelirlerini Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na bağışlar.
“1.10.1960’ta Koç Ticaret Anonim Şirketi’nin İstanbul Şubesi’nde işe başladım ve babam vefat edinceye kadar, yani 25 Şubat 1996’ya kadar onunla birlikte çalıştım. Bizim üniversite bir türlü bitmedi. İşyerim Beyoğlu Merkez Han’da, köhne binada çok ilginç yıllar geçirdim. Şöyle bir atmosfer vardı: Babam tek başına bir odada. Toplantı masası onun odasında, rahmetli Hulki Alisbah caddeye bakan odada, babamın sekreteri, tek parmakla daktilo yazan Zehra Tekbaş ise penceresi olmayan bir oda değil, kovukta oturuyordu, Haşim İşcan diğer bir odada. Zehra Hanım’ın karşısında bir kovukta da ben oturuyordum, bir de tuvalet vardı. Bütün bir kadro bir katın sakinlerini oluşturuyorduk. Biz kendimizi temiz pak bir binada oturuyor zannederken, ender olarak ziyaretimize gelen annem bir mezbelelikte oturduğumuzu söyleyince, kırık mermer basamaklar tamir edildi, tuvalet düzeltildi ve binaya bir asansör yaptırıldı. Allah razı olsun annemden, titizliği orada da kendini göstermişti. Ben hiçbir ünvanı olmayan konumda işe başladım. Anlaşılan babam beni işe yararsam joker olarak kullanacaktı. Bütün gün gelen ve giden evraka bakıyordum. Bence güzel ve akıllı bir yöntemdi, çünkü her şeyden haberim oluyordu. Zehra Hanım işi geciktirince bana afra-tafra yapıyordu. Çok meşgul olan Bay İsak yüzüme bakmıyordu.”
Suna Kıraç, o günlerde kendisini ciddiye almayan İsak de Eskinazis’den sonraki yıllarda “Başöğretmenim Vehbi Koç, muhasebe öğretmenim ise Bay İsak de Eskinazis idi” diye söz edecekti.
Sevgi Gönül, Rahmi Koç, Semahat Arsel, Suna Kıraç, Sadberk Koç ve Vehbi Koç
1963 yılında Koç Holding kurulunca, Vehbi Koç, Rahmi M. Koç, Bernar Nahum ve Hulki Alisbah’la birlikte holdingin ilk Yönetim Kurulu’nun beş üyesinden biri olur. 1965 yılında holdingin Genel Sekreterliği’ne getirilir ve beş yıl boyunca bu görevi yürütür. 1967 yılında Koç Holding şirketlerinden Otoyol’un genel müdürü İnan Kıraç’la evlenir.
Suna Kıraç, İnan Kıraç ile tanışmasını ve evlenmesinin öyküsünü şöyle anlatır: “İnan, Ankara’da yaşıyordu. İlk karşılaşmamızda Ankara Palas’ta yemeğe çıkmıştık. İnan beni dansa kaldırmak istedi. Ben dans etmem yanıtını verince kös kös yerine oturdu. Aradan zaman geçti, İnan Londra’ya yerleşti. Koç Grubu Otoyol’u satın alınca, İnan Genel Müdür olarak geri döndü. Üç yıl boyunca aramızda iş ilişkisinden kaynaklanan mesafeli bir duruşumuz vardı. İnan’a dönük projelerim başkaydı, İnan’ı arkadaşlarımla evlendirmek gibi bir niyetim vardı. Ben çılgın, İnan ise düzgün, olgun bir adamdı. Benim ilgileneceğim insanın Küçük Prens’i okuyup, zevk alması gerekirdi, klasik müzik dinleyip, etkilenmesi şarttı.”
“O gün Tepebaşı’ndaki Pelit’te buluşacaktık, ancak geç kaldım. Nasıl olsa bekler diye düşünüyordum. Beyoğlu’ndaki ofisimizin kapısı açıldı ve İnan hışımla kükreyerek içeri girdi. İnan bana, yeter artık benimle oynamayın, ya bugün yüzük takarız ya da bu iş burada biter dedi. Çok ısrarlıydı, nişanlanalım dedi. Annem o akşam konuyu babama açmış, babam hiç itiraz etmemiş. İnan ile evliliğim, yaşam biçimi haline getirdiğim mantığımın eseriydi. İnan’ı evlendikten bir hayli sene geçtikten sonra sevmeye başladım, çünkü İnan’ı değiştirmeye çabalamaktan vazgeçtim.”
“Törene 1500 kişi katılmıştı, ama hiçbiri bizim dostumuz olarak nitelediğimiz, yani gündelik yaşamı paylaştığımız insanlar değildi. Konuklarımız Koç Topluluğu’nun dostlarıydı. Oysa İnan ile ben hızımızı alamamıştık. Bu defa da arkadaşlarımız için tören yapmaya karar verdik. Dört-beş değişik yerde evlilik kutlamaları sürdü.”
“Her çiftin gündelik yaşamda kendilerine özgü bir dili olduğuna inanırım. Bizim de İnan’la bu tür gergin anlar için ikimiz tarafından belirlenmiş bir şifremiz var. Tartışmalarımız sonrası kim kendisini haksız bulursa ya da gönül almak isterse, diğerine kedilerin çıkardığı mır diye seslenir. Böylece aramızdaki gerginliği hafifletip normal yaşantımıza döneriz. Ancak ilişkinin yeniden normalleşmesi için karşı tarafın mutlaka mır mır demesi gerekir.”
Suna Kıraç, gençlik dönemindeki bohem ve kendi söylemiyle solculuğa heves eden yaşantısı ile ilgili olarak şöyle der: “Değişik bir grubumuz vardı. Daha ziyade arkadaşlarımızdan, Cevat Çapan ile evlenen Mine Cezzar’ın evinde toplanıyorduk. Eve sık girip çıkanlar arasında Engin Cezzar, Halit Refiğ, toprağı bol olsun Amerikalı zenci yazar James Baldwin, Genco Erkal, Spiro Kostof, Çiğdem Selışık, İçten Erkin, Bengi Veziroğlu Işıklı, Ayşe Şasa ve ben, sonsuz tartışmalar yapıyor, şiirler, tercümeler, tiyatro ve film eleştirileri ile entelektüel bir atmosferi paylaşıyorduk. Ben Engin’e hayran. Çiğdem, Genco Erkal ile çıkıyor. Ayşe, Halit Refiğ’in ağzının içine bakıyor. Hafif sol espride yaşıyoruz, solculuğa heves eden, ancak servetin her türlü imkanlarından yararlanan bir gruptuk. Evlendikten sonra bir akşam İnan’la birlikte Divan Oteli’nin barında Yaşar Kemal’e rastladık. Yaşar Kemal, İnan’a “Damat! Kızımızı tam komünist yapacaktık, elimizden aldın” diye takıldı!”
1970 yılında İsak de Eskinazis, Bernar Nahum ve Ziya Bengü’yle birlikte Rahmi Koç’un başkanlığında oluşturulan Koç Holding İcra Komitesi’ne giren Suna Kıraç, aynı zamanda Koç Holding Personel ve İdari İşler Departmanı Başkan Yardımcılığı görevini üstlenir.
Suna Kıraç, kişilik olarak kardeşler arasında babasına en fazla benzeyen olarak bilinir; kendisi ise babasından en büyük farkının onun kadar tutumlu olmamak olduğunu söyleyecektir. Bernar Nahum, Suna Kıraç için şunları yazar: “Yıllar boyu Vehbi Koç’un sağ kolları hakkında çok konuşulmuştur. Ama hiç kimse sağ kolu unvanını kazanmış değildir. Çünkü karakter, formasyon itibariyle Vehbi Koç’un sağ kolu bizatihi kendisiydi, ama şimdi bu unvan Suna’ya verilebilir. Suna, aile fertleri ile babası arasında tampon görevi sürdürmekte, ağabey ile ablaları arasında uzlaştırıcı bir rol oynamakta, aklı selimi sayesinde grubun yersiz maceralara girmesini önlemektedir.”
Suna Kıraç, 1974 yılında holdingin insan kaynaklarından sorumlu yöneticisi olduktan sonra, terfi ve liyakat konularında grup şirketlerine standartlar getirmeye, topluluğun kurumsal kimliğini güçlendirmeye çalışır. 1980 yılında Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği görevine getirilen Kıraç, montajdan ana sanayiye geçiş sürecinde önemli kararlara imza atar. 1994’te Koç Holding’in lider şirketlerinden Arçelik A.Ş’nin Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı üstlenir. Yönetimi sırasında gerçekleştirilen teknolojik yatırımlar, kapasite artırımları ve kaliteyi yükseltme çalışmaları, Koç Holding’in sonraki yıllarda Arçelik ve Beko markalarıyla dünya çapında bir üretici durumuna gelmesine zemin hazırlar.
Evliliklerinin 15. yılındadırlar, ancak çocukları olmaz; Suna Kıraç, kitabında o günleri şöyle anlatır: “Kararımı vermiş ama biraz abartmıştım. İkiz yavrularım, kızlarım olsun istiyordum. İnan, o yıllarda Vali Nevzat Ayaz tarafından oluşturulan ve kimsesiz çocuklara yardım eden bir sosyal dayanışma vakfının yönetim kuruluna, özel sektörü temsilen girmişti. Evlat edineceğimiz yavrularımız konusundaki insiyatifi o almıştı. Ancak günler geçiyor bir türlü istediğimiz gibi ikiz bebek bulunamıyordu. Ben ise kararımı verdiğim ve kendimi o beklentiye soktuğum için çocuğunu bekleyen bir anne gibi sabırsızlanıyor, bir an önce onları kucağıma almak istiyordum. Günler günleri kovaladı. Her gün yeni bir umutla kalkıyordum. Belki de yavrum bugün bana gelecekti. Ancak bütün bu beklentilerime karşın aldığım kararın üzerinden tam üç yıl geçti. Bir sabah kahvaltıda İnan’a sitem ettim, Bugüne kadar bana verdiğin bütün sözleri tuttun, ama bu defa olmadı deyiverdim. İnan alınmıştı. Hemen gidip Çocuk Esirgeme Kurumu ile görüşmüş. Verilen yanıtta evlat bekleyen aileler arasında ilk sırada bulunduğumuz söylenmiş, ancak ikiz kız bebekler bir türlü bulunamıyormuş.”
“Bir Pazartesi günüydü. İnan heyecanla eve geldi. İkiz bulamamışlar, ama tam bize göre olduğu söylenen bir kız varmış, gidip görmemizi istiyorlar dedi. Hiç düşünmeden hadi gidip görelim dedim. Açıkçası heyecanlanmıştım. Hastaneye gittiğimizde kızım, yavrum oradaydı. İpek henüz dört aylıktı, kucağımdaydı. Sıcaklığı ve ilk bakışmamız olağanüstüydü, ağladım. İş dünyasının bize kazandırdığı o tedbirlilikle İnan, bize bir gün izin verin, muayene ettirelim dedi. O gün doktor bize bugün bile hiç unutamadığım çok özlü bir şey söyledi. Suna Hanım ağlayarak çıktıktan sonra, diyelim ki bu çocuk muayene sırasında sakat çıktı, artık onu bırakamazsınız, o artık sizindir. Hiçbir şey için vazgeçemezsiniz dedi. Eve döndüğümüzde karmaşık duygular içindeydik. Alt üst olmuştuk. İpek’i orada bir başına bırakmıştık, ama yüreğimiz, aklımız her şeyimiz İpek’te kalmıştı. Doktorun söylediklerini o gece daha iyi anladık. İpek’ten vazgeçemezdik, o bizimdi. Kızımızdı. Gittik ve yavrumuzu bağrımıza bastık.”
“Bu kararıma en sıcak tepki babamdan geldi. Vehbi Koç, hep bir çocuğun, senden bir torunum olsun diye dua ettim, kısmet böyleymiş diyerek beni destekledi. Aynı desteği abim Rahmi Koç’tan da gördüm. Sevgi zaten İpek’in ikinci annesi ve sonraları en yakın sırdaşı olacaktı. Ablam Semahat Arsel ise kısa bir süre sonra bu kararıma saygılı bir tavır alacak, İpek’e şefkatle yaklaşacaktı. Böylece sadece Koç Ailesi’nde değil, Türk iş dünyasında bir tabuyu yıkmış oluyordum.”
YÖK’ten sonra İhsan Doğramacı Hoca’nın vakıf üniversite projesine (kendisinin bütün ısrarlarına ve ikna çalışmalarına rağmen) ilk başlarda sanayiciler ilgi göstermez. Babasını bu konuda ikna eden kişi ise Suna Kıraç olacaktır. Ancak Koç Üniversitesi kurulurken bürokratik süreç hayli zorlu geçer. 6831 sayılı Orman Kanunu, üniversite için arazi tahsisine ancak kamu yararı olması halinde imkan vermektedir. Peki, kanunda kamu tüzel kişiliğine sahip bulunduğu belirtilen vakıf üniversitelerinden biri olarak Koç Üniversitesi de bu kapsama girmekte midir? Koç Üniversitesi’nin kurulmasında kamu yararı var mıdır? Koç Üniversitesi, bir kamu tüzel kişisi midir? Art arda gelen tüm zorluklara rağmen sonunda çözüm bulunur, 1993 yılında Koç Üniversitesi kurulur. Bugünden bakarsak, o zamanki itirazların aksine Kuzey Boğaziçi ormanlarının korunması ve bugüne kadar gelmesi Koç Üniversitesi sayesinde olmuştur.
Daha sonra İnan Kıraç, Suna Kıraç’ın en çok üzüldüğü olay neydi sorusuna “Üniversitenin kuruluş sürecinde yaşadığı hadiselerdi” yanıtını verir. Belki de o üzüntüler, stresle bağlantısı olduğu bilinen o hastalığı tetiklemiştir kimbilir.
Babasının ölümü sonrasında iş yükü artan Suna Kıraç, hastalığının ilk belirtilerini 55 yaşında yaşamaya başlar. 1996 yılında sesinin kısılması, 1997 yılında ellerindeki uyuşma, 1998 yılında ise dilinin peltekleşmeye başlaması hastalığının işaretleriydi. 1998 yılında İnan Kıraç Amerika’da olacağı mide ameliyatı sırasında, Suna Kıraç’ın hastalığına teşhis konulur, ALS’dir. Doktorlar 3-5 yıl içinde solunum cihazına bağlanacağını, 7 yıl içinde de yaşamını yitireceğini söyler.
2000 yılında hastaneye kaldırıldığında doktorlar onu makineye bağlayarak yaşatmaya çalışır; oysa Suna Kıraç makineye bağlanmamakta kesin karar almıştır. 13 yaşındaki kızı İpek “Anne, ben daha çok gencim ve benim sana ihtiyacım var. Beni evlat olarak aldığında anne olmaya karar verdin. Bu sorumluluğun, bana karşı görevlerin henüz bitmedi. Beni üniversiteye sokacak, evlendireceksin. Anneme çok ihtiyacım var.” sözlerinden sonra Suna Kıraç makinaya bağlı yaşamayı kabul eder.
Suna Kıraç’ın bir kadın olarak iş hayatındaki en büyük etkisi ve girişimi, Türk kadınını iş hayatına sokalım diye bir kampanyadan çok kendi gayreti olmuştur. Eşi İnan Kıraç’la birlikte kurdukları Pera Müzesi ve 2007 tarihinde hizmete sundukları İstanbul Araştırmaları Enstitüsü yanında, Akdeniz Üniversitesi’nde bulunan müze, kütüphane ve enstitü oluşumları unutulmaz. Suna Kıraç, 15 Eylül 2020 günü İstanbul’da yaşama veda eder.
Kaynak
Geleceğe Açılan Bilim Kapısı Koç Üniversitesi Kuruluş Tarihi, Ömrümden Uzun İdeallerim Vardı – Suna Kıraç, Suna Kıraç: Koç’u Yurt Dışında Da Büyüteceğiz