Huzur, Kürk Mantolu Madonna, Aşk-ı Memnu başta olmak üzere Türk Edebiyatı’nda iz bırakmış aşk romanlarını derledik.
1. Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur
Genel olarak bakıldığında Huzur romanının ana temalarının başında Mümtaz’la Nuran arasında yaşanan aşk ilişkisi gelmektedir. Oysa bir aşk romanı olmanın yanında felsefi, metafizik ve psikolojik problemlerin derinlemesine yaşandığı bir eserdir. Romanın asli kahramanı Mümtaz, aşk ve ölümü, çocukluğunda yaşadıklarıyla, adeta iç dünyasını kaplayan bir duygu ve bütün hayatı boyunca şuuraltının hakim unsuru olarak hissetmiştir. Sevdiği kadın olan Nuran’la beraberliğinde, mahrumu olduğu saadeti bulduğunu sansa da hep bir şeylerin eksik kaldığını ve endişelerinin sona ermediğini, sızılarının dinmediğini fark etmiştir. İnsanlığın en temel meseleleri, aşk ve ölümü, bir arayış ve kıvranış halinde yaşamış, bir türlü huzura kavuşamamıştır.
“Bu olgun, zarif güzel kadında, güneşin öz bahçesi imiş gibi baştan başa aydınlık ve füsun olan bir taraf vardı, o zamana kadar tanımadığı, kendisinde eksik sandığı bir taraf, sadece meşguldü, onun varlığı ile dolup boşalmağa hazırlanıyordu. Her düşünce serin bir uyanış durumunda değişiyor, uzviyetin derinliklerinden gelen küçük ve esrarlı dalgalar, unutulmuş hayat şarkılarını tekrarlıyordu.”
“Sonsuz gül bahçeleri ki genç adamı çok defa yattığı yatağı, eli değdiği eşyayı, kendi damarında akan kanı koklamak isteyecek kadar hazla çıldırtırlardı. Bu bir Tanrının ziyaretini kabul etmiş cansız şeylerin, bu ziyaretin hatırasıyla canlanması, yaşaması, kısa fakat çok dalgın aydınlıklarda maziyi, hali, istikbali ve etrafını idrak etmesiydi… Hakikatte Nuran’ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek âbidi, mabedin en mukaddes yerini bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan baş rahibi, büyük mâbûdenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçtiği fani idi.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarından alıntıları burada okuyabilirsiniz.
2. Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna
Kürk Mantolu Madonna, ilk olarak 1943 yılında Hakikat Gazetesi’nde tefrika olarak yayımlanmıştır. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’yı ikinci kez askerlik yaptığı Büyükdere’de çadırda yazmış ve tefrika edildiği gazeteye günü gününe yetiştirmeye çalışmıştır. Kürk Mantolu Madonna kitabı, yalnız tüm zamanların en hüzünlü aşk öyküsü olmakla kalmaz, aynı zamanda, edebiyatımızın en başarılı psikolojik anlatılarından da birisidir. Yenilmiş, silik, içine kapanmış bir insan kişiliği üzerine yapılmış çözümlemeler, o kişiliğin ardındaki çok zengin bir duygu ve düşünce dünyasının tasviri, kullandığı dilin sadeliği ve güzelliği, Kürk Mantolu Madonna’yı bugün de okunur, güncel kılan özellikler.
“… Açık havada dolaşırsam bu fena ruh halimden kurtulacağımı ümit ederek acele hesap gördüm. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu ve gökyüzü kapalıydı. Şehrin bol ışıklarının kızıl aksini tepemizdeki alçak bulutlarda seyretmek mümkündü. Kurfürstendamm dedikleri geniş ve uzun caddeye geldim. Burada sema bütün aydınlık bir hal alıyor, yüzlerce metre yukarıdan dökülen yağmur taneleri bile turuncu bir renge boyanıyordu… Saatimi çıkardım. On biri geçiyordu. Demek vakit bu kadar ilerlemişti. Adımlarım birden bire süratlendi. Onlara yakın bulunan Nollendorf meydanının yolunu tuttum. Bu sefer nereye gittiğimi gayet iyi biliyordum. Dün akşam Kürk Mantolu Madonna’ya orada ve tam bu sıralarda rastlamıştım… Sanki aradığım insan birdenbire peyda oluverecekmiş gibi gözlerimi ilerideki elektrik direğinin altına diktim. Dün akşam gördüğümün bir hayal, sarhoş kafamın bir vehmi olduğunu kendime bu kadar telkin ettiğim halde işte şimdi burada onu, o kadını, belki de o hayali bekliyordum…Tam o sırada meydanın ortasından geçip bulunduğum sokağa doğru gelen bir insan gördüm… Başımı uzatıp baktığım zaman kısa ve sert adımlarla bu tarafa yaklaşan kürk mantolu kadını tanıdım. Bu sefer yanılmama imkan yoktu… Kalbim ufalanıyormuş gibi ağrımaya ve müthiş bir süratle çarpmaya başladı… Ayak sesleri tam arkama gelince, düşmemek ve küçük bir feryat koparmamak için büyük bir gayret sarfettim ve yanıbaşımdaki duvarı tuttum…”
3. Vedat Türkali – Bir Gün Tek Başına
Bir Gün Tek Başına, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden hemen önceki günlerde geçiyor. Roman kahramanı Kenan, yıllar önce gizli komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri…
“Günsel durgunlaştı. Bir süre denize daldı, sigarasını içti… Kenan da sigarasını içiyor, öylece bakıyordu kıza.
— Dinle beni Günsel, dedi. Kız yavaşça dönüp baktı. Kenan sessiz, fakat güvenli başladı.
— Gelip geçici bir tutku sanma bunu… Aramızda büyük yaş farkı var… Bu da önemli değil. Akıllıca bulmayabilirsin. Sensiz olamam ben artık… Yine heyecanlanmıştı, kısık bir sesle sürdürdü:
— Benden daha akıllısın… Yardım et bana… Ama sensiz hiçbir şey olmayacağımı da bil… Bırakma beni… Sonra tıkanır gibi ağır ağır ekledi.
— Gecikmeden korkarım ben. Söylerken utanır gibiyim… Niye sonraya kalsın? Evlenmez misin benimle? Ne olursun hemen karşı çıkma… Başka çözümü yok ki! Zaten bir türlü kurtulamıyorum… Aşağılık içtepisi eziyor beni… Beni işte… Anlatamadım değil mi? Seni seviyorum… Sustu. Günsel sessiz, yüzünde hiçbir tepki izi vermeden dinliyor, öylece bakıyordu Kenan’a. Kenan kızın kötü bir şey söyleyivermesinden çekinir gibi başladı yine kesik kesik:
— Evliyim, çocuğum da var… Ama o evde… Ah bilemezsin, kurtulmam gerek… Sensiz ne yaparım ben?”
4. Halit Ziya Uşaklıgil – Aşk-ı Memnu
Halit Ziya en başarılı kadın karakterini bu romanında yaratmıştır. Kuşkusuz Emma Bovary’nin ağırlıklı etkisi bu kahraman üzerinde görülmekle birlikte yazar Türk toplumunun pek alışık olmadığı hırslı, mücadeleci, intikamcı aynı zamanda hassas, duygusal açlık çeken ve hayatın gerçekleri ile duyguları arasında sıkışmış modern kadın trajedisini romana ustalıkla yerleştirmiştir. Yazar, okurun, Bihter’in toplumca hoş karşılanamayacak davranışlarına karşı bir tutum geliştirmesine müsaade etmeyip aksine Bihter psikolojisini anlamaya ve çözümlemeye götürür.
“Kanun-ı evvel… Yarım saatten beri mebzul bir kar bulutu parçalanmış, havanın baygın esmerlikleri içine iri iri parçalarla, lapa lapa dökülüyordu. Bihter, yavaşça Behlül’ün kapısını açarak içeri girmeye cesaret edemeyerek başını uzattı. Yalnız ötede henüz tutuşturulmuş sobanın kapağından kayan kırmızı alevlerle zulmetleri titreyen odada Behlül vardı. Bihter odaya girdi. Behlül ona doğru geliyordu. Bu yarı karanlık odanın içinde, titreyerek halının bir kısmını, biraz ötede kanepenin kenarını, küçük bir masanın ayaklarını dilleriyle yalayan alevlerin parıltısı arasında birbirini gölge şeklinde görüyorlardı.
Artık karanlıktı, Bihter bir söz söylemeyerek, şimdi fark edilmeyen resimler hâlâ elinde, bilinemez nasıl bir korku ile bir hareket etmeye cesaret edemeyerek, duruyordu. Yalnız sobanın kapağında iki kırmızı göz sönük, hemen büsbütün örtülecek nazarla onlara bakarak, gülümsüyor gibiydi. Birden ikisi de titrediler, şurada bu karanlık odanın mahrem havasında, ikisi de aynı anda öyle bir şey hissettiler ki onları bir kelime söylemekten, bir hareket etmekten ürkütüyordu. Tehlike ile dolu bir rüya içinde gibiydiler; bir küçük şey bilinemez nasıl bir tehlikeye sebep olacak zannediyorlardı.”
5. Mehmet Rauf – Eylül
Eylül romanının yazarı Mehmet Rauf tek romanıyla edebiyatımızda iz bırakmıştır. Başka romanları, hikayeleri, düzyazı şiirleri, makaleleri olmasına karşın, onun adı söylendiğinde Eylül, Eylül dendiğinde de onun adı akla gelir. Bohem yaşamı ve aşklarıyla nedeniyle arkadaşları tarafından pek aranıp sorulmayan Mehmet Rauf, sonuçsuz bir intihar girişimiyle iyice dışlanır. Evlilikleri, aşkları, gönül maceraları dönemin ahlak anlayışıyla çatışır. Nitekim, dönemin evlilik anlayışı, ahlaksal yaklaşımlarını Eylül romanında görürüz.
Üç kez evlenen Mehmet Rauf, ilk evliğini Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım ile yapmış ve bir anlamda Rumelihisarı’ndaki Fikret’in oturduğu yalıya iç güveyi olarak girmiştir. Eylül romanındaki aşk öyküsünün bu yıllardan kaynaklandığı ve Mehmet Rauf’un Fikret’in eşine aşık olduğu da söylenmektedir. Edebiyatımızın ilk psikolojik romanı olarak tanımlanır. Roman kişilerinin ruhsal çözümlemeleri üzerine kurulmuş olup, kimi yazarlara göre Mehmet Rauf’un yaşamından izler taşır. Bu yaşanmışlıktan dolayı, özellikle roman kahramanı Necib’in duygularının son derece başarılı yazıldığı vurgulanır. Mehmet Rauf, Eylül’de Aşkı-ı Memnu’da olduğu gibi bir aşk üçgeni çerçevesinde, imkansız aşk, yasak aşk temasını işlemiştir.
“Suad, kendisine de Süreyya’ya hitap ettiği sesle, ona baktığı gözle, onu sevdiği sevgiyle sevse, baksa, söyleseydi ya Rabbi!.. Bu düşünceyi derinleştirip saatlerce harap oldu kaldı. Önce gerçekten öyleymiş gibi aldanarak, sarhoş ve mahmur kalıyordu, sonra Suad’ın içten seslenişlerinde bile hayalindekinin yanında nasıl bir ilgisizlik olduğunu görerek içi eziliyordu. Bazen o sesle, “Necib!” diye yalnızca adıyla çağrıldığını işitir gibi olurken, Suad’ın kendisine seslenince sakinleşen sesinin “Necib Bey!” deyişi onu öldürüyordu; Süreyya’ya bakarken sevecenlik dolu olan bakış, kendisine çevrilince o kadar hissedilmez bir an içinde, sanki donuklaşıyordu.
Halbuki kendi ağzında yalnızca onun adı vardı, fakat resmi olarak “Suad Hanım!” değil, “Suad, Suad…”; fısıldayarak, âh ederek çıkan “Suad!” Konuşurken sevinçle yalvararak, şükran ve özlemle yalvaran “Suad” adı vardı. Ve ruhu onu bu seslenişlerle kucaklamak ateşiyle yanarken ona dinginlikle hitap etmek, bir eziyet oluyordu. Böylece kendisine seslenilmedikçe, o adı kendi kendisine söylemeye, ona yalnızlıklarda seslenmeye başladı; bu, yasak bir şeyin gizlice yapılması mutluluğuyla başını döndürüyordu, dudakları daima titriyor, daima o adla titriyordu. Odasına kaçıp binlerce kere “Suad!.. Suad!..” diye âh ettiği oldu.”
6. Reşat Nuri Güntekin – Dudaktan Kalbe
Dudaktan Kalbe’de şöhretin şımarttığı genç bir kemancının, kendisini tutkuyla seven küçük bir kızı elde etmesi, daha sonra aşkın geçici bir gönül eğlencesi olduğunu söyleyerek hem kendi hem de küçük kızın hayatını mahvetmesi anlatılır. Dudaktan Kalbe, romanın başından sonuna kadar yaşanan Lamia-Kenan ilişkisinin iki sözcükle ifadesidir. Reşat Nuri aşkın nasıl bir duygu olduğu üzerinde durur. Romanın baş kahramanı olan Kenan’a göre aşk sadece dudaklarda yaşanmalı, onun bir zehir gibi kalbe inmesine izin verilmemelidir. Aşkı sadece dudaklarda yaşamak aşkın sadece bedensel boyutta yaşanması, bedensel hazla sınırlı kalınmasıdır. Kenan’a göre aşk bedensel boyutta yaşanmalı, ruhsal boyuta geçmesine izin verilmemelidir. Bedensel aşkın, diğer bir deyişle dudaklarda yaşanan aşkın özellikleri şunlardır: Gelip geçicidir, gönül eğlendirir, hoşça vakit geçirtir, ayrılınca acı çektirmez, tatlı bir gençlik hatırası olarak tebessümle hatırlanır.
“Lâmia, yüzünü havuza çevirmiş, çıplak bileklerinden birini arasıra suya sokuyor, sonra onu ıslatan suyun damla damla toplanıp parmaklarından düştüğünü seyrediyor… Zihni dalgın, gözleri yalnız bununla meşgul gibi… Kenan da elini yanındaki teneke oluklardan birine uzatıyor, bir parça su alıyor, süratle Lâmia’nın yüzüne, saçlarına serpiyor… Kınalı Yapıncak ürküyor, ürperiyor, birdenbire uykudan uyandırılmış bir çocuk gibi şaşkın bir hayretle gözlerini Kenan’a çeviriyor. Bu şaka için birbirlerine gülümsüyorlar, fakat yine bir şey söylemiyorlar… Lâmia tekrar havuza dönüyor, bileğini suya sokarak eski oyununa başlıyor. Bu sefer, Kenan da başını çeviriyor, onun güneşten yaldızlı bir pembelik almış boynunda hafif çiller, yanaklarında uzun sarı kaşlarının tüylerinde titreyen su damlalarım seyrediyor… Sol bileğine dayanarak havuza eğiliyor, köpüklü suların içinden bir salkım rûy-i nigâr çıkarıyor… Onun dalgalı pembe teninde su damlacıkları var… Dudaklarıyla bir iki üzüm koparıyor, sonra hafif yana eğiliyor; salkımı Lâmia’nın dudaklarına uzatıyor… O, tekrar irkiliyor, başını kaçırmak istiyor… Fakat sonra ürkek bir gülümsemeyle dudaklarını açıyor, avuçta yem yedirilen bir kuşun yavrusu tereddütleriyle birer birer üzüm tanelerini yemeğe başlıyor… Kenan, bir türlü gözlerini ondan ayıramıyor, Lâmia, bu haliyle çok güzel! Sivri ince çenesi, uzunca hassas burnu, ince sarı kaşları, hafifçe çıkık geniş alnı ve sevimli ve zarif! Sarışın başının sıkı örgüsünden kurtulmuş kuş tüyü gibi hafif, hemen hemen beyaz saçlar ince halkalarla alnında kıvrılıyor, görünmez gümüş tellerle iliştirilmiş gibi mütemadiyen titriyor. Hâlâ biraz evvelki damlalardan ıslak duran yanakları dudaklarına sarkan ıslak üzümler gibi taze… Kenan’ın parmaklarından üzüm salkımı düşüyor; sakin, telâşsız, hiç bir şey düşünmeden, söylemeden Lâmia’yı göğsüne doğru çekiyor… Genç kızda, biraz evvel ıslandığı zamanki kadar küçük bir titreme. O kadar…”
7. Orhan Pamuk – Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk’un 2008 yılında yayımladığı Masumiyet Müzesi romanı aşk teması etrafında şekillenir. Olay zamanının 1975-2008 yıllarını kapsadığı romanda aşkın yanı sıra aile, ahlak, evlilik, cinsellik, zengin-fakir, doğu-batı, modernleşmede dönemin sosyal, siyasi, kültürel dokusuyla işlenerek anlatılır. Romanda işlenen konular, batıyı temsil eden, modern, zengin Kemal Basmacı, ailesi ve sosyete çevresi ile doğuyu temsil eden Çukurcuma semtinde yaşayan geleneklerine bağlı bir ailenin kızı olan Füsun’un modernizm ve gelenek algıları bağlamında değerlendirilir.
“Tıpkı Şanzelize Butik’te çantanın parasını bana geri veremediği öğle vakti yaptığı gibi sessizce ağlamaya başladı. Hıçkırıkları uğradığı haksızlığa öfkelenen bir çocuğun hırçın sesine dönüştü. “Sana âşık oldum. Sana çok fena âşık oldum!”
Sesi hem suçlayıcıydı, hem de beklenmedik ölçüde şefkatli. “Bütün gün seni düşünüyorum. Sabahtan akşama kadar seni düşünüyorum.” Ellerini yüzüne kapayıp ağladı.
İçimden gelen ilk tepkinin salakça gülümsemek olduğunu itiraf edeyim. Ama bunu yapmadım. Hatta aşırı sevincimi gizleyip, duygulu bir ifade takınarak kaşlarımı çattım. Hayatımın en içten ve yoğun anlarından biriydi, ama halime bir yapmacıklık sinmişti. “Ben de seni çok seviyorum”
Ama bütün içtenliğime rağmen, benim sözlerim onunkiler kadar güçlü ve sahici değildi. İlk o söylemişti, Füsun’dan sonra söylediğim için benim hakiki aşk sözlerime bir teselli, nezaket ve taklit tınısı sinmişti. Dahası, o anda ben gerçekten ona, onun bana âşık olduğundan daha da çok âşık olsaydım bile (bir ihtimal bu doğruydu da), aşkının aldığı korkutucu boyutu ilk Füsun itiraf ettiği için, oyunu o kaybetmişti. Nereden, hangi rezil tecrübelerden edinmiş olduğumu bilmek bile istemediğim içimdeki “aşk bilgesi”, tecrübesiz Füsun un, benden daha içten davrandığı için “oyunu” kaybettiğini sinsice müjdeliyordu bana. Bundan, artık kıskançlık derdimin ve takıntılarımın sona ereceği sonucunu çıkarabilirdim.”
8. Oya Baydar – Sıcak Külleri Kaldı
Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı romanı 1960’lardan 2000’lere Türkiye siyasal yaşamının önemli olaylarına panoramik bir bakışı içerir. Kitapta ana karakter Ülkü, gençliğinde aşık olduğu ve daha sonra Dış İşleri’nde çalışan zengin bir ailenin burjuva oğlu Arın Murat ile Ülkü’nün evlendiği öğretim üyesi Ömer üçlüsünün yaşantıları odak alınarak tarihle yüzleşilmeye çalışılmıştır. Romanda yüzleşme önemli bir yer tutar, çünkü Arın karakteri yıllar sonra 12 Mart ve 12 Eylül başta olmak üzere devletin eylemleri konusunda bir basın açıklamasında resmi tarih dışı söylemleri nedeniyle öldürülmüştür. Ülkü, Arın Murat’la hep baştan alınan, bir türlü ilerlemeyen, bitirilemeyen bir aşk ilişkisi içerisindedir. Bu ilişki, her ayrılıktan sonra küllendiği sanılan ve her defasında kendi küllerinden doğan türden bir aşk ilişkisidir.
“Madem bu kadar çirkinleştik, o zaman sonuna kadar götürelim dedi adam. Evet, bir başka kadınla birlikte oldum; buradaki kuzeyli kadınlardan biriyle… Sen Moskova’ya gelmeden kısa bir süre önce ülkesine döndü. Onu bir daha görmedim. Beni tanırsın; belki içten içe, bu ilişkiyi, yani kendi zaafımı, seni aldatmış olmayı hazmedemediğimden sana yaklaşamadım. Belki de içimde birikmiş bir hınç vardı sana karşı, belki geçmişimi hazmedememiştim. Ne de olsa küçük bir kentin işçi ailesinden geliyorum ben. İnsan yetiştiği çevrenin değerlerini ne kadar aşabilir ki! O köhnemiş değerleri aştığın, hepsinin üstüne yükseldiğini sanırsın, kendine yepyeni bir kimlik yaratırsın, sonra bir gün dehşet içinde hiç değişmediğini fark edersin.”
9. Necati Cumalı – Zeliş
Necati Cumalı’nın Zeliş’te tütün tarlalarında çalışan on yedi yaşındaki genç bir kızın aşkı uğruna verdiği dillere destan mücadeleyi anlatır. Bu kız, babası tarafından sevmediği, istemediği bir adama birtakım çıkarlar yüzünden zorla verilmek istenir. Kendisini kaçırmak üzere pusu kurulduğunu öğrenince, sevdiği delikanlıya kaçmaktan başka çaresi kalmaz. Sevdiği delikanlıyla birlikte yollara düşerler. Pek çok sıkıntıya cesurca göğüs gerdikten sonra mutluluğu yakalarlar. Roman, aşkın her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek güçlü bir duygu olduğunu onca kahrına, çilesine rağmen yaşanmaya değer güzel, tutkulu, heyecanlı, bir duygu olduğunu anlatır.
“Kuyuya varmadan bir zeytinin altında oturdu. Tenekeyi dizlerinin üstüne yan yatırdı. Defterini kalemini çıkardı. Önce ne yazacağını bir türlü kararlaştıramadı. Sonra fazla vakit olmadığını da düşünerek, yarı sağdan soldan kulağında kaldığı gibi, yarı içinden geldiği gibi yazmaya başladı: Çok kıymetli bir huzura… önce nasılsınız onu sormak isterim. O geceden sonra iyi misiniz? Bana gelince sabah akşam sizi düşünmekteyim. Bu kadar yakınımdasınız. Karşıdan karşıya sizi göreyim de yanınıza gelip derdimi söyleyemeyeyim. Buna zulüm denmez mi? Ben ne kadar uğraşsam size karşı duyduklarımı söyleyemem! Halimi size şu maniler anlatsın.
Ay doğar aşmak ister. Al yanak yaşmak ister
Şu benim garip gönlüm. Yâre kavuşmak ister.
Karanfil ezenim yok. Ezip de gezenim yok
Yıkılsın böyle yerler. Salınıp gezenim yok
Akardım çağlamazdım. Gülerdim ağlamazdım
Şileydim ayrılık var. Sana bel bağlamazdım.
Bu manilerin altına okla yaralı bir kalp resmi çizdikten sonra “Sizi seven Cemal” diye imzasını attı. Defterinden yazdığı sayfayı yırttı. Katladı. Biraz sonra kuyunun başında Zeliş’in söylediği yere ocağın aşı altına yerleştirdi.”
10. Orhan Kemal – Cemile
Romanda anlatılanlar 1934’te Adana’da yoksul bir işçi mahallesinde geçmektedir. Bu insanların yaşam mücadeleleri, işçi işveren ilişkisi, işçilerden birinin kurduğu oyun sonucu olan ayaklanma ve bütün bunların içinde yeşeren bir aşk. Orhan Kemal’in hayatından birçok otobiyografik öğeler taşıyan bu romanda, eşi Nuriye Hanım’a olan aşkını ve onun çocuk yaşta sırtlandığı zorlukları Cemile’de romanlaştırmıştır. Eserini de “Tekmil hayatı ıstıraplarla geçmiş, yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan cefakar karıma…” ifadesiyle eşine ithaf etmişti.
“Tam bu sırada elinde bir takım kaatlarla Cemile’nin katibi iplikhaneden içeri girdi.
Kara kız: – Aha, dedi, Aslı’nın Kerem’i… Aklıma da geldiydi ha.. Usta bir gıcık alıyor ki..
Koca göbekli usta da katibi görmüştü. Yüzü derhal asıldı, ağanın kulağına:
– Senin Numan Beyin adamı… dedi, saat başı burda.. Halbuki iplikhaneyle hiçbir alakası yok.. Eline bir iki kaat alır, dolaşır. Maksat kızlarla angaje etmek..
Ağayı karşıdan gören katip de şaşırmıştı. Geri dönmek istemiş, şüpheyi büsbütün çekeceği için vazgeçmişti.
Ağanın yanından geçerken: – Nirye gidiyon? diye ağa sordu.
Katip durdu. Yeni tıraşlı yanakları kızardı. Saçları briyantinden ışıl ışıldı.
– Sinyor Orlandonun raporlarını götürüyorum efendim! dedi.
İplikhane ustası: – İtalyan’ın saat dokuzdan önce gelmediğini kendisine daha dün söylemiştim!.. Katip şaşaladı.
Ağa sertçe : – Dün, söylemiş sana..
Katibin gözü Cemile’ye kaydı.. gözgöze geldiler. Verilecek kandırıcı bir cevabı yoktu. Bununla beraber, birşeyler söylemeliydi herhalde. Gözü tekrar kıza gitti.
Bu sırada ağa: – Hadi bakalım, dedi, yallah! Burası angace yeri deel! Mahvolduğunu sanan katip döndü, birbirine dolaşan bacaklarıyla, çıktı gitti. Usta:
– Gece demez gündüz demez, burda!
Yan gözle Cemile’ye baktıktan sonra:
– Ne hikmetse, diye tamamladı.
Ağa aldırış etmemişti, tekrar Cemile’nin yanına sokuldu. Cemile’yse hırsından titriyor, yaşaran gözlerini saklamak için başını eğdikçe eğiyordu.”
11. Yaşar Kemal – Ağrı Dağı Efsanesi
Yaşar Kemal bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi’nde “Benim çabam bu romanda destan atmosferini çağdaş romanda denemekti” der. Ağrı Dağı Efsanesi romanının halk anlatıları ile olan ilişkisi romanın adı ile başlar. Roman insan ile var olan bir tür olmasına rağmen burada aşk teması etrafında bir efsane ve bir dağ romanın merkezine oturtulmuştur. Roman Ağrı Dağı’nda bulunan dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet ve o dönemde oranın yöneticisi olan Mahmut Han’ın kızı Gülbahar arasındaki aşkı ve bu sevdalıların kavuşmak için yaşadıklarını anlatır.
“Karanlık, ağır tortunun içinden bir süre fısıltılar geldi, sonra her şey derin bir sessizliğe gömüldü. Gülbahar’ın yüreği küt küt atıyor, zindanın soğuk kayalığında yankılanır gibi oluyordu. Ya da Gülbahara öyle geliyordu. Bekliyor, kimse, gelmiyordu. Bekledikçe coşkusu artıyor, yüreği daha çok, vurulmuş bir kuş yüreği gibi çırpınıyordu. Gülbahar’ın bu hali aşağıdan, tortudan bir karartı upuzun ayağa kalkıp yürüyünceye kadar sürdü. Kız yürüyüp gelen karartıyı görünce bir hoş oldu. Eli ayağı çözüldü, başı döndü, duvara tutunmasa düşecekti. Ahmedin soluğunu yüzünde duyunca birden kendine geldi. İkisi de bir süre öyle durdular kaldılar. Hiç birisi konuşamıyordu. Önce Ahmet: Gülbahar, dedi, sen misin?
Gülbahar: Benim, dedi duyulur duyulmaz. Sanki çok eski zamanlardan beri dosttular, sevgiliydiler, candılar. İkisini de bir sevgi bulutu sardı. Sıcak, güzel, dost… Bütün zindana dağıldı bu sevgi. Ve zindanda bir sürü kınalı keklik vardı. Nerden bulmuşsa bulmuştu. Keklikler gece yarısı, sabaha karşı, dal öğlen, ne zaman olursa olsun keyiflenince ötüyorlardı. Aşağıda tortunun içinden bir keklik sesi geldi. Gülbaharı bu beklemediği ses irkiltti. Elini uzattı, Ahmedin elini tuttu, merdivenlerden yukarıya çıktılar, zindanın kulesinin oraya vardılar. Ovadan yanaydı kule. İki adım öteleri ucu bucağı belirsiz, derin uçurumdu. Uzaklarda yıldızlar, ova, incecik kalmış tepelerin üstüne bir ulu karanlık, Ağrının gölgesi çökmüştü. Ağrının üstünde çok eski, bir yanı silinip körlenmiş, donuk bir ay asılmış duruyordu. Az sonra ayın üstünü kapkara bir bulut örttü. Gülbahar Ahmedin elini bırakmamıştı. Gittikçe elleri yanıyordu.”
12. Halide Edip Adıvar – Kalp Ağrısı
Selim İleri “Bu romanda, Milli Mücadele yıllarının derin izlerini art planda yakalarız. Öndeyse, bir avuç aydın insanın kalp ağrıları bütün şiddetiyle sürüp gider. Ateşten Gömlek’in, Vurun Kahpeye’nin yazarı şimdi bireysel sorunlara eğilmekte, dönemi için çok incelikli ruh çözümlemeleriyle bu sorunları irdelemektedir. Kalp Ağrısı’nın bir başka özelliği, Halide Edip’in son tutuklu aşk romanı olmasıdır. Yazar, aşk üzerine söyleyeceklerinin tümünü, sanki bu sızılı eserde söylemiş; sonra bir aşk kırgını gibi susmayı tercih etmiştir. Edebiyatımızın en güzel, en anlamlı gönül acısı romanlarından biri.” diyor. İlk kez 1924 yılında yayımlanan Kalp Ağrısı adlı eserinde Adıvar, 1900’lü yılların İstanbul’unu da eserinin merkezine yerleştirmiştir.
“Çıplak kolumu kaldırdım, elimi başımdan öteye, arkaya uzattım. Ve mahmuz şakırtısıyla birisi hemen geldi, elimi tutacak zannettim, sonra birdenbire rahatsız edici bir sükût ârız oldu, hep birden sustuk. O dakikaya kadar saklambaç oynayan iki çocuk kadar çılgın ve manâsız bir sevinçle birbirimizi arıyorduk, ikimiz de henüz birbirimizi görmemiştik. Fakat bu görmeden, konuşmadan çok taze ve tatlı bir haz alıyorduk. Bundan daha manâsız ve çocukça bir şey olamazdı ve sırf bu manâsızlık içinde iki yaramaz çocuk gibi mesuttuk.”
Kaynak
Bir Aşk Romanı Huzur – Bilal Kırımlı, Halit Ziya Uşaklıgil – Elif Emine Özer, Mehmet Rauf, Eylül ve İmkansız Aşkın Ateşi, Reşat Nuri Güntekin – Dudaktan Kalbe, Masumiyet Müzesi’nde Modernizm Gelenek Algısı