Menu

Ünlü Türk Öykücülerden 10 Aşk Hikayesi



Türk Edebiyatı’nın aşk öykülerini ve bu öykülerden çarpıcı alıntıları, Magnum Ajansı fotoğrafçılarının aşk temalı fotoğraflarıyla birlikte derledik.

1. Necati Tosuner (1944 – ) – Bir Kıza Söylenmemiş Birkaç Söz, 1996

leonard freed

Leonard Freed – New York, 1966

Necati Tosuner tüm öykülerini Kambur ve Öncesi, Sisli ve Sonrası olmak üzere iki kitapta topladı. Bir Kıza Söylenmemiş Birkaç Söz öyküsü, Sisli ve Sonrası kitabında yer alıyor. Tosuner öykülerinde gerçek yaşamdan süzülmüş kişilerin acılı duyarlıkları, bunalımlı iç dünyalarını yansıtır. Kişilerinin bu zor dünyalarını yalın, duru, bir dille, çoğunlukla kısa öykülerde vermekte büyük başarı gösterir. Öykülerinde şiirsel bir dil kullanır.

“Beni anlıyor musun, sevdiğim? Son umudumsun. Geldiğim katranın içine yeniden itme beni. Beni umutsuzluğa itme. Beni bırakma. Güzelliğin ve umudun ışıtsın istiyorum gözlerimi. Bırakma beni. Geceden usandım, gündüzünü alma üstümden. Esirgeme, daha yeni alışıyor gözlerim ışığına. Çekme dursun. Ve umut nedir, çoğalsın yüreğimde, esirgeme. Seni seviyorum. Güzelliğini seviyorum. Alnının gülerken beliren kırışığını seviyorum. Kaşının arada bir kalkar gibi olmasını ve gözlerini ve bakışını umut veren bakışını ve ateşini gözlerinin, ısıtan ve ellerinin serinliğini seviyorum. İyiliğini… Ve bana çapraz çıkan her şeye karşı, yanımda olmanı seviyorum. Beni bırakma..”

2. Tarık Dursun K. (1931 – 2015) – Uzak Aşklarla, 1987

ferdinando scianna

Ferdinando Scianna – Paris, 1989

Yakın bir tarihte kaybettiğimiz, Tarık Dursun K. çok verimli bir yazar öykü, roman, deneme ve eleştiri, seksenin üstünde kitabı var. Ama öncelikle öykücüdür. Dili, anlatımı, öyküleme biçimi Sait Faik’e, günlük hayattan aldığı konular, karşılıklı konuşmalarla Orhan Kemal’e yakındır. Ama daha sonra kendine özgü, modern bir öykü anlayışı yaratmıştır. Aşk Allahaısmarladık’ta geçmişle olan hesaplaşmalar, kadının erkeğe, erkeğin kadına bakış açılarıyla, aldanmalar, aldatmalar, sevgiler, düşmanlıklar, ayrılıklar, birliktelikler, mutluluklar ve mutsuzluklarıyla kadın ve erkeği anlatıyor.

“Peki, kim seni benim kadar sevecek? Kim seni alıp cumartesileri sinemaya götürecek; önce bir kulağından, sonra yanağından, sonra dudaklarından kim öpecek? Ben olsam bunları düşünürdüm; ben olsam kalırdım. O, olmamıştı; onun yerine bunları düşünmemişti, kalmamıştı ve gitmişti. Ve uzun bitip tükenmez yolculukların sonunda kara görünecek. Ağzında yeni açmış herhangi bir narenciye dalıyla cennetten yeryüzüne indirdiğimiz hüthüt kuşu sizi ve geminizi yılın tam üç yüz altmış beş gününde ve gecesinde her daim yazın egemen olduğu bir ülkenin kıyılarına ulaştıracak. Ben o ülkeyi güneşi ve Lut Gölü’yle sonsuza dek yazı, parlak kumları, çölü ve derin vadileriyle, gökyüzünden baktığımda gördüğüm ışıldayan bükümlü akasyalarıyla size adadım. Ve o adanmış ülkeye yüzü sapsarı, açlıktan ve yorgunluktan avurdu avurduna geçmiş, gözlerinin feri sönmüş olarak ayak basmıştı. O andan başlayarak artık her şey çok gerilerde kalıyordu. Aradan nice nice yıllar geçecek, bildik yüzler birbirine karışacak, adlar ve yerler unutulacak, cumartesiler hatırlanmayacaktı…”

3. Adalet Ağaoğlu (1929 – ) – Savun Sevdam Sen Savun, 1982

henri cartier-bresson

Henri Cartier-Bresson – Napoli, 1971

Hadi Gidelim öykü kitabı, Ağaoğlu’nun ritme ve ironiye yasladığı öykülerden oluşur ve ustalığının parlak örneklerini içerir. Kitapta çeşitli tonlarda bilinç akışı tekniğini kullanan Ağaoğlu, ritmin bir anlatım öğesi olarak öyküyü nasıl zenginleştirdiğini gözler önüne serer. Savun Sevdam Sen Savun adlı öyküde, eskiye özlem duyan bir anne ile eprimiş, kırık dökük bir evliliği sürdürmekte olan kızın, sokaktan geçen iki kumrunun sevdalarında hayat bulduğu bu öyküde, iki sevdalı gencin siyasi ve sosyal şartlar altında nasıl iki düşman haline gelip, sevdalarının bir akasya ağacının dökülen yaprakları gibi savrulduğu anlatılır. Yazar, Savun Sevdam Sen Savun adlı öyküsünde 12 Mart döneminin insanlar üzerinde oluşturduğu güvensiz ortamı, birbirini seven iki devrimci gencin ilişkisi üzerinden vermeye çalışır.

“Kimsenin nicedir akasyalarla ilgilenmediğini düşünürdüm. Eski bir şarkıda anılmaları, varlıklarından daha gerçek, daha sürükleyiciydi sanki. Oysa kentin doğusunda, daracık bir sokağın alçak yapıları, akasyaları hala savuruyordu. Bir yağmur sonrası gelen çekinik güz güneşi, geceler ise serindi. Yaprakların tozlu yeşilini solduruyordu. Yapraklar güz boyu, annemin kumruları üstüne döküldüler. Onlar sokaktan geçerken, neredeyse yüzümüz güler, içimiz şenlenirdi. El ele tutuşmazlardı. Kollarını birbirlerinin boynuna atmazlardı. Yine de bize hep sarmaş dolaşmışlar gibi gelirdi. Annem onlara “Kumrular” derdi. “Kumrularım geçiyor! Size ne oldu? İçleriniz dumanlı.” böyle demeye getirirdi. Üç beş yıllık kocam, eprimiş sevdamıza bakar, kırık dökük gülümserdi. Yenilenmeye and içerdim. Onlar sokaktan geçtikçe, neredeyse onarıldığımızı duyardım. Kocam da ben de içimize çöken dumanı dağıtmaya çabalar, istemimiz dışında incinmiş bir sevdanın gerilemesini önlemeye çalışırdık. Ağzımızın acısını çalkalayarak yeni diriliklere heveslenirdik. Onların saçlarında yapraklar olurdu. Solgun aylar ve günler pul pul üstlerinden kayıp dökülür, ayakları, düşmüş yapraklar arasında bir hışırtıyı beslerken iyice güzelleşirlerdi. Güzelliklerin unutulduğu bir döneme, o yörelerden ses taşımak için geldiklerine bile inanırdım.”

4. Erdal Öz (1935 – 2006) – Sular Ne Güzelse, 1997

bruce davidson

Bruce Davidson – Brooklyn, 1959

Erdal Öz, 1998 Sait Faik Öykü Ödülü’nü alan Sular Ne Güzelse kitabı için şöyle der: “Bu öykülerin ortak bir özelliği daha var: Bir yeniyetmenin gözüyle anlatılmaya çalışılan yaşanmış hüzünlü zamanlar, anlar, günler, aylar. Ama bu öyküler, bir anılar toplamı değil. Elbette yazdıklarımda kendi çocukluk, yeniyetmelik dönemimden yola çıkışlar oldu, ama anılarımı yazmadığım bilinmelidir. Hangi öykü, yaşanmış bir zaman kesitinden, bir küçük görüntüden yola çıkmaz ki. Ama iyi bir öykü, yalnızca yaşanmışların anlatısı olamaz, bununla yetinemez. Yaşanmışlık duygusunu verebilmek, okurun yüreğinde yer edebilmek, o anlatının, o öykünün başarısı sayılmalıdır.”

“İnce parmaklarının arasında tuttuğun sigarayı dudaklarına yapıştırıp bana doğru eğilişin, kibritin alevine sokuluşun, o düzgün öpülesi dudaklarının arasından dağılan, bir öpücük gibi yüzüme konan o ilk duman, sonra da masaya dayalı dirseğin üzerinde bir kuğu boynu gibi yükselen biçimli kolunun ucundaki küçücük elinin ince parmakları arasından tüten sigaranın gerisine çekilip arkana dayanışın. Var gibi yok gibi bir görünüp bir silinen yüzünün üzerinden deniz fenerinin ışık çubukları, belli aralıklarla gelip geçerken, sağa sola her dönüşünde savurduğun kalın örgülü saçınla süslediğin güzel yüzünü bir ben görebiliyordum. Bir keresinde yüzün yine aydınlığa girince, yanağında dudağının hemen biraz sağında, oracıkta, bir küçük sivilce ucu görmüştüm de, yaşanırlığın küçük de olsa bir belirtisi saymıştım onu, sevmiştim. Seni bir resim gibi, bir heykel gibi düşünmek istemeyişimdi belki. Yaşayan, soluk alıp veren, konuşan, öpüşen, gülen, sırasında ağlayan, mutluluğu özleyen, ama acı çeken, yalnızlıktan bunalan ve bunalmayan, deliceleri olan genç bir kız diye sevmiştim seni. Sonrası birdenbire denizdi işte; sesinden, kokusundan, bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep sevdim ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni öyle sevdim.”

5. Oktay Akbal (1923 – 2015) – Parktaki Kanepe, 1953

bruno barbey

Bruno Barbey – Milan, 1964

Genelde öykülerinde gündelik yaşamdan kesitler sunan ve kişisel yaşamından hareketle gözlemlerde bulunan Oktay Akbal bir kent öykücüsüdür. Öyküleri büyük oranda kenti, kentin insanlarını, mekanlarını, yaşam biçimlerini, umutlarını aktarmak isteyen bir öykücüdür. “Ben küçük kentlerde hiç yaşamadım.” diyerek öyküleri hakkında kendisi bir değerlendirme yapmıştır. Onun için bir İstanbul öykücüsüdür diyebiliriz. Onun öyküleri İstanbul’daki sinemalar, garlar, kahveler, dolmuşlar, meydanlar, kısaca kalabalığın olduğu her yerdir. Kalabalığın içindeki insanı, yalnız insanı yazmıştır. Parktaki Kanepe, Bizans Definesi kitabında yer alan, diğer birçok öyküsünde olduğu gibi hayaller üzerine bir hikaye. Öykü kahramanının hayalleri parktaki kanepe üzerinde yazarın hayalleriyle çakışır.

“Parkın bekçisi feneriyle geziniyordu. Adamakıllı kararmıştı ortalık. Bekçi fenerini öteye beriye tutuyor. Kimleri yakalamak istiyor, birtakım gölgeleri mi? Gecenin havasında gizli bir fısıldaşma, uçup silinen gölgeler var sanki. Belki de en gizli, en saklı kanepeye gelip tek başına oturduğu için ona kızan delikanlılar, kızlar vardır. Bir gölge gibiydi kanepenin üstünde. Yaşamdaki gibi. Bir delikanlı parka girdi. O da birtakım yitirilmiş şeylerin ardında… Belki onun da uzun bir öyküsü var. Yalnız o, bu öyküsünü dudaklarında sigaranın dumanıyla paylaşıyor… Kalkıp gitmeli artık. Gidip o gazinoda gelmeyecek keten elbiseli bir kızı beklemeli. Bir an, içinin ışığında, aşkını yaşamına egemen kılan, kendi aydınlığını sevdiği adamınkiyle birleştirmek isteyen o genç kız… Ama o, içindeki ışığını kararttı, uzak, dolaşık bir yoldan yitip gitti. Sonra geçen günler, aylar, yıllar, bütün serüven romanlardaki, filmlerdeki gibi… Kopup geçen bir şerit, sessiz akan bir nehir. Bir park kanepesinden başlayıp aynı park kanepesinde sona eren bir yol. Başlangıç, bitiş, tek bir nokta halinde. Demek hiçbir şey olmamış! Olmuş gibi görünmüş.”

6. Naim Tirali (1925 – 2009) – Aşka Kitakse, 1954

elliott erwitt

Elliott Erwitt – Dublin, 1962

Naim Tirali, Türk öykücülüğünde kendine özgü ve sağlam bir yer edinmiş bir öykücümüz. Tirali, öykülerini çoğunlukla yaşadıklarından, gözlemlerinden çıkarıyor. Onun öykülerinin geçtiği mekanlar, genellikle büyük kentler. Kahramanları da, büyük kentlerin aydın, öğretmen, gazeteci, esnaf, avukat, yargıç, doktor, mühendis , orta sınıf insanları ve Karadeniz kentleri, kasabaları, her sınıftan Karadeniz insanları. Başta aşk olmak üzere, insanın evrensel duyguları Tirali öykülerinin en önemli temalarındandır. Naim Tirali’nin üçüncü kitabı Aşka Kitakse. Tirali, olayları süse kaçmadan, olduğu gibi anlatıyor, kitaba adını veren Aşka Kitakse öyküsü 1949 yılında yazılmış, tatlı realizmi içinde, ruh tahlilinin başarılı örneklerindendir.

“Teşekkür ederim, dedi. Şimdi başlıyorum. Sorun şu: Ben iki yıldır sana karşı sıcak bir ilgi duyuyorum. Buna ne demeli, bilmem. Bu herhangi bir arayış ya da gelip geçici bir hoşlanış değil. Ama tutup sana, seni seviyorum, sana çılgınca aşığım demek de tuhafıma gidiyor. Nedir bu kelimeler? Aşk nedir? Çılgınlık nedir? Sevda nedir? Bu sözcükler acaba senin için duyduklarımı anlatırlar mı? Bak bunu merak ediyorum işte. Sonra sana karşı duyduklarım yaşam boyu sürecek mi? Yoksa bütün bunlar, benim ussal kuruntularım mı? Yani şunu söylemek istiyorum. Bu ilgini sürekli, gerçek sandığım tarafları tümüyle bir yanılmanın sonucu olabilir mi? Anlıyorsun değil mi, karar veremeyişimi. Senin karşında her çeşit konuşma kuralını unutuyorum. Bir genç kızla böyle konuşulmaz biliyorum. Daha umut verici, daha çılgın, daha ateşli cümleler dökmek gerek genç kızın önüne, ama bu yetmiyor. Gözlerim senin gözlerinde iken bütün kuralları unutuyorum. Alabildiğine açık konuşmak istiyorum. İyi ya da kötü. Nasıl karşılanırsa karşılansın, umurumda değil.”

7. Erhan Bener (1929 – 2007) – İlk Aşk, 1998

guy le querrec

Guy Le Querrec – Antibes, 1984

Erhan Bener öykülerinde de, romanlarında olduğu gibi bireyi ele alır. Ancak bu ele alış, romanlarında amaçladığı gibi, bireyin düşünsel sorgulamasına değil, onun yaşamındaki duruşunun bir anlık gösterimine yönelir. Çok ender yazdığı uzun öykülerinde öykü kişilerini, romanlarındaki gibi iç çatışmalarla verir. Erhan Bener, Yaralı Aşklar öykü kitabında, ele aldığı öykülerde sosyal kimlikler, statüler, yaş farkı yüzünden yaşanamayan aşklar, ilk gençliğe ilişkin yarım kalan aşklar, yasak ilişkilerin acı verici duygulanımları irdeler.

“Yaz tatilinde ağlaşarak ayrılmıştık birbirimizden. Binlerce mektup yazdık o üç ay boyunca. Neler mi vardı o mektuplarda? Sayfalarca, aslında çok kısa süren çılgınca aşkımızı mı anlatıyorduk birbirimize, yoksa hiç gerçekleşemeyeceğini bildiğimiz umutlarımızı mı? Ben hep göklerde uçuyordum, o yere indirmeye çalışıyordu beni. Hep pembe kağıtlara yazardı mektuplarını, mektuplarının kağıtları hep o beni çılgına çeviren Femme kokardı. Onun yazdıklarını okurken, ılık ılık bir şeyler akardı içime. Bir bardak şarapla sarhoş olurdum. Gece yüzümü yastığa kapar ağlardım. Hala ve hep dokunulmazlığı olan bir yaratıktı o benim için. Bir Tanrıçaydı.Erkekliğimin en çılgın günlerinde bile, bir kez olsun onunla yatmayı düşlemedim. Bilinçaltımda bile bir dokunulmazlık olarak kaldı.”

8. Sabahattin Ali (1907 – 1948) – Değirmen, 1935

cornell capa

Cornell Capa – London (Hyde Park), 1951

Sabahattin Ali’nin Değirmen öykü kitabı on yedi küçük hikayeden ve üç kısımdan oluşmaktadır. Bu öyküleri, bireysel konuları ele alan, masal öğeleriyle süslü, romantik öykülerdir. Aslında onun gerçek edebi kişiliğini göremeyiz bu öykülerde. Kendisi de Değirmen’in önsözünde şöyle diyor: “Şiir ve hikayelerimin arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların benim sanat hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olmaz. Buna rağmen yeni baskıdan onları çıkaramadım.” Alıntıladığımız kitapla aynı adı taşıyan öyküsü Değirmen’de bir çingenenin aşkını, aşkı için yapabileceklerini anlatıyor.

“Onu seviyorum, ne yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin… Ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim. Yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, “Kızım senin için yataklara düştü… Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de kızımızı kurtar!…” diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim; işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam… Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. Gel dedim, beraber kaçalım. Acı acı güldü, “Ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?…” Onu nasıl sevdiğimi anlattım: “Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?”

9. Nazlı Eray (1945 – ) – Gülen Gözler Pastanesi

burt glinn

Burt Glinn – Londra, 1960

Nazlı Eray’ın Aşk Artık Burada Oturmuyor kitabındaki öyküleri kentli kadın benini ve yaşamını merkeze almakta ve terkedilmişliğe karşı geliştirilmiş tepkileri vermektedir. Öykülerde kentli ve aydın kadının yalnızlığını, benliği, çevreyi ve dini aşmaya çabalayan dişi-şuh bilinçaltını, rüya ile gerçek arasında kalmışlığın acı ve mutluluklarını, kadın kimliğinde kırmaya yöneldiğini okuyoruz. Gülen Gözler Pastanesi’nde anlatıcı, sevgilisi tarafından terk edildiği için derin bir üzüntü içindeyken aniden sevgilisini parmak çocuk gibi küçülmüş olarak yanında bulur. Kadın anlatıcı bu fantastik durumu olağan bir durum gibi sorgulamadan kabul eder. Öykünün sonunda anlatıcının parmak boyundaki sevgilisiyle uykuya dalması her şeyin rüya olduğunu düşündürmektedir.

“Yanlış ilişkim yüzünden yapayalnızdım. Mutsuzdum. Benimle konuşmuyorsun, bana bir şey anlatmıyorsun. Ben de sana anlatmıyorum oraları… Zaten oralarda bir şey yok. Dinlerken sıkılıyorsun. Öyle algılıyorum. Senin çevren geniş. Ben yokken sen burada mutlusundur.” dedin. Ne saçma laflardı bunlar. Ağlamaya başladım. Salonda, koltukta yanında otururdum.
“Seni öyle çok seviyorum ki” dedim. Sanki şaşırmıştın.
“Sahi senin sevgin aynı mı? diye sordum.
“Evet, aynı. Onu değiştirecek bir şey olmadı ki.” dedim doğallıkla.
“Demek bende bir şey var” dedin. “Eski coşkum, eski heyecanım yok farketmiyor musun? Her şey boş…. Anlamsız….Boşluktayım.” Senden ilk kez duyduğum bu laflar yüzüme, beynime tokat gibi patlamıştı.Şaşkındım. Çok şey yapılabilirdi. O an hiç bir şey yapmadım. Seni seviyorum. Bir ilişkinin böylece kaybolup, unutulup gitmesine dayanamam. Yüreğim elvermez buna. Mektuplar yazdım sana. Aradaki uzaklığa, 110 kilometreyi kıracak, parçalayacak mektuplar… Aslında 110 kilometre öyle kısaydı ki… Mektupların çoğunu ekspress attım. Her gün, günde birkaç kez arardın beni. Yıllardır alışmıştım buna. Birden hiç aramamaya başladın. Her çabam yanıtsız kalıyordu. Ne yapılabilirdi ..Ne yapabilirdim ki…”

10. Murathan Mungan (1955 – ) – Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Cinayeti, 1982

rene burri

René Burri – Tokyo, 1961

Murathan Mungan şöyle diyor: “Çocukluğumuzdan beri masalın bir yerinde karşımıza çıkar: Kırkıncı Oda yasağıdır bu. Üstelik anahtar elimize verilmiş, seçim bize bırakılmıştır. Sancılı bir ikilemin ortasında kalakalırız. Sonunda insan aklı ve duyarlığı, bilime ve öğrenme tutkusu, tanıma ve anlama merakı, cezası ne olursa olsun anahtarı seçer. Kendi kırk odamın inşasına böyle bir anahtarla başladım. Yalnızca yakın çevrenizden, mahallenizden, işyerinizden değil; masallardan, öykülerden, romanlardan, oyunlardan, filmlerden de tanıyorsunuz kahramanlarımı. Kırk odalık bir saraydan geçerek çıkıyorlar günümüz sokaklarına. Kapının öte yanına. İşte size uzattığım anahtar.” Kitapta yer alan Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Hikayesi, Kırk Oda kitabında yer alan, gecikmiş ve sonu hazin biten bir aşk hikayesini anlatır.

“Genç Adam yaklaştı onlara, tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelini:
“Gitme, seni seviyorum”, dedi.
“Biliyorum”, dedi Gelin. “Ama yapacak bir şey kalmadı artık.”
“Beni seviyor musun?” diye sordu Genç Adam.
Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını.
“Beni sevdiğini olsun söyle”, dedi Genç adam.
“Bunu zaten biliyorsun”, dedi Gelin. “Hem zaten bu neyi değiştirir ki?”
“Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben. “Seni seviyorum” dedi Gelin. “Ama yalnızca seviyorum Artık seni bırakamam.”
“Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım.”
“Buna izin veremem.”
“Çaresizim inan. Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin sen. Çok geç. Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey…Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim. Geç kaldın sen. Çok geç geldin.”
“Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam.”
“Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. Bana ihtiyacı var. Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam.”
Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her ikimiz de çok mutsuz olacağız.”
“Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor.”
“Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm.”
“Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın.”
“Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum.”

Kaynak
Necip TosunDipnot Kitap KulübüDeğirmen Motifi Üzerine Karşılaştırmalı Bir İncelemeNazlı Eray’ın Öykülerinde Fantastik Anlatının Dişil Yazı’ya Dönüşümü


Facebook Yorumları

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir