Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Tarık Buğra başta olmak üzere Türk Edebiyatı’nda öyküleriyle iz bırakmış edebiyatçılarımızın otobiyografik izler taşıyan öykülerinden alıntıları derledik.
1. Ömer Seyfettin – Ant
“Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder… Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir… Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim. Büyük bir bahçe… Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev… Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikayelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum.”
2. Feride Çiçekoğlu – Tarak
“Otobüste yanında oturan görevlinin seni sorgulayanlardan biri olduğunu anlayıvermiştin. Yolda arkadaşıyla konuşurken, birdenbire. Belki sesinin tınısından, belki laf arası boğazını temizlemek için kısa kesik öksürüşünden. Onun böyle insan kılığında gezebilmesine müthiş şaşmıştın. Yolculuğu büsbütün kasvetli kılmıştı bu keşfin.
Dışarıyı gözler, bir yandan da düşünürken bir gazete haberinin okunduğunu duyar. Haberdeki tanıdık gelir. Önce anımsayamaz, ama daha sonra “zifiri bir sabah sayımı”nda adının okunduğu aklına gelir. Geçmişe döner ve bekleme odasına getirildiğini günü anımsar. Nasıl bir yere getirildiğini anlayamamıştır. Hem karanlıktır, hem de gözleri bağlıdır: Seni gözleri bağlı getiriyorlar. Tekmeleyip oturtuyorlar. Sol bileğinden kelepçeliyorlar. Nereye? Bilmiyorsun. Tek bildiğin, kelepçenin zincirle bir yere bağlı olduğu. şakırtısından anlıyorsun. Önce karanlık var. Bir de şişen sol kolunun sancısı. Sonra karanlığın içinden iniltiler geliyor. Baştan beri var mıydı? Bilmiyorsun. Algıların yerine geliyor yavaş yavaş. Önce gitme, sonra koku. Oraların kendine has kokusu. Yapış yapış. Derken dokunma. Sağ elinle yokluyorsun. Betonun üzerinde oturuyorsun.”
(Sizin Hiç Babanız Öldü mü? kitabından)
3. Tarık Buğra – 087956’nın Sıfırı
“Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam oturur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, bebek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl.
Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara taşınırım.
Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta kadar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben,
“Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl, “Benim de” dedi.
Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karışık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geliyordu. O,
“Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve “Ortaklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.
Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.
İclal’le biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikramiye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!
Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kâğıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.”
(Yarın Diye Bir Şey Yoktur kitabından)
4. Sait Faik Abasıyanık – Haritada Bir Nokta
“Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilâyet, isimlerinden mavi sahile kayar Robinson Crusoe’yu okumuşumdur herhalde; unuttum, gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismini okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum.
Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum, ama belki de o yüzdendir.haritada ada görmeyeyim. İçimde dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.
İşte çocukluğumun ve gençliğimin haritalarındaki adalar, beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım. Cebim para görmüştü. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpushane görmüştüm. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Sevmiş, sevilmiştim. İşte bitkin, yorgun, işte hepsini, hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yine geri dönmüştüm.”
(Son Kuşlar kitabından)
5. Orhan Kemal – Elli Kuruş
“İster lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten sesiyle sokağa girerdi:
-Gazete, havadiis!
Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için, bu ses; bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses, beni yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filan lüzum görmeden cebine atar, donmuş burnu, buhar kazanı gibi tüterek uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:
-Gazete, havadiiiis!
Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayiine. Bayi ana baba günü. Kendi gibi o kadar çok okullu çocuk varmış ki bayi gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de gazeteleri alırken bayiye kapora vermek!”
6. Sabahattin Ali – Bir Delikanlının Hikayesi
“Öyle zamanlarım olur ki, beni sessizce bekleyen odama giderken, bu her akşamki yürüyüş beni sıkar, boğar ve ben caddeyi örten kalın kar tabakasının üstüne uzanarak orayı nefesimle eritmek, ta toprağa kadar bir delik açmak isterim. Evin kapısını her akşamki gibi anahtarla açmak, sonra kapamak, karanlık koridorda yavaşça ilerlemek, merdiven basamaklarını ayaklarımın ucuyla aramak, -ki onları saymış ve ezberlemiştim ve dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini gayet iyi bilirdim- nihayet odama girmek… Bütün bunlar beni deli eder. Bir kere de başka şeyler yapabilmek için mesela balkona tırmanmak, pencerenin camlarını kırarak içeri girmek ihtirasını duyarım.
Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir. Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için uzun bir beraberlik lazımdır.
Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen saadetini hissederler: Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz. Kadını hiçbir zaman inkar etmedim. Hatta geceleri beni odama o kadar karışık bir halde yollayan, ekseriye bir kadın muvaffakiyetsizliğidir. Ve ben, bilmiyorum neden, hiçbir kadından aşk iltifatı görmüş değilimdir. Kadınlar benden hoşlanıyorlar, fakat beni sevmiyorlar. Ben onlarda herhalde ya pek çocuk; ya pek ukala bir tesir yapıyorum.”
(Değirmen kitabından)
7. Füruzan – Parasız Yatılı
“Ev sahibi ile konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca, uyu. O sabah namaza kalktığında, seni, kapıyı vurup uyandıracak. ‘Çocuktur o’ dedim. ‘Çocuk uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine.’ Her sabah helvayla ekmek yersin. Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor, diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yalnız değil. Sen korkak değilsindir. Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten döküyorlarmış. Ziyafet çekeriz kendimize.”
“Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, ‘Ördekleri temiz tutmak lazım’ demişti ya, o kadını, ördekleri anlatırsın bana.”
Annesi susmuştu. Tam dudaklarında duran bir şeyi söylemekten vazgeçiverip… Gece yatağa girdiklerinde (beraber yatıyorlardı epeydir) yarınki derslerden birinin beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı. Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, açık kalmış alt kat musluklarının sesini dinleyerek gölgeli ışıksız camlardan kışı, kentin yapılarını seyrederlerdi.”
8. Sevgi Soysal – Barış Adlı Çocuk
“Koğuşta çıt yok. Sessizlik saati. Bir iki kız ranzalarında uyuyorlar. Çoğunluk okuyor. Her kitabın peşinde en az beş kişi var. Bir an önce bitirmek zorunda herkes kitabını. Selma’yla Nina yavaş sesle konuşuyorlar. Meral, yine sorun olmakta Meral’in karavana dağıtılırken hep öne geçmesi, karavanadan hep et kepçelemeye çalışması. Arkadaşlarının genel kanısı “Bu, eleştirilmesi gereken bir tavır.”Ama arkadaşları Meral’in çocukluğunun büyük sıkıntılarla başladığını, öğretmen okullarının yatakhanelerinde süründüğünü, en ücra yerlerde öğretmenlik yaptığını bilirler. Meral, mesleğini inancı uğruna tehlikeye atmış, ilk ihbar furyasında da tutuklanmıştır. Selma, “Bencillik içine sinmiş” diyor, “Bir sosyalistin böyle davranmasına izin veremeyiz.”
Meral’e dışardan hiçbir şey gelmiyor. Ne para, ne bir şey. Çocukluktan beri süregelen açlığını aşması zor. Ama çalışkandır. Meral, hiç yılmadan okur… Cezaevi yönetimine karşı tek kişilik direnmelere kalkar, ama koğuşça karar verilmiş direnişlere karşı çıkar. Bu yüzden Meral’in önerilerini kimse dinlemez olur.
Güler’in radyo faslı Aliye Akkılıç’la bitiyor. Güler, külhanbeyi tavırları sever; tesbih çeker, radyoyu ağzına kadar açıp Neşet Ertaş dinler. Demet, “Polis radyosunu dinler mi bir sosyalist?” diye öfkelenir. Şafak davasından tutuklu kızlara bakıp bakıp lahavle çeker. Güler orducu. Kızıldere’den beri cephecilerle de arası iyi. Ama orduda da, cephede de kızlar az. Koğuşta azınlıkta oluşlar bundan.
Nesrin, koğuş sözcüsü. “Son tutuklama dalgasında Şafakçılar geldi. Şimdi çoğunluk onlarda. Sözcü de onlarda.”
Güler, “Bunlar örgüt değil, kokteyl parti, baksana davanın yarısı kız, yarısı oğlan,” diye dalga geçiyor “Ulan, şefleri bile tıpış tıpış teslim oldu. İhtilâlcilermiş. Birinizde bile mi silah yoktu?”
9. Necati Tosuner – Eksik Adamın Çizgileri
“Çok şey mi istemiştim? İnsandım. Bunu duyuyordum içimde: İnsandım. Aralarında bir yerim olduğunu ummaktı ilk suçum. Onlar bencilliği temel seçtikleri bir düzen kurmuşlardı. Bir kesin çizgiyle beni kenarda bırakan, değişmez ölçüleri vardı. Ben eksik adamdım. Ben sakattım onlarca. Ben aralarına giremez, ben onların yüksekten baktığıydım. Ben ezilen adamdım. Ben gülünen, ben bakışlarıyla kırdıkları acınan adamdım. Ben sevilmezdim. Ben sevemezdim. Ben gülemezdim. Ben, alay konusu ben, yaşamayı yaşayamazdım Yargıç Bey.
Düzen diye bir düzensizlik vardı ortada. Bütün bunlar bir alın yazısıysa eğer, Tanrı, niye hak bilir diye tanıttı kendini? Ve çağlar boyu erdem diye anlatılan nedir? İnsanlık diye dört elle sarıldığımız… Bu kuralları koyanlar, ahlak diye en büyük ahlaksızlığı yaratanlar ve bunu böyle isteyen – istemese de karşı durmayan- insan bencilliği… Suçlu onlardır. Ve Tanrı’dır en büyük suçlu. Bana çekilmez acılar veren ve başkaldırışını yasaklayan Tanrı… Ve işte bu bencillik düzeni, düzensizliğini işliyor yine. Ve onun başkoruyucusu sen, sen de suçlusun Yargıç Bey.
Şimdi şu karşındaki ben… Adı şimdi sanık olan ben, suçlu diye, bir yere kapatılacağım. Değişik bir şey mi olacak bu? Beton duvarlar arasına kapatmakla beni, ne değişecek? Sanki insanların arasında tutuklu değil miyim ben? Ve bu ilk yargılanışım değildir. İnsanlar -sözde gizliden- kendilerince yargılayıp, bakışlarıyla cezalandırmadılar mı beni? Ve üzerime kapatacağınız bir demir kapı, dışarıda, insanların sakat diyen bakışlarından daha mı ağır olacak sanırsınız? Ve tüylerimin şu dikelişi, korkudan değildir, bilesiniz. Bir büyük başkaldırmanın ilk serin ürpertileridir bunlar.”
(Çıkmazda kitabından)
10. Onat Kutlar – Çatı
“Başımı cama dayayıp dışarı baktım. Yağmur habersizce dindi. Sert bir esinti ağaç dallarındaki suları camlara savurdu. Batıda, bulutların parçaladığı, soluk bir turuncunun yuvarlanarak geldiği, elma yapraklarına, isli duvarlara, odun yığınlarının çürümüş kahverengisine, tavandan akan sularla dolmuş kalaylı kaplara bulaştığı uzak batıda deniz, başka şehirler. İçimde o bilinen üçlemenin, gitsem… gitmem gerek… gidiyorum? Yani kararların en yumuşak ve kesin olanının yankısını duydum. Artık başka ne yapabilirdim? Masaya eğilmiş, lamba ışığındaki resimlere bakan dalgın çocukların yıllarca biriktirip durdukları o kıvamlı duygu içime doluyor, bedenimi ağırlaştırıyordu. Başımı camdan çektim. İçine parça parça turuncuların düştüğü ve yavaş yavaş solduğu odaya, büyükanneme, üzerinde annemin henüz soğumamış izini taşıyan ve onu eksiksiz temsil eden sedir örtüsüne baktım.”
(İshak kitabından)
11. Sevim Burak – Yanık Saraylar
“Sevgili oyuncaklarım, Pamuk Halam, üç portakalım, yayacığım, kutuları bebeklik patiğim, kraliçe biçiminde şapkam, anahtarlarım, pencerelerim, odam… Elveda ben gelinceye kadar uslu oturun. Sakın yaramazlık yapmayın. Sahibinizin ufak bir işi var, dedim. Ölüm… Bir gün evvelinden hazırlıklıydım, yürümeye başladım. Güzel bir gündü. Ne güzel bir gündü. Baştan başa yeni bir ülkeye girer gibiydim.
Düz ve eğri bütün çizgilerden geçtim. Saray’a doğru yollar gittikçe beyazlaşmaya başladı. Fulya Teyze’mi̇n oturduğu balkona kadar uzun bir tebeşir çizgisi üstünden yürüyordum. Gürültüler ve çınlamalar iki yanımdan akıyordu. Fulya Teyze’min eli fincanın üstündeydi. Fincandan çıkan çin-çin-çin seslerle Saray sallanmaya, parçalanmaya başladı. Çin-çin-çin… Bu seslerle Yeşilköy, sokaklar ve ben birlikte ağır ağır sallanıyorduk. Yıkık duvarlar, büyük çukurlardan geçtim.
Dört bir yanından alev almış balkon, bağırışmalar arasında aşağı Doğru sarktı. Bütün gücümle yere oturup “Fulya Teyze, Fulya Teyze!” diye bağırdım. “Bir hiç için insan öldürülür mü?”
Yorum Yap