Seçtiğimiz öyküler, Selim İleri’nin İlk Gençlik Çağına Öyküler ve Nursel Duruel’in Genç Olmak – 80 Yazardan 80 Öykü kitabından seçilmiştir.
1. Sabahattin Ali (1907 – 1948) – Isıtmak İçin (Yeni Dünya), 1943
Henri Cartier Bresson, İspanya, 1932
Sabahattin Ali, ilk öykülerindeki romantik tutumundan çabucak sıyrılmış ve gerçekçiliğin ağır bastığı olay öykücülüğünde adeta bir çığır açmıştır. Sosyal gerçekçilikten eleştirel gerçekçiliğe uzanan bir çizgide öykücülüğünü geliştirmiştir. Yeni Dünya öykü kitabında yer alan Isıtmak İçin adlı öyküde ise, çocuğunu ısıtacak odun bulamayan yoksul bir çamaşırcı kadının çocuğunu kaybetmesi dramatik bir biçimde sergilenir.
“Bu kadın kapıya bir şey söylemek için gelmişti. Müthiş ayazda belki saatlerce beklemişti… İki gün evvel çamaşırımı yıkadığı halde bana çamaşırım olup olmadığını sordu… Maksadı meydanda idi. Kadını böyle açıkça dilenecek hale getirdiğim halde aptal gibi hiçbir şey anlamamıştım. Daha doğrusu kafamı bir şey anlamaktan menetmiştim. Rahatımın kaçacağından korkarak bir sersemlik zırhının içine saklanmıştım. Artık kendi kendimden utanıyordum. Birkaç kere ayağa kalktım. Aynaya bakmak, orada göreceğim zavallı çehreye tükürmek istedim. Bu kadarına cesaret edemedim. Kendi kendime “Ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi? Ben kimim ki?” diyor, fakat yine kendim “Hiç olmazsa kaçmazdın… Hiç olmazsa dinlerdin. Kim olursan ol… Dünyada kendisi için hiçbir şeyi olmayan bir insanın bile başkalarına yardım edecek bir şeyi vardır… Hiç olmazsa bir tek sözü” diye cevap veriyordum.”
2. Memduh Şevket Esendal (1883 – 1952) – Seni Kahve Paklar (Otlakçı), 1946
Chris Steele-Perkins, İngiltere, 1975
Türk öykücülüğünün en önemli yazarlarından Memduh Şevket Esendal öykücülüğünde dili, ilk kez, yapay bir edebiyat dili olmaktan kurtarmış, yalın söyleyişiyle, gündelik konuşmadan yararlanılarak hem özgün, hem de çok geçerli bir temele oturtulmuştur. Seni Kahve Paklar öyküsünde yobaz bir babanın kızına bilinçsiz bir biçimde Kur’an öğretmeye çalışmasını anlatır.
“Bitişik odada Enver Efendi, kızını odanın köşelerinden birine oturtmuş, önüne bir gaz sandığı koymuş, üstünde kitap, kendisi de karşısına geçmiş bir kalemin ucu ile satırları gösteriyor, çocuk kalemin ucuna gelen yazıları okumaya çalışıyor. Yanlış okuyunca tokat geleceğini, kulağından tutulup burnu kitaba sürüleceğini bildiği için korkuyor, başını sakınıyordu. Okunan şey: Kuran; ne kız okuduklarını anlıyor, ne de babası. Kızın yanlış okuduklarını babası doğru okuyabiliyor mu? Belli değil!”
3. Halikarnas Balıkçısı (1890 – 1973) – Gündüzünü Kaybeden Kuş (Gündüzünü Kaybeden Kuş)
Elliott Erwitt, Fransa, 1955
Yaşadığı talihsiz olaylardan ve dramatik aşklardan sonra kendini Ege kıyılarında bulan Cevat Şakir, burada Ege’nin ikliminde edebi yönü daha da zenginleşmiş ve Halikarnas Balıkçısı olmuştur. 1926’dan sonra hikayeleriyle tanınan Cevat Şakir, Ege ve Akdeniz’in sahil halkını bir denizci edasıyla iğneden ipliğe kadar her türlü sorununa, mutluluğuna, ihtiraslarına, aşklarına ve ümitlerine eğilerek eserlerini vücuda getirdi. Gündüzü Kaybeden Kuş adlı trajik hikayesinde kuş bir avcının silahından çıkan saçmalarla kör olur, bilmediği, sınırsız, anlamsız bir karanlıktadır; yuvada onu bekleyen yavruları vardır. Nasıl gidecek, nasıl ulaşacaktır oraya?
“Yandan gelen saçmaların biri, kuşun bir gözünden öteki gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. Kuş artık korkunç ve garip bir karanlıkta uçuyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden beş saat uçtu. Doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. Fakat göğü bulamıyordu. Biliyordu, yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın üzerindeydi. Yavruları yiyeceksizlikten ne haldeydiler acaba? Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya, göklere baka mı kalacaklardı? Kuş olanca gücünü yeni baştan kanatlarına verdi. Herhalde bu karanlıkları aşacak ve karanlıklardan ötelere yayılan mavilere ulaşıp dalacaktı.”
4. Haldun Taner (1915 – 1986) – Konçinalar (Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu), 1954
Wayne Miller, ABD, 1952
Haldun Taner’in genelde şehir hayatını yansıtan öyküleri sosyal, siyasal, aile, günlük yaşantı ve psikoloji tarzda yazılan konulara ayrılıyor. Bu öyküler konularına bağlı olmaksızın kuvvetli gerçekçilik, kapsama alanı, biçim, konusunun orijinalliği, açık mizah ve keskin eleştirisi ile dikkat çekiyor. Taner’in öyküleri çeşitli mizahlarla zengin olsa da daha fazla eleştirisel gerçeklere dayanıyor. Haldun Taner’in Konçinalar adlı öyküsünde iskambil kağıtlarından yola çıkarak toplumdaki çeşitli sosyal sınıfları ve insan tiplerini betimlemiştir. İskambil kağıtlarında olduğu gibi toplumda da her sınıf ve kişinin belirli bir önemi ve görevinin olduğu, herkesin faklı karakter özellikleri olduğu ve herkesin bu rolü oynadığını anlatır.
“Bakmayın, Maça Kızı’nın adı edebiyata kötü geçmiş. Onun kendisine yorulan uğursuz kadın, çok bilmiş dul, yuva yıkan vamp dişi nitelikleri ile ilişiği yoktur. İftira, söylenti. Hele bizim klasik Tekel takımlarındaki Maça Kızı’nın, İspati Kızı’nınki gibi numaradan değil, gerçekten masum, yüzüne bakınca bana büsbütün hak vereceksiniz. Babaları Kupa Papazı’na gelince, sizden iyi olmasın, pek babacan pek cana yakın bir adamdır. Onunla evlendiğiniz takdirde, kaynınız Kupa Oğlu olacaktır ki, Allah için, uslu akıllı, yumuşak başlı, kendi halinde bir çocuktur. İskambil üstünde gördüğünüz onun bayramlık resmi.”
5. Fikret Ürgüp (1914 – 1977) – Yolculuk (Van), 1966
Nikos Economopoulos, Yunanistan, 1996
Fikret Ürgüp edebiyatımızın sıra dışı kalemlerinden biri. Onun için Leyla Erbil şöyle diyor: “İç hastalıkları uzmanı, psikiyatr, yazar, ressam ve bir ex-prince olan Fikret Ürgüp Deliler Teknesi’nden başka bir şey olmayan dünyamızı yazdı. İnanılmaz gizli kültür birikimi ve kimselere benzemeyen kalemi hem bireyin hem toplumsal bilincin çeşitli alanlarından köklü örneklerle doludur. Bu görkemli hikayelerin hiç eskimeyeceğini ve bir daha yazılamaz olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Sait Faik’in, tıpkı Franz Kafka’nınkiler gibi…”
“Kahverengi sargılarıyla çamurdan bir heykel gibiydi. Arkasında bir kızak, içinde yiyecekler vardı. Biz akıl etmiştik, ne olur ne olmaz, belki ölmekten vazgeçer de karnı acıkır, diye. Kulakları bir düşüyor, bir kalkıyordu. Kulaklarını da kağıda saramamıştık. Kapıda çıktı. Uğurladık. El salladık. Geri döndü. Hadi hadi, diye, yeniden uğurladık. Biraz yürüdü karda. Geri döndü. Gitsin istiyorduk. Ayrılamıyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Gözyaşları karın üzerine koskoca delikler açıyordu. Bu kadar hazırlıktan sonra geri dönmekten utanır gibiydi. Alışılmış bir şeydi yaşamak. Ürküttük. Kovaladık. Gitti. Arkasına bakmadan. Asil bir şekilde.”
6. Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954) – Haritada Bir Nokta (Son Kuşlar), 1952
Ian Berry, Senegal, 1970
Sait Faik Abasıyanık, modern Türk hikayeciliğinin öncü isimlerindendir. Güçlü gözlemlerle insanın iç dünyasına, başka bir deyimle gerçeğine inebilmeyi başaran yazarlardan biridir. Haritada Bir Nokta’da büyük şehirde yaşayan, bunalan, kendi iç dünyasına benliğine dönen bireyin huzursuzluğunu anlatır. Öyküde Sait Faik hem bir yazar, hem hikaye kişisi hem de anlatıcıdır.
“Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar, şehir, vilayet, isimlerinden mavi sahile kayar Robinson Crusoe’yu okumuşumdur herhalde, unuttum, gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismini okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum. Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum, ama belki de o yüzdendir, haritada ada görmeyeyim, içimde dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış, ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…”
7. Orhan Kemal (1914 – 1970) – Çikolata (Dünyada Harp Vardı), 1963
Werner Bischof, Kore, 1951
Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü şöyle anlatıyor: “Evin en küçüğü olmam nedeni ile biraz torpilliydim. Müzede gördüğümüz yatağın üzerine bir tane gofret koyardı. Çalışmasına ara verip biraz dinleneceği vakitlerde bana seslenirdi. “Işık, koş gel. Bak sana kuş ne getirdi?” derdi. Babam, bu numarayı defalarca yaptığı için babamın gofret getirdiğini bilir, yıldırım hızı ile yatağın üzerine atlardım. Gofreti nefes almadan yerdim. Babam, daktilosunun başında beni seyredermiş, ben onun farkına bile varamazmışım. Gofret bittikten sonra alüminyum ambalajına bulaşan çikolatayı yalardım. Sonra işim bitince babamı öper odadan çıkardım. Yıllar sonra öykülerini, okumaya başladığımda çikolata isimli öyküsü dikkatimi çekti. Ben miydim acaba bu öyküyü yazdıran diye düşünmeden edemedim ve çok duygulandım.”
“Bu kız, bu yoğurtçunun pis kızı da. Ne duruyordu yanlarında? Yirmi kuruşu vardı, ablasının da otuz. Karıştırdılar mıydı elli. Ellilik bir tane alabilirlerdi. Ama yoğurtçunun kızı! Abla da biliyordu çikolatanın keten helvasıyla koz helvasından daha tatlı olduğunu. Alırlar, bölüşürler, yiye yiye giderlerdi ama şu kız, şu pis kız, yoğurtçunun pis kızı. Hem parası yok, hem de ayrılmıyordu yanlarından. “Git” deseler, “Niye?” derdi. “Çikolata alacağız” deseler, “Bana ne?” der. Alsalar, aptal aptal bakar. Verseler, kendilerine bir şey kalmaz, vermeseler… Babaları tozlu sakallarının traşlı sabahlarında çokluk lafını ettiği gibi imrendirmek günahtı. Cehennem vardı. Cehennemde katran kazanları, zebaniler…”
8. Tarık Buğra (1918 – 1994) – Oğlumuz (Oğlumuz), 1949
Elliott Erwitt, İngiltere, 1966
Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazar ve gazetecilerinden biri olan, daha çok romancı kimliğiyle tanınan Tarık Buğra, romanlarının ötesinde öyküleriyle de adından söz ettirmesi gereken bir yazarımızdır. Oğlumuz öyküsü 1948’de Cumhuriyet Gazetesi Öykü Yarışmasıda ikinci oldu. 1949’da ise ilk öykü kitabını Oğlumuz adıyla yayımladı.
“Hangi yarın? Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmaya mecbur olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lazım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım telaşlandı:
– Fazla sert davranma. Ne de olsa artık…
Devam edemedi. Ona baktım. Gözlerindeki mana allak bullak. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim. Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu. Odası gündoğdu tarafındaydı. Penceleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş duvarları hafifçe pembeleştirmişti. Ve o, uyumuştu. Elbiselerini masanın üstüne atıvermiş, pijamasının ceketini giymemişti. Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim. İçim bir tuhaftı. Ona bakamıyordum; fakat onunla doluydum. Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi. O zaman daha küçüktü, tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki…”
9. Oktay Akbal (1923 – 2015) – Yabancı Okulda (Kırmızı Yoyo), 2011
David Seymour, Polonya, 1948
Oktay Akbal Kırmızı Yoyo’da yer alan çocukluk yaşamından çok renkli kesitler sunan, umut, endişe, özlem, ilkgençlik heyecanları ve aşkla, sevgiyle örülü öyküleri, duru diliyle her yaştan okura hitap ediyor.
“İkinci sınıftaydım, simit almaya gittim öğle paydosunda. Çevremi, ellerimde kamçı ve sopa olan Rum çocukları çetesi sardı. Korktum. Beni sorguya çekiyorlardı. Derken bizim sınıfta bir Ermeni arkadaşım vardı adı Kevork, yetişti. “O benim arkadaşım, dokunmayın” diye araya girdi de kurtuldum. Sınıfımız çok kozmopolitti. Rum, Ermeni, Fransız, Sırp ve Türkler’den oluşurdu ki Türkler azınlıktaydı. Bir çocuğun nasıl dünyaya geldiğini de ilk kez o okuldaki sınıf arkadaşım Josef’ten öğrenmiş oldum. Yani diyebilirim ki Josef benim ilk cinsel bilgiler öğretmenim olmuştu. (…) O sıralarda da Kumkapı’da meyhaneler vardı. Ama ben okuldan çıkınca oralara gitmezdim. Doğru Şehzadebaşı’ndaki evimize giderdim. 1930 yılında Kumkapı’da Serbest Fırka’nın bir kahve toplantısına gitmiştik babamla. Sonra, babam beni yemeğe götürdü ilk kez Kumkapı’da bir içkili yere adım atmam böyle oldu. İlk kez bir siyasal etkinlik izlemem de o gün olmuştur.”
10. Oğuz Atay (1934 – 1977) – Demiryolu Hikayecileri (Korkuyu Beklerken), 1975
Herbert List, İtalya, 1950
Oğuz Atay Korkuyu Beklerken’deki öykülerde, 70 sonrası Türk insanının yaşadığı bunalımı eleştiri ve mizah unsurlarını kullanarak ironik bir şekilde anlatmaya çalışmıştır. Demiryolu Hikayecileri, büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasının demiryolu istasyonunda çalışan üç hikayecinin anlatıldığı bir öyküdür. İki arkadaşıyla beraber hikaye yazarak yaşamaya çalışan genç hikayecinin iki arkadaşını yitirmesi, bildiği işten belli bir müddet sonra para kazanamamasının dramı anlatılır. Bu dram kendini yenileyemeyen bireyin çaresizliği olarak da algılanabilir.
“Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum. Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Kaynak
leblebitozu.com editörleri, Sabahattin Ali’nin Öykülerinde Toplumsal Konular, Sabahattin Ali’nin Yaşamı ve Yapıtlarına Genel Bakış, Çağdaş Öykücülüğümüze Kısa Bir Bakış – Selim İleri, Halikarnas Balıkçısı’nın Hikayelerine Psikanalitik Yaklaşım, Haldun Taner’in Hikayelerinde Ruhsal Değişim Süreci, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Haldun Taner’in Öykülerinde Gerçekçilik, Sait Faik’in Haritada Bir Nokta Hikayesi Üzerine Bir Çözümleme Denemesi, Sınırlarda Dolaşan Bir Yazar Fikret Ürgüp, Tutunamayanların Hikayeleri Korkuyu Beklerken