Aşağıdaki öyküler Necati Güngör’ün Kahramanlar Hep Çocuk öykü kitabından alıntılanmıştır. Kitaptaki hikayelerin kahramanları hep çocuklar… Çocuklar için seçilmiş hikayeler, ama büyükler de okuyabilir.
1. Ahmet Rasim (1864 – 1932) – Okulda İlk Günler (Falaka) – 1927
İstanbul (Feriköy), 1968
Ahmet Rasim, çocukluk günlerini anlattığı anı kitabı Falaka’da Cumhuriyet’ten önceki eğitim yaşamı, geleneksel mahalle hayatı hakkında ayrıntılı bilgi sunar okura. Öykülerde genellikle öğretmen ve okul teması işlenir.
“Okul yükünü aldıkça gürültü artıyordu. Arapça besmele çekenlerin bağırtısı fazlalaşıyordu. Hızlı hızlı bab, bat, baç diye güldür güldür okuyanların, kalfa çağırınca ezberini ona dinletmeye gelenlerin sesleri gittikçe yükseliyordu. Derslik istimini alıyordu. Yeni olduğum için çevreme çekinmeksizin bakamıyordum. Ama yine gözüme ilişiyordu. Her okuyan sallanıyordu. Hele birinin sallanışı bana pek uyumlu geldi. Üstü pöstekili minderine diz çökmüştü. İki eli, parmakları bitişik olarak dizlerinin üstündeydi. Önünde açılır kapanır küçük bir masa vardı. Gözlerini de masanın üstüne koyduğu Kuran’a dikmişti. Gövdesi ise bir sarkaç uyumuyla öne arkaya gidip geliyordu. Sonraları ben de bu tür bir sallanmayı benimsemiş, ona öykünür olmuştum.”
2. Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954) – Stelyanos Hrisopulos Gemisi (Semaver) – 1936
Üsküdar, 1954
Sait Faik Abasıyanık, Semaver kitabında genellikle çocukluk ve gençlik anılarından ve gözlemlerinden bahsetmektedir. Çünkü kitabını yayınladığında 30’una yeni basmış bir yazardır. Kitabı üç bölümde inceleyebiliriz. İlk bölüm çocukluğunun geçtiği Adapazarı ve çevresi, ikinci bölüm İstanbul’da geçen öyküler, son bölüm ise Abasıyanık’ın Fransa’da geçen günlerinden esinlenerek yazdığı öykülerden oluşmaktadır. Stelyanos Hrisopulos Gemisi öyküsü, Burgaz Ada’da fakir, yaşlı bir Rum balıkçısının, kızı öldükten sonra ailesinden hayatta kalan son kişi olan, hayal gücü denizler ve balıklarla beslenmiş, on iki yaşlarındaki torunu Trifon’un yaptığı, bir metre uzunluğunda, beyaza boyalı yelkenli gemi üzerine kurulmuştur.
“Kış, Ada’nın sahillerine lodoslarla beraber gelirdi. Kocayemiş ağaçlarının çamlarla birleştiği adanın lodos tarafında, hiçbir ev yoktur. Orada kocaman vahşi kayalar, tuhaf kuşlar ve derin uçurumlar vardır. Kalpazanlar Kayası’nın üstünden lodos aştığı zaman, adanın poyraz tarafındaki evlerinde sessiz bir hayat başlardı. Göçler gitmiş olurdu. Banyolar sökülmüş; köşkler küskün ve hayatsız dururdu. Küçük sandallar yer yer karaya çekilmiş bulunurdu. İşte balık zamanı bu zamandı. Kocaman gırgır kayıkları sahile başvururlar, torik ve palamut adanın etrafında bütün gün döner dolaşırdı. Kocaman kayıklar, kocaman bir şehre durmadan balık götürür, adaya para pul, bir iki çuval un, birkaç kilo et getirirlerdi. O sene kış ne kadar fazla olmuşsa balık da o nispette az çıkmıştı. Balığın az, kışın çok olması günah çıkartan papazı bile düşündürürdü.”
3. Sabahattin Ali (1907 – 1950) – Arabalar Beş Kuruşa (Kağnı – Ses – Esirler) – 1935
Kahramanmaraş, 1956
Konuları toplumsal sorunlara, Anadolu yaşamından aldığı gözlem ve yaşantılara dayanan öykülerinde, gerçekçi bir tutumla, ezilen insanların acılarını, yaşadıkları adaletsiz ve eşitliksiz ortamı işledi. Öykülerinin en belirgin yanı olay örgüsündeki sağlamlık, betimlemelerdeki ustalık, duygusal yapısı ve yalın dilidir. Sabahattin Ali’nin Arabalar Beş Kuruşa adlı öyküsünde, sınıfsal çelişki ve hazin bir yoksulluk söz konusudur. Yazar, varsıllığın ya da yoksulluğun yarattığı sonuçları gösterir.
“Kadın yaklaşınca, hala şaşkın şaşkın gülümseyen oğlunu bileğinden yakaladı:
– Bu ne hal? Kimlerle konuşuyorsun?
Ve öteki elindeki şemsiyeyi, elini hala unutarak arkadaşının avucunda bırakan küçük satıcının omzuna vurdu. Sonra haykırdı:
– Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?
Çocukların kolları birbirinden ayrılıp aşağı sallanıverdi. Siyah çarşaflı kadın duvarın dibine büzülmüştü ve küçük satıcının gözleri kolunun acısından yaşla dolmuştu. Arkadaşının gözündeki yaşları gören çocuk, henüz birçok şeyleri öğrenmediği için, ruhundan fışkıran bir isyanla:
– Anneciğim, o benim mektep arkadaşım!
Kadın, yüzü kıpkırmızı kesilerek, oğlunun sözünü kesti:
-Ben yarın mektebinize de telefon edeceğim. Seni kendi seviyende olmayanlarla temas ettirmeyi gösteririm!
Oğlunu kolundan çekti. Geride kalan küçük satıcı ile anasına, yerin dibine geçirmek ister gibi tahkir edici ve ezici bakışlar atarak yürümeye başladı. Oğlu hala dönüp geri bakıyor ve yaşlı gözlerini başka taraflara çeviren arkadaşını görünce kendinin de gözleri yaşarıyordu. Küçük satıcı, o titrek ve ince sesiyle bağırıyordu:
-Beş kuruşa… Arabalar beş kuruşa!”
4. Haldun Taner (1915 – 1986) – Atatürk Galatasaray’da (Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu) – 1953
İstanbul (Şişhane), 1969
Yumuşak kelimeler, zorlamasız cümleler, anlatılmaz incelikler. Bunların hepsi Haldun Taner’in ağına düştü ve yıllar boyu onun hikaye cennetinde şikayetsiz esir edildiler. Beyinlere girdiler, ölümsüzleştiler… Şiir gibi hikaye yazan Haldun Taner’in Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu kitabı, Behçet Necatigil’in deyişiyle, olayları rintçe bir bakışla gülünç taraflarından alan, kıvrak, sürprizli, esprili bir üsluba aktaran unutulmaz öyküleri içerir. Haldun Taner, Galatasaray Lisesi’nde 1931’de 9. sınıf öğrencisi iken Atatürk Galatasaray Lisesi’ni ziyaret etmiş ve uzun bir süre okulda kalmış. Haldun Taner, Atatürk’ün sınıfa girdiği günü okurla paylaşıyor.
“Aklı başında insanlardan duymuştum. “Bakılamıyor efendim diyorlardı imkanı yok bakılamıyor. Çenesine kadar haydi neyse ne ama başınızı daha yukarı kaldırdınız mı gözleriniz iki kuvvetli projektörle karşılaşmış gibi kamaşıyor, çarpılıp sersemliyor, bir şeyler oluyorsunuz.” Ben bunu duydum ya şimdi korkudan başımı kaldırıp Atatürk’ün yüzüne bakamıyorum. Bütün görebildiğim saatinin kösteği, yeleği, sol elinin yelek cebine dalmış iki parmağı, kolalı devrik yakası, haydi bilemediniz biraz çenesinin ucu… Hepsi bu kadar. Ama çocukluk işte şeytan dürttü. Ya herru ya merru diyip birden yukarı bakıverdim. A ne kamaşması ne çarpılma pekala bakılabiliyordu. Gerçi projektör şimşek filan edebiyat ama, şunu söylemeli ki bu bakış pek öyle herkesin bakışına benzemiyordu. Bu gözler bir yere bakıyor ama baktığı yerden çok daha gerileri çok daha derinleri görüyor gibiydi. O gün orada onun karşısında çocuk kafamın koyduğu ilk teşhis şu oldu. Bu gözlerden hiçbir şey kaçmaz arkadaşlar. Bu adam kandırılamaz, aldatılamaz, mugalataya laf cambazlığına pabuç bırakmaz. Bu adam bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan, bildiğini bilen, bilmediğini şıp diye sezen bambaşka bir insandır. Ona bir şey anlatmak, izahat vermeye kalkmak fuzulidir, manasızdır, saygısızlıktır, haddini bilmezliktir.”
5. Vüs’at O Bener (1922 – 2005) – Havva (Dost) – 1952
Bursa, 1957
50 kuşağının önde gelen isimlerinden biri olan Vüs’at O. Bener, ilk kitabı Dost’ta, daha çok klasik öykü geleneğine bağlı kalınarak yazılan öyküleri çoğunlukla endişeli, tedirgin ve rahatsız edici bir havaya sahiptir. Havva’da küçük bir çocuğun kıskanç gözlerinden evlerine küçük yaşta besleme olarak alınan köylü kızı Havva’nın trajik hikayesi nakledilir. Öyküde, anlatıcının (çocuğun) konuşmaları o kadar doğal ve bir o kadar da gerçek.
“Annem bu gün ağlıyordu. Zavallı annem. Beni çok döver ama onu çok severim. Kaç bayram kendi güzel elbiselerini bozdu da bana dikti. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Havva ölecek galiba kızım”, dedi. “Ona ağlıyorum.” Birden benim de içim doldu. Ben de ağlamaya başladım”. “Havva ölecek ha! Ölmesin anne!” “Belli olmaz kızım. Her şey Allah’tan. Hadi git ağlama.” Annem öyle dedi, ama ben ağladım. Sonra inip odasına penceresinden baktım. İki tarafına çırpınıp duruyordu. “Allahım ne olursun ölmesin”, dedim. “Allahım öldürme onu!” O gene çırpınıp duruyordu. Birden karnıma bir ağrı girdi. Bağırayım dedim, sesim çıkmaz. Ortalık da kararıyor. Olduğum yerde kalakaldım öyle.”
6. Yaşar Kemal (1923 – 2015) – Yatak (Sarı Sıcak) – 1952
Sivas, 1972
Anadolu’yu sadece insanıyla değil, doğasıyla da en iyi anlatan yazar Yaşar Kemal romancılığının bir simgesi de ırmak romanlardır. Çocukluğundan, gençlik tecrübelerinden beslenerek kurduğu romanlarını, birbirini takip eden seriler biçiminde yazmıştır. Romanlarından önce çıkarttığı ilk öykü kitabı Sarı Sıcak’taki öyküler de romanları gibi okuyanı öykülerin şiddeti ve ele aldığı konularıyla etkisi altına alır.
“Yatakları hemen, istasyondan alıp eve getirdik. Yusufların evi, Pazar yerinin yanında bir tek odaydı. Yatakları dama serdik. Bekçi korkusu yok bir şey yok. Damın üstünde bir ev sıcaklığı, bir baba ocağı sıcaklığı… Bunca sıkıntıdan sonra yatacak bir yerimiz vardı, işte. Şu hayat dedikleri de ne güzel şey! Akşam yemeğimizi yer yemez hemen damın üstüne damlıyor, yataklara girip yorganları boğazımıza kadar çekiyorduk. Geceleri biraz soğuktu ama, gökte kocaman, ışıltılı yıldızlar vardı. Hep yıldızlara bakardık. Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimize payan yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha olacağına inanıyorduk. Bu umutlar, bu hayaller benimdi. Ben söylerdim. Durmuş Ali, dinler ve onaylardı. Durur, durur: “Öyle değil mi Durmuş?” derdim. “Heyye abi,” derdi. “Sabahlar karanlıklardan sonradır”. Bu lafları da benden öğrenmişti. Serin dam üstü, ışıklı, iri yıldızların geceleri, sokağın sabahlara kadar süren gürültüsü, bizim umutlarımız, hayallerimiz tam bir ay, Kasım başına kadar sürdü.”
7. Erdal Öz (1935 – 2006) – Çocuk (Yorgunlar) – 1960
İstanbul, 1968
Kitaptaki öykülerin çoğunluğu anlatıcı konumundaki ergenin içsel deneyimlerini, duyguları ve düşüncelerinden oluşur. Öz bu kitaptaki öykülerinde, ergenlik döneminin anlaşılması zor duygusal hallerini, cinselliğin bu dönemdeki önemini, çocukların bunalıklık dönemi denebilecek çağlarında yaşadıklarını anlattı. Erdal Öz, ilk kitabındaki öyküler için sorunları olan bir kitaptı, birkaç öykü haricindekileri yırtıp atması gerektiğini söylese de, Tahsin Yücel’e göre Yorgunlar özgün bir öykü kitabıydı. En eski öykü olan Çocuk 1954’te, yazar henüz on dokuz yaşındayken yazılmıştı.
“Evde misin?” diyebildim. İsteksizce başını salladı, geriye çekildi. Dönmek geçti içimden. Girdim, donuk, küflü ışıkta ayakkabılarımın yanlarındaki sıvaşık çamurları gördüm. Eğildim, bağlarını çözmeğe başladım. Çıkarma demesini bekledim, demedi. Çıkardım, bir kenara çektim, ağırdılar. Islaktı çoraplarım. Taşların soğuğu ıslakça ayaklarımdaydı.
“Terlik yok mu?” Yok diyeceğini biliyordum. Beklediğim gibi yok dedi kısaca. Merdivenin başında durdum, ışığı söndürmesini bekledim. Yukarıdan sarkan bir ışık çubuğuna tutunarak merdiveni çıkmaya başladım. Bir türkü sesi geliyordu yukarıdan. “Radyo mu aldınız?” Arkamdaydı. Ses etmedi önce. Neden sonra, “Bitişikteki Aligillerin radyosu,” diyebildi.”
8. Şükran Kurdakul (1927 – 2004) – Cicibaba (Tanığın Biri) – 1970
Antalya, 1967
Selim İleri “Şükran Kurdakul şiirlerinin yanı sıra, 1965’ten sonra öyküye de yönelmiştir. Bu alanda değişik, yazınsal kaygılar taşıyan ürünler vermiştir. Toplumculuk eylemlerinin izlenimleri, Kurtuluş Savaşı’nın insanları, bürokrasinin bizdeki işleyişi duruk zaman parçalarında yanıp sönen bir aydınlıkla anlatılır Kurdakul’un öykülerinde. Anlatımındaki özenliliği de vurgulayalım.” diyor.
“Annesininkiler bitince o sordu:
– Anne babam hiç yaralandı mı?
Yaralanmamış ama hastalanmış babam. Böbrekleri sancılandığı için on beş gün cepheden geri hizmete almışlar. “Yok yok evlenmeden önce Balkanlar’da eşkiya takibinde kasıklarından vurulmuş” diye düzeltti kadın. Evlenmeden önce… Daha ben doğmadan önce diye düşündü Fikret. Ağabeyim bile doğmadan.
– Sonra?
– Sonrası bu işte evlendik. Bir şeyciği yoktu. Öteki harplere girdi. Sapasağlam da çıktı.
Babası savaştan sonra ölmüştü. Zaten o da geçen yıl öğrendi tam doğrusunu. Antep’de diyorlar, inanmış gözüküyordu. İçini özlemlerin dayanılmaz dalgaları tamamen kaplayınca sorardı:
– Anne nerede benim babam?”
9. Selim İleri (1949 – ) – Müsamere (Pastırma Yazı) – 1971
İstanbul (Taşlıtarla), 1957
Selim İleri’nin Pastırma Yazı’ndaki öykülerinde bireyselle toplumsalın iç içe anlatımı söz konusudur. Öykülerde çocukluk zamanlarının izdüşümleri yansıtılırken, 12 Mart döneminin birey üzerindeki tedirgin edici etkilerini anlatır. Müsamere öyküsünde, zengin bir ailenin çocuğu olan Turgay, sene sonu müsameresinde en önemli rolü almıştır. Zengin bir ailenin çocuğu olması, öğretmenlerin onu diğer öğrencilerden ayırmalarına sebep olur. Sınıfsal farklılıklar, eğitim sistemi içerisinde üzücü bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
“Babam sınavlardan önce akşam yemeğine çağır şunun öğretmenini dedi anneme. Annem ayın sonunda müsamereye gelince çağıracak. Ben müsamere de başrolü oynuyorum, perilerle şeytanların dansında da varım, bir Atatürk şiiri de okuyacağım. Cumhuriyet Bayramı’nda da ben konuştum. Çocuk ve Egemenlik Bayramı’nda bayrak taşıdım, efeydim. Öğretmenimiz müsamerede altın uçlu dolmakalem bana verecek, anneme söylemiş. Oysa aritmetiği pekiyi olan alacak demişti.”
10. Orhan Kemal (1914 – 1970) – Çikolata (Dünyada Harp Vardı) – 1963
Aydın (Geyre), 1964
Yıldırım Türker “İyi bir yazardır. Ama kitaplarını okurken onun aynı zamanda çok iyi bir insan olduğunu anlarsınız. Hatta apaçık görürsünüz. O kimsesiz sokak çocuklarını anlatırken onlara kıyamaz, sevgisiyle onları kayırır. Onun kanadı kırık küçük melekleri sadece düşlere sığınarak yağmur-çamura, soğuğa, açlığa karşı koyar. Vahşi ve yırtıcı değildirler. Ruhları soyludur. Öldüklerinde masumiyetin ölümüne ağlarsınız. Yıllar sonra onları hatırladığınızda yüreğiniz sızlar. Orhan Kemal’in Çikolata öyküsünü okuyup etkilenmeyen yoktur diye düşünüyoruz…” diyor.
“Dükkana geldiler. Yoğurtçunun kızı kaldı. Kirli saçları taraz taraz. İçkici, kumarcı babasıyla dört ablasından başka kimsesi yoktu. Ablaları tütün fabrikasının kalın kalın öttüğü sabahlara karışır giderlerdi. Dönüşte elleri boş. Annesi sağken üzüm, incir, beyaz peynir, zeytin paketleriyle dönerdi. Yemek pişirirdi, gece yarılarına kadar çamaşır yıkardı, kızlarını önüne oturtur saçlarını tarar, kurdeleler bağlardı kırpıntılardan. Annesi sağken ablaları çalışmazdı fabrikada. Kaydırak oynarlardı, ip atlarlardı, top. Babası bile bu kadar içmezdi o zaman. Kırmızı katlı, ellilik bir çikolatayla çıktılar dükkandan önce kırmızı kağıdı yırtılıp atıldı, sonra gümüş. Daha sonra da bölüşüldü, başlandı yenmeye. Çok mu tatlıydı acaba? Gene, “Onu bana bedava verseler yemem,” dedi. Duydular mı? Duydularsa ne dediler? Yiyişlerini görüp imrendiğini belli etmemek için gözlerini yumdu…”
Kaynak
Sait Faik Hikayeciliğinde Merkez ve Taşra Arasında Bir Kaçış Mekanı Olarak Ada, Türk Hikayeciliğinde Haldun Taner’in Yeri ve Kitaplarında Yer Almayan Töhmet Adlı İlk Hikayesi, Vüsat O. Bener’in Dost-Yaşamasız Adlı Kitabındaki Öykülerin Kurgusal Coğrafyası, Faruk Duman, Yorgunlar, Can Yayınları, 20 Aralık 2009, Semih Gümüş, Ellinci yılında 1950 Kuşağı, Radikal, 20 Aralık 2009, Selim İleri’nin Romancılığı
Yorum Yap