Geçtiğimiz haftalarda Dünya Edebiyatı’nın En Unutulmaz 15 Roman Kahramanı yazımızda, Raskolnikov, Don Kişot, Anna Karenina, Gregor Samsa gibi edebiyat dünyasında iz bırakmış roman kahramanlarını derlemiştik. Bu yazımızda da Oblomov, Meursault başta olmak üzere dünya edebiyatına damga vurmuş roman kahramanlarını derlemeye devam ediyoruz. O listemize alamadığımız ve yine her biri birbirinden değerli 10 roman kahramanını da bu yazımızda listeledik.
1. Oblomov – İvan Aleksandroviç Gonçarov – İlya İlyiç Oblomov
Edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük tembellik ikonu, Oblomovluk denilen yaşam biçiminin simgesi, yılgın ve yorgun ruhların rol modeli İlya İlyiç Oblomov…
İvan Gonçarov, Oblomov romanında 1850’li yıllarda Rusya’da yaşanan değişimi anlatır. Feodal düzenden burjuvaziye geçişte yaşananlar, bu yeni düzene bir türlü ayak uydurmayan Oblomov’un hayatı üzerinden anlatılır. İlya İlyiç Oblomov, 30’lu yaşlarının henüz başlarında, iyi niyetli, dürüst ve zeki biri. Ancak, zekasını sadece düşünmek için kullanan biri. Kendi düşüncelerinde boğulur, hep yol ayrımındadır Oblomov. Bir meslek sahibi olmak, evlenmek, çiftliğine dönmek ya da Avrupa’ya gitmek… Hangi yöne gideceğine karar veremediği için bir türlü harekete geçemez. Oblomov’a ailesinden büyük bir çiftlik kalmıştır. O da ister başarılı olmayı, ama bunun için çalışmak zorunda kalması onun hevesini kırar. Her yapacağı işi erteler bu atalet içerisinde.
“Oblomov bir ah çekip devam etti: Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım, sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanamayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum.”
2. Yabancı – Albert Camus – Meursault
Albert Camus’un Yabancı adlı romanı Cezayir’de yaşayan Meursault’un annesinin ölüm haberini almasıyla başlar. Meursault bu durum karşısında yerine getirmesi gereken görevleri planlamaya ve sırası geldikçe uygulamaya girişir. Patronundan gerekli izni sıkılarak da olsa aldıktan sonra annesinin kaldığı Marengo İhtiyar Yurdu’na gider. Burada kendisini tanımadığı ve davranışlarını algılayamadığı çok sayıda insanın arasında bulur. Meursault bir oğul olarak yapması gereken görevleri yerine getirmekteyken duygusuz, onlar ise derin acılar içinde dostlarını uğurlamaya hazırlanmaktadır.
Meursault roman boyunca bulunduğu tüm mekanlarda (iş yerinde, annesinin cenazesinde ve hatta sevgilisinin yanında) bir misafir olarak yer alır. Tüm bu mekanlardaki eylemliliği ise, başına gelen işlere duygusal bir boşluk içerisinde verdiği tepkilerle sınırlıdır. Meursault işlediği cinayeti de aynı duygusal boşluk içinde işler. Camus’nun bizlere sunduğu Meursault karakteri adeta bir boşluğun içinde doğmuş ve yeryüzüne inmiştir. Bulunduğu zamanın ve mekanın tüm bağlamlarından uzakta, kendisi için her şeyin bir olduğuna yönelik kahince bildirimlerde bulunarak, kendini dramatize etmeye yönelik eğilimin içinden konuşabilmektedir.
“Olayları, anamın ölümünden başlayarak, kısaca anlattı. Duygusuzluğumu, anamın yaşını bile bilmeyişimi, ertesi gün bir kadınla denize gidişimi, sinemayı, Fernandeli ve sonra Marie ile odama dönüşümü bir bir anlattı. O sırada, ne söylediğini birden anlayamadım. Çünkü ‘kapatması’ diyordu. Oysa Marie benim için sadece Marie idi. Sonra Raymond konusuna geçti. Baktım, olayları görüşü oldukça açıktı. Söyledikleri akla yatkındı: Sözde, Raymond’la anlaşarak mektubu yazmışım. Amaç, metresini getirtmek, sonra da onu ‘ne idüğü belirsiz’ bir herife havale edip dövdürtecekmiş.”
3. Budala – Fyodor Dostoyevski – Prens Lev Nikolayeviç Mişkin
Prens Mişkin, kendi iç dünyasında yaşayan, güler yüzlü, budalalık derecesinde iyi ve herkesi seven birisidir. Dostoyevski eserinde sara hastası, dürüst, iyi yürekli prens ile iki yüzlü bir dünyada yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve böylesi bir dünyada dürüstlüğün budalalık olduğunu anlatır. Prens Mişkin, tam bir saflık ve masumiyet içerisinde olup aynı zamanda Dostoyevski’nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içerisinde yaşamaktadır. Sadece sever. Zekidir. Romanda otobiyografik özellikler vardır. Prens Mişkin sara hastasıdır, Dostoyevski de aynı hastalıktan muzdaripti. Romanda siyasi görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski’nin başından geçmiş bir olaydır.
“Bana öyle geliyor ki, hatta beni bile sevebilirsiniz. Onun için ne iseniz, benim için de osunuz. Bir melek lanet edemez ve hatta sevmemek de edemez. Bütün dünya sevilebilir mi, bütün insanlar bütün insanların yakınları? Çoğunlukla bu soruyu kendi kendime sordum. Şüphesiz bu imkansız, hatta doğanın dışında bir şey! İnsanlığın manevi aşkı, hep bencilliktir. Fakat bizim için imkansız olan, size imkansız değildir. Mademki hiç kimse ile eşit değilsiniz, mademki şahısların erişemeyeceği alçalış ve lanetten çok uzak bir diyarda bulunuyorsunuz, rastgele bir insanı nasıl sevmemezlik edebilirsiniz? Yalnız siz, bencilliğe düşmeden sevebilirsiniz; yalnız siz, kendiniz için değil, fakat sevdiğiniz insan için sevebilirsiniz.”
4. Martin Eden – Jack London – Martin Eden
Jack London’un olgunluk çağının en başarılı eseri olarak değerlendirilen otobiyografik karakterli romanı Martin Eden’de kahramanın yaşadığı olaylar, mekan, romanın, yazarın gerçek hayat hikayesine dayandırılabilecek olduğunu göstermektedir. Romanda, yazarın kendisi üzerinden karakterize ettiği Martin Eden’in tanınan bir yazar olma ideali doğrultusunda verdiği mücadele sırasında aşk yaşadığı Ruth Morse adlı aristokrat kadın kahramanın, Jack London’ın gerçek hayatında ilgi duyduğu Mabel Applegarth isimli kadın olduğu anlaşılmaktadır. Martin Eden, günlerini denizlerde ve meyhanelerde geçiren, işçi sınıfından, kaba, hantal bir adam. Sevdiği kız için aradaki statü farkını aşmak uğruna yaşamı bütün olarak algılamaktan uzaklaşıp bireyciliğe yönelmiş bir aşık (yazarın burada bireyci anlayışa yönelttiği eleştirel tavrı var). Geniş algı yelpazesiyle kısa zamanda azim ve çalışkanlığıyla asıl amacının ona sunduğu tümsekleri atlayarak başarıya ulaşmış bir yazar.
“Aşk inanmaktır aynı zamanda. Sevgiline gönlünü verdiğin gibi ruhunu da vermektir. Gerekirse benliğini teslim etmektir. Ruhundan ruh, gücünden güç katmaktır. Hayata gücün oranında hazırlamaktır. Ruth, Martin’in büyük bir yazar olacağına inanmıyor, bunu da her halinden belli ediyordu. Ancak genç kadının Martin’in yazar olacağına inanmıyor olması, Martin’i etkilemedi. Bu durum Ruth’u, Martin’in gözünde ne yüceltti ne de alçalttı. Aristokrat aile kızının kolay inanmayacağına yorumladı bunu. Kendini dinlemeyi, sorunlara kendi perspektifinden bakmayı sürdürdü. Özellikle kısa süren büyülü tatilinde, kendini enine boyuna inceledi, içini dinledi, insanları gözlemledi, böylelikle hem kendisiyle hem de toplumla ilgili birçok yeni şey öğrenme fırsatı buldu. Bunca şey içinde öğrendiği en önemli şey, hayatta istediklerinin çoğunu Ruth için istediğiydi. Örneğin yakışıklı ve şöhretli bir adam olmayı en çok Ruth için istediğini keşfetmişti. Bundan dolayı ünlü bir yazar olmayı çok arzuluyordu. Bütün dünyanın gözünde bir numara olmak, herkes tarafından takdirle anılmak; sevdiği kadın kendisiyle övünsün ve değerli bulsun diye, yine kendi ifadesiyle, Martin Eden yolunu kıvırmak istiyordu.”
5. Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel García Márquez – Albay Aureliano Buendia
Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık romanını yazdığı bir buçuk yıl boyunca nasıl da yiyecek alacak paraları bile kalmadığını söyleşilerinde anlatırdı. Sonunda kitabı bitirdiğinde yayıncısına yollamak için karısıyla postaneye giderler. Ama bütün kitabı yollayacak paraları yoktur ve orada kitabı ikiye bölüp gramajını azalttıktan sonra ilk bölümü postaya verirler. Neyse ki yayıncısı dünya çapında bir romanla karşılaştığını farkedip onlara borçlarını ödeyecekleri ve karınlarını doyuracakları bir çek gönderir.
Roman 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. Edebiyatta büyülü gerçeklik kavramının da simgesi olan Yüzyıllık Yalnızlık’ı, Márquez kafasında epey taşıdığını, kendi çocukluk hikayelerinden böyle bir kitap yazmak istediğini ve ilk cümleyi bulur bulmaz oturup yazmaya koyulduğunu anlatır. Yüzyıllık Yalnızlık romanında Buendia ailesi ve onların öyküsü anlatılmaktadır. Buendia ailesi ve onların kaçışları, göçleri, yerleşik düzene geçmeleri romanın başlangıcında José Arcadio Buendia ve karısı Ursula Iguaran’ın öykülerine dayanarak kurucularının arasında oldukları Macondo köyü çerçevesinde anlatılır. Baba José Arcadio bir anlamda, pek çok ilgi alanı olan ve tutkulara, çabalara önderlik eden bir Rönesans adamıdır. Altı kuşak Buendia’lar hep aynı isimleri taşır. Meraklı, girişimci, düş gücü sahibi, yaratıcı olanlar Aureliano ve kaba kuvvet sahibi, dövüşken, güçlü olanlar Arkadio’durlar. Kadınlar ise Remedios ya da Amarante. Kitabı karmaşık hale getirmesine rağmen tekrar tekrar aynı karakterlerin kullanılması zamanın bir bütün, bir yekparelik içinde döngüsel bir ritim takip ettiğini anlatıyor.
“Eskiden Jose Arcadio Buendia, ekinin nasıl ekileceğini, ağacın nasıl dikileceğini, çocuklarla hayvanların nasıl yetiştirileceğini öğretip akıl veren, toplumun dirlik düzeni için herkese, her işte elveren geç bir kabile başkanı gibiydi. Daha en baştan, onun evi köyün en iyi evi olduğu için, ötekiler de onu örnek almışlardı. Ufak, ama aydınlık bir oturma odası, taraça gibi rengarenk çiçeklerle bezeli yemek odası, iki yatak odası, ulu bir kestanenin dal budak saldığı bir avlusu, bakımlı bir bahçesi, keçilerin, domuzların, tavukların barış içinde birarada yaşadıkları bir ağılı vardı. Yalnızca onun evinde değil, tüm köyde beslenmesi yasaklanan tek hayvan, dövüş horozuydu.”
6. Muhteşem Gatsby – F.Scott Fitzgerald – Jay Gatsby
Fitzgerald, Muhteşem Gatsby’de hem Amerika’nın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, hem de para ve mevki tutkunu bir toplumda ahlaki çöküntüyü anlatmış. Ama ne yazık ki kendi hayatı da romanından geri kalmaz. Fitzgerald’ın alkol bağımlılığı ve kumar tutkusu eşi Zelda’ya olan aşkıyla yarışsa da, ikili daima toplumun elit kesimindeki yerlerini muhafaza ederler. Scott Fitzgerald, büyük başarısının ardından gelen diğer romanlarından kazandığı para, ün ve popülerliğe rağmen, tüm servetini alkol yüzünden tükettiği için film senaryoları yazmaya çalışırken 44 yaşında kalp krizinden ölür. Fitzgerald’la anlaşarak boşanan ve bir akıl hastanesine yatan Zelda, Fitzgerald’ın ölümünden 20 yıl sonra romanlarını yazmayı sürdürdüğü akıl hastanesinde çıkan bir yangın sonucu ölür.
Romanda, Birinci Dünya Savaşı sonrasında günden güne güçlenen Amerikan ekonomisiyle kısa sürede sayılı zenginlerin arasına katılan ve verdiği gösterişli ev partileriyle sosyete arasında bir efsaneye dönüşen Jay Gatsby isimli gizemli bir adamın yaşadıklarını anlatılmaktadır. Gatsby, eski ve yeni aristokrasiyi bir araya getirdiği ihtişamlı ve eğlenceli partileriyle namını yürütürken, onun asıl amacı yıllar önce aşık olduğu fakat aralarındaki sosyal statü farkı yüzünden birlikte olamadığı Daisy Buchanan’ın sevgisini geri kazanmaktır. Fakat bu şatafatlı ve parıltılı bir rüyada Gatsby’nin hayalleri ve umutları, bencillik, hırs ve gururla karşılaşınca olaylar beklediği seyirde gelişmez. James Gatz adıyla sürdürdüğü mütevazı geçmişinden utanan ve bu ezikliğinden kurtulmak için Jay Gatsby adıyla kendine yeni bir hayat yaratarak zengin soyluların arasına karışan Gatsby tamamen saf duygularla geçmişi yeniden yaşama hayali ile başlayan bu mücadelesinde, Amerikan rüyasının sarmalında hırs, öfke ve intikamı da beraberinde getirmiştir. Artık gecenin karanlığında uzandığı o yeşil ışık sadece sevdiği kadına olan mesafesini ve ona ulaşma umudunu değil, elinin tersiyle kenara atamayacağı o var oluşunu sağlayan paranın rengini de temsil eden bir araca dönüşmüştür. Fakat her ikisine de bir o kadar yakın ama elinde tutamayacak kadar uzak bir mesafededir.
“‘Çok daha iyiyim,’ dedim ve yeni tanışıma döndüm tekrar. “Bu davet bana biraz tuhaf geldi. Daha ev sahibini bile göremedim. Benim ev de şurada…” Elimi uzaktaki, görünmeyen bir çite doğru salladım. “Şu Gatsby denen kişi şoförüyle davetiye yolladı bana.” Bir an ne dediğimi anlayamamış gibi baktı yüzüme.
“Gatsby benim,” dedi birden.
“Ne!” diye bağırdım. “Ah, çok dilerim.”
“Biliyorsun sanmıştım dostum. Sanırım pek iyi bir ev sahibi değilim.”
Anlayışla gülümsedi, hayır, anlayıştan çok daha fazlası vardı tebessümünde. Hayatımız boyunca en fazla üç dört kez karşılaşabileceğiniz, insana sonsuz güven telkin eden o nadir tebessümlerdendi; sanki bir anlığına bütün dünyaya bakmış -ya da bakmış gibi görünen- ve sonra da kuvvetle sizin tarafınızda yer alıp. sizi kollayarak üzerinize yoğunlaşan bir gülümsemeydi bu. Sizi tam olarak anlaşılmak istediğiniz kadar anlıyor, size, kendinize inanmak istediğiniz biçimde inanıyor ve sizin tam da vermeyi umduğunuz ya da istediğiniz izlenimi edindiğini hissettirip içinizi rahatlatıyordu. Tam bu noktada gülümseme kayboldu, kendimi otuzlu yaşlarının başında, genç, zarif, konuşmasındaki resmi tonun neredeyse gülünç olma sınırında dolaştığı bir zorbaya bakarken buldum. Kendini tanıtmasından az önce kelimelerini büyük bir özenle seçerek konuştuğunu fark etmiştim.”
7. Ölü Canlar – Nikolay Vasiliyeviç Gogol – Pavel İvanoviç Çiçikov
Gogol başyapıtı olan Ölü Canlar’ı, Dante’nin İlahi Komedyası’nı örnek alarak yazmıştır. Bu roman serflik düzeni ve devlet yönetimindeki adaletsizlikleriyle feodal Rusya’yı yansıtır. Gogol, yazardan okura başlığı altında roman kahramanı Çiçikov için, “Rus insanının eksiklerini, ayıplarını göstermek için yazdım onu; yoksa üstünlüklerini, erdemlerini göstermek için değil.” der.
Romanın kahramanı kibar dolandırıcı Çiçikov, kendini danışman, toprak sahibi diye tanıtan birkaç kez servetini yitirdikten sonra kısa yoldan zengin olmaya karar veren birisidir. Bir süre gümrük dairesinde çalışan, kaçakçılarla iş gördüğü anlaşılınca işten atılan Çiçikov, insanların hoşuna gidecek sözcükleri bir araya getirmek gibi bir yapıya da sahiptir. Zaten bu özelliği sayesinde gittiği her kentte valiye varıncaya kadar herkesle rahatlıkla görüşüp saygılarını da kazanmaktadır. Çeşitli toprak sahiplerinden, yeni ölen, fakat henüz resmi kayıtlara geçmediğinden yaşıyor görünen serfleri Rusya’daki adlarıyla canları satın almaya başlar. Çiçikov bu canları bir bankaya rehine koyup, elde edeceği parayla saygıdeğer bir kişi olarak uzaktaki bir bölgeye yerleşmek amacındadır. Sonunda planı ortaya çıkan Çiçikov, kentten kaçar. Dostoyevski “Hepimiz Gogol’un Paltosu’ndan çıktık” diyerek onun Palto adlı öyküsüne atıfta bulunarak hem Gogol’un dünya edebiyatındaki yerini hem de eserinin önemini dile getirmiştir.
“Onlar, başka bir gün Çiçikov’u oldukça ilgilendirebilecek meseleler üzerinde tartışıyorlardı; fakat, o gece Çiçikov, gayet yorgun olduğu için böyle önemli bir tartışmaya katılamayan bir yolcu gibi sesini çıkarmıyordu. Yemeğin bitmesini bile beklemedi ve alışılmıştan çok erken olarak odasına döndü. Okuyucumuzun bildiği o konsollu ve hamam böcekli küçük odaya gelince, ruhi endişesi daha fazla arttı. Belirsiz duygular heyecanını arttırıyor, şuurunda bir boşluk meydana geliyordu. Hiddetle: “Hay bu baloları icat edenlerin Allah belasını versin!” sözünü tekrarlıyordu… Böyle gülüp oynamanın sebebi nedir? Ürün kötü, hayat pahalı ve bunlara rağmen yine balolara gidiyorlar! Ya, şu paçavralarla süslenen bayanlara ne demeli?.. İçlerinden birinin sırtındaki rob ve süsleri bin rubleden fazla tutar!.. Bu para da ya, köylerden alınacak vergiden… veya, en kötüsü, hemcinslerimizin bazılarının alacakları rüşvetlerden çıkacak!.. Bu rüşvetler… bu yalanlar niçin? Niçin olacak… karısına bir şal, güzel kumaşlar vermek için! Bütün bunlar, herhangi bir bayanın, posta müdürünün karısının robu kendininkinden daha iyi olduğunu söylememesi için!.”
8. Ve Durgun Akardı Don – Mihail Şolohov – Grigori Melekhov
Dört cilt olarak yayınlanan ve destansı roman olarak adlandırılan Ve Durgun Akardı Don eserinin içeriği oldukça zengindir. Eserde anlatılan hikaye yaklaşık olarak on yıllık bir zaman dilimini kapsamaktadır. Mayıs 1912’den Mart 1922’ye kadar olan sürecin işlendiği eserde Melekhov ailesi ön planda olmak kaydıyla Don bölgesinde geçen olaylar işlenmektedir. Barış döneminde başlayan eserin konusu sırasıyla I.Dünya Savaşı, devrime bağlı olarak gelişen İç Savaş, Kazak ayaklanmasıyla devam etmektedir. Ardı arkası kesilmeyen savaş içerisinde karşılaşılan olaylarla birlikte eserde asıl olarak bir halkın kaderi anlatılmaktadır.
İlk olaylar daha eserin ilk cildinin yayınlanmasının ardından ortaya çıkar. Eserin Şolohov tarafından değil de, savaş sırasında ölen bir kazak subayının notlarından oluşturulduğu, Şolohov’un tesadüf eseri eline geçen bu notları kullandığı söylentisi yayılır. Ama bir grup edebiyatçı ve eleştirmenin desteğiyle dedikodular kesilir. Şolohov’un 1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almasının ardından, 1974 yılında Paris’te yayınlanan edebiyat bilimci Tomaşevskiy’in eşi İ.N. Medveyeva Tomaşevskaya’nın yazmış olduğu kitapta, kitabın sahibinin Şolohov olmadığı, Kazak yazar Fyodor Dmitriyeviç Kryukuv olduğu vurgulanmaktadır. Bu kitabın önsözünün başka Nobel Ödüllü bir yazar olan Soljenitsin tarafından yazılmış olması ve aynı intihal olaylarını desteklemesi de oldukça ilgi çekici, ama bu durumu iki yazar arasında yıllarca süren çekişmeye bağlamak lazım.
Roman soylarında Türk kanı olan Melekhovlar’ın kısa bir aile tarihi ile başlıyor roman. Romanın başkahramanı Grigori Melekhov, hem yakışıklı hem de çapkın… Kocası askerde olan komşusu Aksinya ile ilişkisi vardır ama ailesi onu bu durumdan kurtarmak için Natalia ile evlendirir. O arada, kocası askerden dönen Aksinya, Grigori’nin evlenmesiyle daha da mutsuz olur. Grigori, başlangıçta bu durumu kabullenmiş görünse de, bir süre sonra buna katlanamaz. Kaçarlar, hayatlarını birleştirirler ve bir çocukları olur. Grigori, çok gözüpek bir Kazak ve savaşçı. Savaş dışındaysa ne yapacağı belirsiz uçarı biri. Savaşta bir Kızılların, bir Kazakların yanında oradan oraya sürüklenmesi ne kadar kolaysa, hayatındaki iki kadın arasında gidip gelmesi de o kadar kolay. Kitabın en değişken karakteri Grigori, onun da Don’un ne yöne akacağı hiç belli olmuyor.
“Bak işte Alekseyeviç, şu politika denen şey ne kadar vahşi bir şey! başka bir konuda bu kadar kan döktüremezsin. Grişka ile olan muhabbetimize bak, ki biz onunla kardeş sayılırız, okulda beraber okuduk, kızların peşinde birlikte dolaştık, kardeşim gibidir. Ama şimdi onunla konuşmaya başlayınca kalbim karpuz gibi çatlayacak hale geliyor. İçimde bir şeyler kopuyor. (…) Bu savaşta ne kardeşlik ne de akrabalık var. Yolunu çizer ve o yoldan gidersin”
Bizim yolumuz aynı değil! Kendi kardeşlerimizle savaşmak istemiyoruz. Halkın üstüne yürümeyeceğiz! Birbirimize mi düşürmek istiyorsunuz? Hayır!”
9. Babalar ve Oğullar – İvan Turgenyev – Yevgeni Vasiliç Bazarov
Kitap yayımlandığı yıllarda hem olumlu hem de olumsuz eleştirilere maruz kalır. Kimisine göre Bazarov’un kişiliğinde Rusya’nın genç kuşağı acımasızca eleştirilmişken, kimisine göre de Bazarov olumlu bir karakteri temsil etmektedir. Bazarov, Rus toplumunda yeni yeni ortaya çıkan materyalist dünya görüşünü benimseyen kuşağın temsilcisidir. O, toplumun değer yargılarının ve ahlaki değerlerinin kökten değişmesi gerektiğine inanır.
Bazarov ve arkadaşı Arkadi’ye göre, her şey kuvvete bağlıdır. Kuvvetli oldukları için de her şeyi yıkabilme hakkına sahiptirler. Bazarov’a göre toplumun bütün kurumlarını, otoritelerini, ilkelerini yadsımak gerekmektedir. Zira insan güçlüdür. Gücün kaynağı da ne Tanrı ne de değerlerdir. İnsan kendi yarattığı değerlerin kölesi olmuştur. Aristokrat ve soylu insana da karşıdır. Bazarov, aşkı ve evliliği gereksiz görür. Ona göre romantizm, insanın zayıflığının belirtisidir. Kadını ve aşkı cinsel ihtiyaçlarının bir vasıtası olarak görür. Bazarov’un bütün olumsuzluklarına rağmen yazar, ona şefkatle yaklaşır ve onu ayrıcalıklı bir yere koyar. Yazara göre her ne kadar kendisi günahkar olsa da yaşlı anne ve babasının mezarı başına gelerek dua etmesi Bazarov’u kurtarmaya yetecektir.
“Dualarının, gözyaşlarının boşa gitmesi mümkün mü? Saf ve vefakar bir sevginin mutlak bir kudreti haiz olmaması mümkün mü? Oh! Hayır! Bir mezarda gömülü olan kalp ne kadar ihtiraslı, ne kadar günahkâr ve ne kadar isyankar olursa olsun, üstünde biten çiçekler bize, masum gözleriyle sakin sakin bakarlar; bu çiçekler bize yalnız edebî bir istirahattan, ‘kayıtsız’ tabiatın o muazzam sükundan bahsetmezler; onlar bize, aynı zamanda, edebî bir uzlaşmayı ve sonu gelmeyen bir hayatı da anlatırlar.”
10. Ulysses – James Joyce – Leopold Bloom
James Joyce’un Ulysses’i, yayımlandığı günden bu yana tüm dünya okuyucularını en çok zorlayan kitaplardan biri oldu. Virginia Woolf, kitap ilk yayımlandığında, hiç bu kadar zırva bir kitap okumamış olduğunu söylemişti. Karısı Nora da başlarda okumaya istekli olmamış. Hatta ona “Niçin insanların okuyabileceği kitaplar yazmıyorsun?” diye çıkışmış. “İçine o kadar çok bilmece-bulmaca ve zeka oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur” diyen Joyce hedefine çoktan ulaştı.
Aslında basit sayılabilir bir öyküye sahip olan Ulysses, 1904 yılının Haziran ayının onaltısı, bir perşembe günü evinden çıkan Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında geçirdiği bir günü yatay bir kurguyla ve bilinç akışı tekniğiyle nakleder. Oysa romanın yazımı yaklaşık 7 yıl sürer. Romanın birden fazla anlatıcısı olsa da yine de sanki her şey Bloom’un zihninde yaşanır gibidir. En büyük ideali, gelip geçenlerin hayran olacakları bir afiş tasarlamak olan Bloom, atık kağıtların, lağım farelerinin postlarının, kimyasal özelliklere sahip olan insan dışkısının ekonomik olarak değerlendirilmesi ve sabahları süt dağıtmak için köpek ya da keçi kuvvetiyle çekilen arabalar kullanmak gibi projeleri olan reklamcıdır. Leopold Bloom, 38 yaşında, Yahudi asıllı, bir gazeteyle şirketler arasında reklam komisyonculuğu yaparak geçinir. Barışçı, belediyecilik fikirleriyle siyasete de hevesli biridir. Eşi Marion Bloom (Molly), 33 yaşında, sahne kariyerine dönmek üzere olan profesyonel bir soprano. Leopold Bloom’un karısı Molly kocasına göre, cahil bir kadındır. Değişmeye de hiç niyeti yoktur. Ucuz aşk romanlarından başka pek bir şey okumaz. Edebiyat ve felsefeye ilgisi yoktur. Leopold, karısının cehaletiyle çeşitli yöntemler kullanarak mücadele eder. Bazı kitapları, belli bir sayfayı açık bırakıp göze çarpan bir yerlere bırakır. Sürekli göndermeler yaparak konuşur.
“Kendilerine akıl lütfunda bulunulmuş ölümlüler için en fayda sağlayan mecbur edilen olayların tamamı ile ilgilenen bilginlerin bu doktrinler arasında insan zihninde en saygın yeri işgal etmesinden ötürü sürekli deliller ile anlaşmayı beyan ederler diğer şartlar eşit oldukça bir milletin arzu eksikliği azim bir fenalık bereket ki var olması verimli olması tabiatın çoğalmanın devamına verdiği önem gelişmenin uygunluğundan başka hiçbir harici büyüklük etkili bir şekilde beyan edilemez ve evrensel olarak bundan habersiz olan kişinin anlayabilmesi pek cüzi ifade edilir.”
Kaynak
Destansı Bir Roman “Durgun Don” ve Bir Yıkımın İzleri, Ret ve İnkarın Kıskacındaki Nihilist Karakterler: Bazarov ve Suat, Ulysses’i Bir Roman Olarak Anlamak
raskolnikovun olmadığı bir liste…
Raskolnikov, bu listede yer almıyor. Çünkü yazımızın baş kısmında adresini paylaştığımız Dünya Edebiyatı’nın En Unutulmaz 15 Roman Kahramanı yazımızda yer alıyor. Buradan okuyabilirsiniz.